ana sayfa/ editoriyal/  içindekiler/  h@vuz'dakiler/ iletişim-erişim/ yapıt gönderme yerleği/  ilkelerimiz/ arşiv

 
Yatakta Hesaplaşma

Gecenin bu saatinde at gibi eşinecek değildin ya.  Kollarını açarak gerindin. 

Davul, zurna, sivri sinek hepsi anlayan içindi.
Kanepede uzanmış okuyan eşine yan gözle bakarak, doğru algılanacağından emin,
“Çok geç olmuş… Gözlerim ondan yanıyormuş demek.” diye söylendin. 
Saat 23.30’u gösteriyordu.  Bu saatte yatardınız ya hani! 
Oralı olmayan eşine doğrudan seslendin bu kez: 
“Yatmayalım mı bebeğim?”  Seslenişin, sesinin ince ayarlı bir tonuydu.  İyi bir zamanlamayla, ‘Bu saatten sonra da...’ demesini önlemek, en az bir engeli saf dışı etmek istiyordun.  Bebeğin, okuduğu kitaptan gözünü ayırmadan:
“Ben biraz daha okumak istiyorum, istiyorsan yat.” diyerek, çayı görmeden sıvadığın paçalarını indirmek zorunda bıraktı seni. 
Sesindeki yumuşaklıktan ve ‘bebeğim’ betimlemesinden kuşkulandığını belli edercesine, gözlüklerinin üstünden haince baktı.  ‘Ben senin hangi hesaplar peşinde koş- tuğunu bilirim.’ der gibi belli belirsiz gülümsedi.  Üstelemedin, ama yanına yaklaşıp saçlarını okşayarak niyetini daha da açığa vurmaktan kendini alamadın.  Olağan davranış biçiminle çelişen bir sevecenlikle:
“Ne olur fazla bekletme beni, biliyorsun bebeğime sarılmadan uyuyamam.” dedin.  Senden önemli olduğuna inandırıldığın kitabından gözünü ayırmadan, elli yaşın verdiği deneyim zenginliğiyle alaycılığını sürdürdü. 
“Tamam hayatım, birazdan gelirim, korkuyorsan lambayı açık bırak.”
 
Birazdan değil epeyce geç geldi yanına.
İstediğini alabilmek için, bekletilmenin üstüne sindirdiği olumsuz etkiyi gizledin. Gözlerinde bir çeşit gülümsemeye bile yer verdin.   O, başından beri niyetini anlamıştı ama, anlamamış gibi davranmayı yeğliyor, uçkunmanı umursamaz görünüyordu.  Isıttığın yeri ona vererek yatağın diğer tarafına çekildin.  Kararlılığını da vurgulayan, öncekinden daha  yumuşak ve sevecen bir sesle, yatağa girmeden üzerinde ne varsa çıkarmasını söyledin.
Kaygıyla izledin oralı olmadığını. 
Her zamanki gibi, pazen pijamalarıyla girdi koynuna.  
Yine o bildik sıkıntılı süreç başlamıştı.  
Sarılmak istedin, kararlılıkla durduruldun, özel alanının dışına itildin.  Sarılmak bir yana dokunmana bile izin verilmiyordu.  Her hamlen acımasızca sökülüp atıldı.  Bir daha, bir daha yineledin sabırla.
Dokunuşların daha da uzaklaşmasına neden oluyordu. Tatlı dilin sihrine güvenerek:
“Bitanem kalbimi kırıyor, sana duyduğum sevgiyi yıpratıyorsun, lütfen bunu yapma.” dedin.  Sesinde özenle sindirdiğin yoğun bir cinsellik yanında, her zaman yaptığın gibi biraz da alaycılık seziliyordu.  Aldığın yanıt silindir gibi geçti üstünden. 
“Böyle sözlere karnım tok.” dedi.  “Senin sevgi dediğin yalnızca bedenimle ilgilenmek.  Ben sevgiden senin anladığını  anlamıyorum.  İçinde  saygı ve özveri olmayan kaba arzuları sevgi deye ikide bir ısıtıp önüme koyma benim.”
Söyleyecek bir şey bulamadın… Sustun. 
Kadın duyarlığını bastıramadığını ele veren bir yumuşaklıkla, daha katlanılır olmaz- larını çıkardı karşına.  Bir yandan yaşını başını anımsatırken, bir yandan hoşgörüsüzlükle suçluyordu seni.  Bıktırmıştın.  Uykusu vardı işte.  Başı ağrıyordu.  Bu gün olması şart mıydı?   Senin; dün de, ondan önceki gün de aynı şeyleri söylediğini anımsatman hiçbir şeyi değiştirmedi.  Çok değil birkaç yıl önce, bu uyumsuzluklar nedeniyle yaşanmış olmasından acı duyduğun, onu tekmelerle yataktan attığın gözünün önüne geldi. 
Kendinden utandın. 
Kim daha çok acı çekmişti acaba?  Sen mi, o mu?  Güç kullanma ayrıcalığı senin olduğuna göre, acı çeken de horlanan da yalnızca o muydu?  Bu durumun hiç de açık olmadığını düşündün.  Yatak kavgalarından bir süre sonra uykuya dalıp her şeyi unutan hanginizdi? 
Çevrenizde pek az gidilen bir yolu, aile ve cinsellik konularında yardım alma yolunu bile denemiştiniz.  Sizi dinledikten sonra, uzmanın daha çok seni sorumlu tuttuğunu görerek nasıl da şaşırmıştın. Beklenmediğin bu durumdan kendini temize çıkarman günlerini değil aylarını almıştı.  İkiniz de otuz yılı aşan evliliğinizi başarısızlıkla sonlandırmak istemi- yordunuz.

