Gecenin bu saatinde at gibi eşinecek değildin
ya. Kollarını
açarak gerindin.
Davul, zurna, sivri
sinek hepsi anlayan
içindi.
Kanepede uzanmış
okuyan eşine yan gözle
bakarak, doğru algılanacağından emin,
“Çok
geç olmuş… Gözlerim ondan yanıyormuş
demek.” diye söylendin.
Saat
23.30’u gösteriyordu.
Bu saatte yatardınız ya hani!
Oralı olmayan eşine
doğrudan seslendin bu
kez:
“Yatmayalım
mı bebeğim?” Seslenişin,
sesinin ince ayarlı bir
tonuydu. İyi bir
zamanlamayla, ‘Bu
saatten sonra da...’ demesini önlemek, en az bir
engeli saf dışı etmek
istiyordun. Bebeğin,
okuduğu kitaptan
gözünü ayırmadan:
“Ben
biraz daha okumak istiyorum, istiyorsan
yat.” diyerek, çayı görmeden sıvadığın
paçalarını indirmek zorunda bıraktı
seni.
Sesindeki
yumuşaklıktan ve ‘bebeğim’
betimlemesinden kuşkulandığını belli edercesine,
gözlüklerinin üstünden haince
baktı. ‘Ben
senin hangi hesaplar
peşinde koş- tuğunu bilirim.’ der gibi belli belirsiz
gülümsedi. Üstelemedin,
ama yanına yaklaşıp saçlarını
okşayarak niyetini daha da açığa vurmaktan kendini alamadın. Olağan davranış
biçiminle çelişen bir
sevecenlikle:
“Ne olur
fazla bekletme beni, biliyorsun
bebeğime sarılmadan uyuyamam.” dedin.
Senden önemli olduğuna
inandırıldığın kitabından gözünü ayırmadan,
elli
yaşın verdiği deneyim zenginliğiyle alaycılığını
sürdürdü.
“Tamam
hayatım, birazdan gelirim, korkuyorsan
lambayı açık bırak.”
Birazdan
değil epeyce geç geldi yanına.
İstediğini
alabilmek için, bekletilmenin
üstüne sindirdiği olumsuz etkiyi gizledin.
Gözlerinde bir çeşit gülümsemeye
bile yer verdin. O,
başından beri
niyetini anlamıştı ama, anlamamış gibi davranmayı yeğliyor,
uçkunmanı umursamaz
görünüyordu.
Isıttığın yeri ona vererek yatağın
diğer
tarafına çekildin. Kararlılığını
da
vurgulayan, öncekinden daha
yumuşak ve
sevecen bir sesle, yatağa girmeden üzerinde ne varsa
çıkarmasını söyledin.
Kaygıyla izledin
oralı olmadığını.
Her zamanki gibi,
pazen pijamalarıyla girdi
koynuna.
Yine o bildik
sıkıntılı süreç
başlamıştı.
Sarılmak istedin,
kararlılıkla durduruldun,
özel alanının dışına itildin.
Sarılmak
bir yana dokunmana bile izin verilmiyordu.
Her hamlen acımasızca
sökülüp atıldı.
Bir daha, bir daha yineledin
sabırla.
Dokunuşların daha
da uzaklaşmasına neden
oluyordu. Tatlı dilin sihrine güvenerek:
“Bitanem
kalbimi kırıyor, sana duyduğum
sevgiyi yıpratıyorsun, lütfen bunu yapma.” dedin. Sesinde özenle
sindirdiğin yoğun bir cinsellik yanında, her zaman
yaptığın gibi biraz da alaycılık seziliyordu.
Aldığın yanıt silindir gibi
geçti üstünden.
“Böyle
sözlere karnım tok.” dedi.
“Senin sevgi dediğin
yalnızca bedenimle
ilgilenmek. Ben
sevgiden senin
anladığını anlamıyorum. İçinde saygı ve özveri
olmayan kaba arzuları sevgi deye ikide bir ısıtıp
önüme
koyma benim.”
Söyleyecek
bir şey bulamadın… Sustun.
Kadın duyarlığını
bastıramadığını ele veren
bir yumuşaklıkla, daha katlanılır olmaz- larını çıkardı
karşına. Bir yandan
yaşını başını anımsatırken, bir
yandan hoşgörüsüzlükle
suçluyordu seni. Bıktırmıştın. Uykusu vardı
işte. Başı
ağrıyordu. Bu
gün olması şart mıydı?
