Ferda
İzbudak Akıncı ile
“Sudaki Ateş” Romanı Üzerine
Söyleşiyi yapan: Handan GÖKÇEK
Sevgili Feda İzbudak Akıncı, öykü dalında önemli ödüllere sahip
başarılı bir öykücü olarak tanıdık sizi. Ayrıca çocuk edebiyatında da değerli
yapıtlarınız var. “Sudaki Ateş” ilk romanınız. Böylesine uzun soluklu bir
çalışma zorladı mı sizi? Hem roman hem de öykü yazan biri olarak bu iki tür
arasındaki farklar nelerdir?
Sevgili Handan; öykü yazmak
bir ağacı yontmaya benziyor bana göre. Yazıyorsunuz ve yazdıkça bir yandan da
durmadan bir şeyler atıyorsunuz. Ama bu atma ve dışlama rastlantısal değil. Bir
yaşam parçasını yeniden üretmenin işçiliği... Arkada kalan sadece ‘kalan’
olmuyor; yontmaya verilen emek, işçilik olarak kalan metne ekleniyor ve ona
değer katıyor, yoğunluk kazandırıyor. Romana bakışımı da aynı benzetme
üzerinden yapmak istiyorum. Romanda ağaç bir yontu malzemesi değil, yaşayan bir
canlı olarak elimizde. Bu nedenle de ağacı bu kez yontmuyor, buduyorsunuz.
Biçimli ve gürbüz büyümesi için. Ayrıca gübreleyerek, sulayarak, çapalayarak da
emek verirsiniz. Sonra bırakırsınız güneşe dallanıp budaklansın, büyüsün... Alabildiğine
büyüsün diye. Güneşi, suyu, gübreyi almış, budanmış, toprağı çapalanmış ağaç ne
kadar büyüyeceğini bilir.
Orhan Kemal Öykü Yarışması
birincisi olmuş, şu an yayımlanma aşamasında bulunan dosyam Aynalı Göl ile
birlikte dört öykü kitabından sonra yazdım Sudaki Ateş’i. Öykü disiplinine
alıştırdığım kalemim için bu yeni yolculuk önceleri kolay olmadı elbette. Ama
karakterlerin ve ele aldığım konuların çeşitliliğinin de bu zorlukta etkisi
vardı. Sudaki Ateş’i yazarken başladığım, şimdilerde üzerinde son çalışmalarımı
yaptığım yeni romanım “Serapis’in Gölgesi” ya da değiştirebileceğim adıyla
“Bergamalı Simo”, belli bir konuya bağlı olarak geliştirdiğim ve yazdığım bir
roman olduğu için belki, daha kolay yazıldı. “Sudaki Ateş”, biriktirdiğim her
şeyi anlatmak istediğim bir romandı. Bir öyküde her şeyi anlatamazsınız,
anlatmazsınız. Öykünün kendine özgü bir “öykü zamanı ve mekânı” vardır.
Bu romanda eğitim sisteminden, siyasi olaylara, çarpık kentleşmeden dış
ihracata kadar günümüz Türkiye’sinin birçok sorununa değiniyorsunuz. Sudaki
Ateş için siyasi bir roman da diyebilir miyiz?
Elbette diyebiliriz.
Söylediklerinin tümü siyasetin içine giriyor aslında. Ben yazarın bir dünya
görüşü olması gerektiğine inanıyorum. Duruşu olmayan, sanatçı olamaz. Edebiyat
ya da resim, müzik... Az önceki soru ile bağdaştırırsam, öykülerimde de bu
duruşu sergilediğimi düşünüyorum. Ama roman bu bakımdan bana daha geniş
olanaklar sağladı. Bu kadar açık ve saydam olmama fırsat veren yazdığımın roman
oluşu muydu yoksa yürümek istediğim yolu giderek netleştirmeye mi başladım,
bilmiyorum.
Romanınızda yazar sorumluluğu üzeride de oldukça durmuşsunuz, günümüzdeki
popüler yapıtlara, TV programlarına da göndermeler var. Bu yapıtların ve
programların orta eğitimli ve eğitimsiz insanları nasıl etkilediğini
anlatıyorsunuz. Romanı yazmaya başlamadan önce nasıl bir ön çalışma yaptınız
biraz bahseder misiniz?