                                                    

İlk zamanlar ne kadar da kolay kontrol ederdin onu. 
Sen öyle mi istiyordun bilinmez ama, koşulsuz bir bağlılıktı onunki.  Bu sana sonsuz güven veriyordu sanırım.  Bununla mutlu oluyor, büyüklüğünün ve rakipsiz olmanın tadını çıkarıyordun.  O, bu durumdan yakınmayı aklına getirmezdi.  Yaşadıklarının beklentilerine uygunluğuna, ilişkilerinizin sağlıklı gelişip gelişmediğine dair bir ölçüsü de yoktu.  Böyle bir arayış içinde de değildi.  ‘Mutlu musun?’ diye bir soran olsa, duraksamaz mutlu olduğunu söylerdi.  Genç kızlık günleriyle, seninle yaşadıkları arasında inanılmaz farklılıklar vardı.  Ondan daha şanslıydın. Aynı köyde doğmuş olmanıza karşın, kent yaşamıyla tanışman, yükseğine kadar öğrenim görmen öne geçiriyordu seni.
Üstünde yatıp yuvarlanarak büyüdüğünüz kır çiçeklerinin renk ve kokusunu bulurdunuz birbirinizde.  Evliliğinizin ilk günlerinde okumak, gelişmek ve değişmek için nasıl yanıp tutuştuğunu görebilmiştin.  Ortaokul sınavlarına dışardan girme önerine, büyük bir istekle sarılmıştı.  Çok istediği halde o güne değin erişemediği okuma olanağına kavuşmak, yeni bir çevreye uyum sağlamanın getirdiği sıkıntıları unutturmuştu ona.  İstediği bir oyuncağa kavuşmuş küçük bir kız çocuğunun mutluluğunu yaşamıştı bir süre.  On yedi yaşını henüz tamamlamıştı biliyorsun.   Bu yüzden evliliğinizi resmileştirmeyi bir yıl ertelemek zorunda kalmıştınız.
Ne ad takmıştın ona anımsıyor musun?  “Turfandam” derdin hep.  Turfanda?...
Az kullanılmış eşyalarla dayayıp döşediğiniz yuvacığınızda, gece olmasını dört gözle beklerdiniz.  Hep o adla fısıldardın kulağına “Turfandam.”  Beş altı yıl süreyle bu seslenme biçimin değişmedi.  Bu gün bile, arada bir “Turfandam” dediğinde, bunun bir abartma değil, bir özlem,  bir yenilenme dileği olduğunu ikiniz de duyumsarsınız.  
Ya o seni nasıl çağırırdı?  
Sanırım onun belleğinde senin adın sanın yoktu.  Bunca yıl sonra bile, onun tarafından hâlâ adının söylenememesini nasıl açıklıyorsun acaba?  Tutukluğunu sorun yapıp onu yeteneksizlikle suçladığını anımsıyor musun?  Doğallığına dokunmadan, önündeki engelleri kaldırarak gelişmesine olanak tanıyabilseydin, bugün ki sorunları yaşamazdınız belki de. 
Elinden geleni yaptığını mı söylüyorsun?  O zaman fazla bir şey yapmamışsın.  Otuz yıl sonra karşılaştığın durum herkesten çok senin eserin sayılır.
Aradan geçen yıllar her şeyi olduğu gibi, korumayı ve beslemeyi bilmediğiniz  ilişkilerinizi de yıpratıyordu.  İş yaşamındaki iniş çıkışların seni çok gerdiğini söyler, hırçın- lığını haklı göstermeye çalışırdın.  İyi ama, sen bir işçi hakları savunucusu olmaya soyun- duysan, o ne yapabilirdi ki? 