Senin; dün de, ondan
önceki gün de aynı
şeyleri söylediğini anımsatman hiçbir şeyi
değiştirmedi. Çok
değil birkaç yıl önce, bu uyumsuzluklar
nedeniyle yaşanmış olmasından acı duyduğun, onu tekmelerle yataktan
attığın
gözünün önüne geldi.
Kendinden utandın.
Kim daha
çok acı çekmişti acaba?
Sen mi, o mu?
Güç kullanma
ayrıcalığı senin olduğuna göre, acı çeken de
horlanan da yalnızca o muydu? Bu
durumun hiç de açık olmadığını
düşündün.
Yatak kavgalarından bir
süre sonra uykuya dalıp her şeyi unutan
hanginizdi?
Çevrenizde
pek az gidilen bir yolu, aile ve
cinsellik konularında yardım alma yolunu bile denemiştiniz. Sizi dinledikten sonra,
uzmanın daha çok
seni sorumlu tuttuğunu görerek nasıl da şaşırmıştın.
Beklenmediğin bu durumdan
kendini temize çıkarman günlerini değil aylarını
almıştı. İkiniz de
otuz yılı aşan evliliğinizi
başarısızlıkla sonlandırmak istemi- yordunuz.
İlk zamanlar ne kadar da kolay kontrol
ederdin onu.
Sen öyle
mi istiyordun bilinmez ama, koşulsuz
bir bağlılıktı onunki. Bu
sana sonsuz
güven veriyordu sanırım.
Bununla mutlu
oluyor, büyüklüğünün ve
rakipsiz olmanın tadını çıkarıyordun.
O, bu durumdan yakınmayı aklına
getirmezdi. Yaşadıklarının
beklentilerine uygunluğuna, ilişkilerinizin sağlıklı gelişip
gelişmediğine dair
bir ölçüsü de yoktu. Böyle bir arayış
içinde de değildi. ‘Mutlu
musun?’ diye bir
soran olsa, duraksamaz mutlu olduğunu söylerdi. Genç kızlık
günleriyle, seninle yaşadıkları arasında inanılmaz
farklılıklar vardı. Ondan
daha
şanslıydın. Aynı köyde doğmuş olmanıza karşın, kent yaşamıyla
tanışman,
yükseğine kadar öğrenim görmen öne
geçiriyordu seni.
Üstünde
yatıp yuvarlanarak
büyüdüğünüz kır
çiçeklerinin renk ve kokusunu bulurdunuz
birbirinizde. Evliliğinizin
ilk günlerinde okumak,
gelişmek ve değişmek için nasıl yanıp tutuştuğunu
görebilmiştin. Ortaokul
sınavlarına dışardan girme önerine,
büyük bir istekle sarılmıştı.
Çok
istediği halde o güne değin erişemediği okuma olanağına
kavuşmak, yeni bir
çevreye uyum sağlamanın getirdiği sıkıntıları unutturmuştu
ona. İstediği bir
oyuncağa kavuşmuş küçük bir kız
çocuğunun mutluluğunu yaşamıştı bir süre. On yedi yaşını
henüz tamamlamıştı biliyorsun.
Bu yüzden evliliğinizi
resmileştirmeyi bir yıl ertelemek zorunda
kalmıştınız.
Ne ad takmıştın ona
anımsıyor musun? “Turfandam”
derdin hep. Turfanda?...
Az kullanılmış
eşyalarla dayayıp döşediğiniz
yuvacığınızda, gece olmasını dört gözle beklerdiniz. Hep o adla fısıldardın
kulağına “Turfandam.”
Beş altı yıl süreyle bu
seslenme biçimin
değişmedi. Bu
gün bile, arada bir
“Turfandam” dediğinde, bunun bir abartma değil, bir
özlem, bir
yenilenme dileği olduğunu ikiniz de
duyumsarsınız.
Ya o seni nasıl
çağırırdı?
Sanırım onun
belleğinde senin adın sanın
yoktu. Bunca yıl
sonra bile, onun
tarafından hâlâ adının söylenememesini
nasıl açıklıyorsun acaba?
Tutukluğunu sorun yapıp onu
yeteneksizlikle
suçladığını anımsıyor musun?
Doğallığına dokunmadan,
önündeki engelleri kaldırarak gelişmesine olanak
tanıyabilseydin, bugün ki sorunları yaşamazdınız belki de.
Elinden geleni
yaptığını mı söylüyorsun?