“Sudaki Ateş”i altı-yedi yıl
önce yazmaya başladım. Kesintisiz bir yazma süreci değildi bu. Uzaklaştığım
zamanlar oldu. Öyküler ve çocuk kitapları yazdım arada, ama en önemlisi bu
yazma süreci içerisinde ben Açık Öğretim Fakültesi’ne girdim ve bitirdim. Orada
okurken romanın akışı değişti. Başka bir kanaldan akmaya başladı. Ve bu kanal
güçlendi. Yeni yeni sorunlara da tanık
oluyordum çünkü. Öğrenciliği çok uzaklarda kalmış biri olarak benim için ilginç
bir deneyimdi. Genç öğrencilerle birlikte kuyruklarda bekliyor, onlarla
birlikte sınavlara giriyor, gece gündüz ders çalışıyordum. Bu arada romandaki
kahramanlarımın bazıları Açık Öğretim Fakülteli oldu, çünkü gerçekçi bir roman
yazmak istiyordum. Türkiye’yi yazmak istiyordum. Yazma çabasındaki bir insan
olarak; gördüğüm, yaşadığım ve kayıtsız kalamadığım çarpıklıkları bu romanda
anlatmak gibi bir isteğim vardı. Yıllar sonra tekrar üniversite öğrencisi
olduğum zaman gördüm ki hepimizin günlük yaşam içerisinde farkına varamadığı
çok başka sorunlar da var. İlk üniversite öğrenimimi yetmişli yıllarda
yaptığımı düşünecek olursak, iki binli yıllarda üniversite öğrencisi olmanın
beni nasıl düş kırıklığına uğrattığını anlamak daha kolay olacaktır. Üstelik bu
öğrencilerin, Açık Öğretim Fakültesi öğrencilerinin bir kampüsü, kantini,
konferans salonu, laboratuvarı bile yok. Örgün öğretimdeki gençlerin yaşadığı
güzellikleri, gerçek beraberlikleri, konuşma, eğlenme, tartışma, böylece
gelişme ve örgütlenebilme olanağını hiçbir şekilde yaşayamayan, yalnızca
diploma gibi bir umutları olan binlerce genç... Onları bu romana katmadan
yoluma devam edemezdim. Ön çalışma dediğin şey sevgili Handan, benim hayata
bakışım. Okuduğum kitaplar, gazeteler, dünyada ve ülkemde yaşanan toplumsal
olaylara bakış, sorgulama, eleştirme, bunlar bende olan şeyler zaten. Bir
yandan da sürekli not aldım elbette. Geçtiğim yolları, özellikle ders
kitaplarında gördüklerimi, takıldıklarımı, sorularımı, sorunlarımı not ala ala
ilerledim.
Roman iki bölümden oluşuyor. 1. ve 2. bölümlerin başında italik yazı
karakteri aracılığı ile yazarın sesiniz duyuyoruz. Sanki kahramanlarınızı
uzaktan izliyorsunuz. Okura bir
sesleniş mi bu bölümler?
Bu bölümler, edebiyattan çok
tat alan birinin dilinden dökülenler. İlk italik bölümde, pencerenin
arkasındaki koltukta oturan okurdur. Ben onun önünde bir pencere açtım, içine
kalbini koyabileceği bir kitap verdim eline. Hepimiz biraz böyle değil miyiz?
Elimize bir kitap alırız. Bir pencerenin önündeki koltuğa otururuz. Giriş
bölümlerinde belki biraz zorlanırız ama sonra o kitabın içine girer savrulur
gideriz. Dışarıda kar da yağabilir, tipi de... Bazen öfkeleniriz. Soluk soluğa
kalırız bazen. Sevinebilir, öfkelenebiliriz. Ağlayabiliriz de. Kitabı
kapattığımızda dudaklarımızda Monalisa’nın dudaklarındaki gibi bir gülümseme
kalır. Evet, o bölümlerde yazar var. “Umarım içine kalbini koyabileceğin,
kahramanları ile birlikte savrulacağın, sevinip üzüleceğin, umutlanacağın bir
kitap vermişimdir eline” diyen bir yazar...
Dünyadaki idam cezaları üzerine bir bölüm var kitapta ve bu bölümü
fırıncı Tosun’un ağzından ekmek yapımıyla birlikte okuyoruz. Ölüm ve Ekmek…
Elbette her okur kendi alılmamasıyla değerlendirecek bu bölümü, sizin vermek
istediğiniz mesaj nedir?
Ekmek yapmak bana göre çok
güzel ve yaşamakla doğrudan ilişkili, anlamlı bir iş. Hayatı ve kafası bir
yerlerde kırılmış Kırıkkafa’ya böyle bir iş vererek aslında onu iyileştirmek ve
biraz umut vermek istedim. Dediğim gibi ekmek yapmak yaşamla ilişkili bir şey.