Göz altına alınıyor, günlerce eve uğramıyor, parasız bile bırakabiliyordun onu.  İş yaşamındaki gerginliklerin acısını ondan çıkarmaya kalktın.  Umarsızlığıyla baş başa bıraktın onu.  O günler, bunalımlar içinde kıvranan “Turfandan” için çok zor günlerdi.  Kocalığına değil arkadaşlığına, dostluğuna, anlayışlı olmana gereksinimi vardı. 
Yapabildin mi?
Evliliğinizin üstünden daha bir yıl bile geçmeden, kusurlarını abartarak yüzüne vuruyor, en kısa zamanda bunları aşması gerektiğini söylüyordun.  Bunu, onun da çok istediğini anlamak o kadar mı zordu? 
Düşe-kalka, yanıla-yenile  yol alıyordu. 
Konuşkan olmadığı gibi, içindeki açmazları anlatıp senden yardım istemeyi de beceremezdi.  Gururluydu.  Gururu; sen de dahil, kimseye yaltaklanma ölçüsünde yakınlık göstererek göze girme çabasına izin vermezdi.  Yanlışlarını, hele bir de yinelemelerini gördükçe baskını artırır:
“Nasıl yaparsın bunu? Daha dün konuşmadık mı?  Nasıl bu kadar aptal olabiliyorsun!?” diye bağırırdın. 
Saldırılarına karşı çıkamaz, konuyu değiştiremez, özür de dileyemezdi.  Ağlardı, hep ağlardı.  Sessizce, içten içe.  Pişman olur gönlünü almaya kalkardın sonra.   Sokulma çabana; içinde birazcık dişilik de olan, sıcak bir yaklaşımla yanıt verilsin isterdin.  Onda, doğuştan mı yoksa senin baskılarından mı kaynaklandığını anlayamadığın bir soğukluk, bir tutukluk gözlemlerdin.  Biraz cilve cümbüş yapması için yalvardığın olurdu.  Her zaman olduğu gibi, sessizlik ve kapalı kapılarla karşılaşmaktan kurtulamazdın.  
En önemli yanılgın; kendini yetişkin, onu cahil, görgüsüz, daha da kötüsü aptal yerine koymandı.  Oysa o, on yedi-on sekiz yaşlarında küçük bir kızdı yalnızca.  Acımasız ve haksız eleştirilerini; Turfanda’nı nasıl yaraladığını gördüğün halde, aile dostlarınızla bir aradayken bile yapmaktan çekinmezdin. 
Çoğu kez, acımasızlıkta sınır tanımazdın; aptal olduğunu kabul ederse, sorunun büyük kısmının ortadan kalkabileceğini söylerdin ona.  Sorun tümüyle sende, senin davranışlarındaydı da, kendini sorgulamaktan mı yoksundun?
Ne çok göz yaşı dökmesine neden olmuştun bir anımsa!
“Haklı olduğunu düşünüyorsan savun kendini!  Neden ağlıyor ve susuyorsun?” diye çıkışman, karşı koymaya zorlaman hiçbir zaman sonuç vermezdi.
Ama bu dileğin geç de olsa yanıtını buldu sayılır. 
Aradan geçen on yıllardan sonra, haklı haksız demeden her isteğine karşı çıkmasına katlanamıyor, “Ne halt etmişim de, onu kendime karşı savaşmaya yönlendirmişim.” diyerek kendinden yakınıyorsun.
Hem “Turfandam” diye sevip bağrına basmak, hem hoşgörüden yoksun acımasızca ezip hırpalamak nasıl bir anlayış, nasıl bir düşüncedir?
Bunu halen çözebilmiş değilsin. 
Ektiğini biçiyorsun.
Daha fazla zorlamanın bir yararının olmadığını anlasan iyi olacak.
İyisi mi, sırtını dön ve uyumaya çalış.

 
 


    

                                
Celal İlhan