O zaman fazla bir şey yapmamışsın. Otuz yıl sonra
karşılaştığın durum herkesten
çok senin eserin sayılır.
Aradan
geçen
yıllar her şeyi olduğu gibi, korumayı ve beslemeyi bilmediğiniz ilişkilerinizi de
yıpratıyordu. İş
yaşamındaki iniş çıkışların seni çok
gerdiğini söyler, hırçın- lığını haklı
göstermeye çalışırdın.
İyi ama, sen bir işçi
hakları savunucusu
olmaya soyun- duysan, o ne yapabilirdi ki?
Göz altına
alınıyor, günlerce eve uğramıyor, parasız bile
bırakabiliyordun onu. İş
yaşamındaki gerginliklerin acısını ondan
çıkarmaya kalktın. Umarsızlığıyla
baş
başa bıraktın onu. O
günler, bunalımlar
içinde kıvranan “Turfandan”
için çok zor günlerdi.
Kocalığına değil arkadaşlığına,
dostluğuna, anlayışlı olmana
gereksinimi vardı.
Yapabildin
mi?
Evliliğinizin
üstünden daha bir yıl bile geçmeden,
kusurlarını abartarak yüzüne vuruyor, en
kısa zamanda bunları aşması gerektiğini söylüyordun. Bunu, onun da
çok istediğini anlamak o kadar mı zordu?
Düşe-kalka,
yanıla-yenile yol
alıyordu.
Konuşkan
olmadığı gibi, içindeki açmazları anlatıp senden
yardım istemeyi de
beceremezdi. Gururluydu. Gururu; sen de dahil,
kimseye yaltaklanma
ölçüsünde yakınlık
göstererek göze girme çabasına izin
vermezdi. Yanlışlarını,
hele bir de yinelemelerini
gördükçe baskını artırır:
“Nasıl
yaparsın bunu? Daha dün konuşmadık mı?
Nasıl bu kadar aptal
olabiliyorsun!?” diye bağırırdın.
Saldırılarına
karşı çıkamaz, konuyu değiştiremez, özür
de dileyemezdi. Ağlardı,
hep ağlardı. Sessizce,
içten içe. Pişman
olur gönlünü almaya kalkardın
sonra. Sokulma
çabana; içinde birazcık
dişilik de olan, sıcak bir yaklaşımla yanıt verilsin isterdin. Onda, doğuştan mı yoksa
senin baskılarından
mı kaynaklandığını anlayamadığın bir soğukluk, bir tutukluk
gözlemlerdin. Biraz
cilve cümbüş yapması için yalvardığın
olurdu. Her zaman
olduğu gibi,
sessizlik ve kapalı kapılarla karşılaşmaktan kurtulamazdın.
En
önemli yanılgın; kendini yetişkin, onu
cahil, görgüsüz, daha da
kötüsü aptal yerine koymandı. Oysa o, on yedi-on sekiz
yaşlarında küçük
bir kızdı yalnızca. Acımasız
ve haksız
eleştirilerini; Turfanda’nı nasıl yaraladığını
gördüğün halde, aile
dostlarınızla bir aradayken bile yapmaktan çekinmezdin.
Çoğu
kez,
acımasızlıkta sınır tanımazdın; aptal olduğunu kabul ederse, sorunun
büyük
kısmının ortadan kalkabileceğini söylerdin ona. Sorun
tümüyle sende, senin davranışlarındaydı da, kendini
sorgulamaktan mı yoksundun?
Ne çok
göz
yaşı dökmesine neden olmuştun bir anımsa!
“Haklı
olduğunu düşünüyorsan savun kendini! Neden ağlıyor ve
susuyorsun?” diye çıkışman, karşı koymaya zorlaman
hiçbir
zaman sonuç vermezdi.
Ama bu
dileğin geç de olsa yanıtını buldu sayılır.
Aradan
geçen
on yıllardan sonra, haklı haksız demeden her isteğine karşı
çıkmasına
katlanamıyor, “Ne halt etmişim de, onu kendime karşı
savaşmaya yönlendirmişim.”
diyerek kendinden yakınıyorsun.
Hem
“Turfandam” diye sevip bağrına basmak, hem
hoşgörüden yoksun acımasızca ezip
hırpalamak nasıl bir anlayış, nasıl bir düşüncedir?
Bunu halen
çözebilmiş değilsin.
Ektiğini
biçiyorsun.
Daha fazla
zorlamanın bir yararının olmadığını anlasan iyi olacak.
İyisi mi,
sırtını dön ve uyumaya çalış.
|