Çok acı deneyimlerden geçip gelmiş Kırıkkafa ya da Tosun. Ne kadar acı
dönemlerden geçersek geçelim yaşama tutunacak bir iş yapabiliriz. Yaşamın
sıcaklığı, ölümün soğukluğuna her zaman üstün gelecektir. Tosun için hiç
sönmeyen fırın ateşleri yaktım romanda. Çıtırdayan odunların, geceyi aydınlatan
alevlerin karşısında, yaşadığı ve bir türlü geçmişte bırakamadığı anılar,
anlatılacak birer masalsı hikayeye dönüşsün diye. Yaşanmamış da, yaşanırsa çok
kötü olacak şeylermiş gibi, diyelim. Yaşananların bir daha yaşanmaması için
daha çok.
Ülkemde bir dönem pek çok genç
idam edildi. Yıllar, yıllar önce, Buca Hastanesi’nde nöbet tuttuğum gecelerden
birinde, hastaneden epey uzaktaki cezaevinden haykırışların ve marşların
geldiğini duymuştuk. Tüylerimizi diken diken eden bu sesler sabaha kadar
sürmüştü. Ertesi gün yerel gazetelerden birinde, köşeye sıkışmış minicik bir
haber ve küçük bir fotoğraf vardı. Cezaevinde birini asmışlardı. Bir de yerde
yatan fotoğrafını çekmiş, haberin yanına koymuşlardı. Genç bir adamdı. Romanda
anlattığım tanıklık o değil. Orada Erdal Eren’i anlattım ben. Ama o bölümde
yaratmaya çalıştığım atmosfer, yaşadığım, o gece beni saran, sarsan
atmosferdir. Suça suçla karşılık verilemeyeceğini düşünen biriyim. İdam
cezasına sonuna kadar karşıyım. Bu acılar bizim ülkemizde yaşandı. Gençler
düşündükleri ve savundukları değerler yüzünden asıldı. Bizim kuşağımız bunları
yaşadı. Bunca yaşanan şeyi hep konuşuyoruz. Bu romana başladığımda, başlığını
(adını değil) “Konuştuğumuz Şeyler” koymuştum, çünkü romanın yönünü
konuştuğumuz şeyler belirleyecekti; sonradan adı ne olursa olsun. Otobüslerde,
parklarda, kahvehanelerde, panellerde hep konuşuyoruz, ama söz uçuyor! Ben
konuştuklarımızı eyleme geçirmek istedim. Sözün eylemi de yazı olduğuna göre…
Konuşmamın başında da söyledim, ben her şeyi bu kitapta yazmak istedim. Peki,
her şey bir kitapta yazılabilir mi? Elbette hayır. O zaman yazacak hiçbir şey
kalmamış olurdu. “Sudaki Ateş” te yaşadığımız dönemle ilgili genel bir atmosfer
yaratmak istedim. Bundan sonra gelecek kitaplarım bütün bu olumsuzlukların
içinden doğan başka olumsuzluklarla, onların üstesinden gelmeye çalışan
insanların hikâyeleri olacak.
Peki, var mı böyle bir çalışmanız bu aralar?
Yaşam sürüyor. Çalışmalar
da... Yeni dosyam, önemli bir toplumsal sorun çevresinde ördüğüm bir
roman. Bergama altın madeni, yarattığı çevre
kirliliği, Bakırçay Ovası üzerindeki tehdidi ve daha pek çok nedenden dolayı
bugün bütün yargı kararlarına karşın işletilmektedir. İşte bu senin de dediğin
gibi eğitim sisteminden, çarpık kentleşmeye, sorumsuz dışalıma kadar günümüz
Türkiye’sinde izlenen yanlış politikaların bir sonucudur. Ben “Serapis’in
Gölgesi” ya da “Bergamalı Simo” da altın madenine karşı direnişe geçen bir
halkı yazdım. Yenilgileriyle ve direnişleriyle halkı yazmayı da sürdüreceğim.
Her karakterin hikâyesi ayrı bir roman konusu sanki… Her karakterin
öyküsü bir bütün ama aynı zamanda da bütünün parçası... Orhan Kemal tadında
toplumcu gerçekçi, dili akıcı zevkle okunan bir roman “Sudaki Ateş”. Romanın
kurgusunu bu şekilde önceden tasarlamış mıydınız yoksa yazdıkça mı oluştu?
Bu roman pek çok kanaldan
beslendi. Romana girmek isteyen karakterlere, romanın hangi aşamasında olursam
olayım “Neden geldiniz?” diye sormadım. Kapıyı açıp içeri buyur ettim.
Konuşacakları şeyler vardı ki geldiler. Sonradan sordum “Nereden geldiniz?”
diye. Onlar da anlattılar. Seslerini bir an bile kısmadım, ille de konuşsunlar
diye baskı da yapmadım. Herkes kendi hikâyesini ne kadar isterse o kadar
anlattı. Zaten herkes kendi hayatının baş kahramanı değil midir?
Kahramanlarınız o kadar tanıdık geliyor ki. Sanki bir kahveye girseniz
Haldun, Sabahattin, Kırıkkafa Tosun, Hasan, Hacı Salih ile karşılaşacaksınız.
Kentin ara sokaklarında dolaşırken önünüze çıkıverecek gibi Bora, Yağmur,
Hülya, Şükriye, Nurdan Hanım. Bu kadar çok karakteri bu kadar kanlı canlı anlatmanız
okuru romanın içinde bir karakter daha yapıyor. Karakterlerinizi oluştururken
nelere dikkat edersiniz?
Çünkü gerçekten bu karakterler
aramızda yaşıyor. Öykücülüğümden romana getirdiğim bir özellik var, insanlara
onların öyküleri içinden bakıyorum. Biliyorum ki bir insanla ilgili bir öykü
yazmak, onunla ilgili bir durumdan söz etmek istediğiniz zaman, onun bütün
öykülerini, yaşam içindeki bütün durumlarını, duruşlarını bilmek zorundasınız.
Bütün ilişikilerini... Çünkü insan toplumsal bir varlık, onu çıplak bir biçimde
toplumsal ilişkilerden soyutlayarak bir yönüyle ele alamazsınız. İnsan aynı
zamanda ilişkilerinin tümüdür, yaşadıkları, yazdıklarıdır, gezdikleri,
gördükleridir. Sevinçleri, özlemleri, acılarıdır. Ben insana böyle bakıyorum.
Karakterlerimi toplumsal ilişkileri içinde değerlendiriyorum. Öyküde de
izlediğim yol bu. Olayları neden sonuç ilişkisi üzerine kuruyorum, iyi kötü
üzerine değil. İnsana böyle baktığım için karakterlerimi yaratırken
zorlanmıyorum. Gözlemlerim ve dünyaya bakışım birleşince ortaya Sabahattin’ler,
Hasan’lar, Bora’lar, Yağmur’lar, Kırıkkafa’lar çıkıyor.
Yaşadığınız şehri öyle güzel anlatmışsınız ki bu şehri bilmeyen, hiç
görmemiş biri gelip görmek isteyecek sanki. Aynı zamanda da bir kent romanı
diyebilir miyiz “Sudaki Ateş” için?
Geçmişte, zamansız ve mekânsız
yazdığım öyküler oldu. Bunu yaparken öykü zamanına ve mekânına sığındığımı
düşünüyorum. O sıralar yazdığım öykülerden birinde, bir paragrafla yaşadığım
şehri anlatmışım. Yine adını koymadan… Almanya’nın Sesi Radyosu’ndan arayıp bu
öykü ile ilgili bir söyleşi yaptılar benimle. Söyleşiyi yapan kişi bana
“Anlattığınız şehir İzmir mi?” diye sordu. Şaşırdım. Evet, İzmir’di ama ben
adını koymamıştım. Yalnızca İzmir’de yaşadığım için bu sonuca varmıştı
telefonun diğer ucundaki hanım. “Ne güzel anlatmışsınız. Hep böyle yazar
mısınız İzmir’i öykülerinizde?” dedi
sonra. Oysa ben öykülerimin çoğunu, herkesin kendisini
içinde duyumsayabileceği
isimsiz mekânlarda geçiriyordum. İzmir’de
geçen öykülerimde bile, adını
koymadan yazıyordum İzmir’in sokaklarını, caddelerini. O gün
kararım değişti. O
sıralarda yazdığım öykü Tilkilik’te geçiyordu.
İzmir’in o eski, güzel semtini,
Tilkilik’i anlattım ‘Surlarda’ adlı
öykümde. Sevinçle. Artık İzmir, öykülerime
mekân
olmaya başlamıştı.
Bu romanda da İzmir’i
anlatarak, yaşadığım kente, bana verdikleri için bir kitapla karşılık vermek
istedim belki. İzmir’de yaklaşık dört buçuk milyon insanın yaşadığı söyleniyor.
Bu kadar çok insana kucak açan bir kentin, kalabalık bir romana da mekân olması
çok doğal… Ama ben bu romanda İzmir’i, öteki yüzleriyle de yüzleşerek yazdım.
Okudukça yüzleşmeyi sürdürelim diye...
Teşekkür ederim.
(VARLIK Ekim 2007)
315 sayfa
İthal Kağıt
13,5x19,5 cm
Karton
Kapak
ISBN:9944260022
Dili: TÜRKÇE