Mehmet
Çetin’in, “Atımı Bağladım İğde
Dalına” adıyla yayımlanan son kitabı,
Lirik Yazılar alt başlığını taşıyor. Bu belirlenimden de anlaşılacağı
gibi,
kitapta yer alan metinlerin belirgin ortak özelliği
taşıdıkları yoğun lirizm
sahiden de. Anlatı ağırlıklı bu metinlerde, Çetin,
düşe-kalka geçip geldiği o
uzun yol uğrakları boyunca dolaştırıyor okurunu. Yaşadıklarına tanıklık
vermeye
çağırıyor. Yaşadığı deneyimler, görüp
duyumsadıklarıyla kimileyin buruk ve
kederli olsa da, esrik bir bahtiyarlık ve tevekkülle
yüklüdür yine de!
Yenilgiye payda saydığı okurunu hatırattan derdiği kır
çiçekleriyle karşılar,
geçmişte kalmış o tevatür dünyanın
dervişi, abdalı ebevenlerinin ‘te
berik’lerini dağıtır bir tuhaf iyimserlikle.
Her
bir metin yitip giden öncellere, ahde vefa dostlara,
sevgililere birer
güzelleme, hatırat özelliği taşıyor. Onca yıkımdan
böylesi güzellemelerle
doğrulmak az şey değil. Yadedeçek ne çok arkadaş
ne çok hatıra, ne çok aşk...
Üstü kalsın demeye daha mı genç, oturup
hatıralarını yazmaya daha mı erken? bu
da ayrı mesele... Aslında mesela diyesiydik biz:
Okur
“kırlara çıkmaya hazırlanan bir tay
coşkusu” içindeyken, bir hapishane
kulesine kurulmuş ışıldaklara yakalanabiliyor, ansızın! Yazar, nerdeyse
9
yılını geçirdiği hapishaneden çıkalı on beş yılı
bulmasına karşın, ışıldak,
dışarıdaki hayatı boyunca da onu, metinler üzerinden de bizi
izlemeye devam
ediyor...
Döne
duran ışıldağın aydınlattığı yeni çevren içinde
kişiler, zaman ve mekân
değişse de, birinci tekil şahıs olarak merkezde kalan anlatıcı,
yaşadıklarını,
görüp geçirdiklerini, hayatında iz
bırakanları anlatmakla bitiremiyor.
Bitmiyor
çünkü hikâye, sessizce yer
altına çekiliyor ırmak, kaynağını bulduğu
yerde dönüyor mecrasına, bir sonra ki mesel de
buluyoruz yeniden elden
kaçırılmış tutamağı... Görüntü
merkezine aldığı hayatının detayları üzerinden
gezdirilen ışıldak imgesiyle, devam edecek olursak Çetin,
bakmamız gereken
yöne, yere ışık tutuyor okurlarının önü
sıra. Bu gezintilerin toplamında
meramın bütüncül özü,
böylelikle serimlenmiş oluyor.
Işıldak,
kitapta, metinler arası ilişkiyi örgütleyen
bir metafor olarak
geçmese de, bu örgüsel bağı anlatıların
iç macerasından duyumsamak fazlasıyla
mümkün. Yazarın edebiyat serüvenini yakından
tanıyanlar, onun baştan beri satır
aralarında okurlarına sufle vermeye, inandığını telkin etmeye
dönük ve
denebilirse inceltilmiş didaktik bir söylemi olduğunu bilir.
kiileyin
Sözcüklerin sinonim olanaklarına, seslerin
yankılarıyla dönen çoğalmalarına
açık katmanlı bir imge dilidir belki de onun bu didaktik
tarafını da tebessümle
karşılamamızı sağlayan.
Hayatını
izlemeye almış ışıldağı bir olanak olarak tersine
çevirdiğinde, onun
gerisinde duran hafiyeler ve işkencecilerle yüz yüze
geliyoruz hikayenin öbür
yüzünde. Çetin’in yaşadıklarına
tanıklık vermeye çağırdıkları; işkence
tezgâhlarında yitip giden düş arkadaşları, ahde vefa
dostları, ranza yarenleri
değil sadece: ışığa yakalanmış o manyetocular, falakacılar, zebaniler,
karanlıklara gizlenmiş yarasalar da var, metinlerin içerdiği
yakın tarih
panaromasında…
Bu
metaforik yaklaşımı sürdürecek olursak, imgelemde
beliren şu oluyor:
katilini de tanıklık vermeye çağırıyor kurban. Bu
yüzleşmede insani bir
umar yok sadece, belki bir de Stockholm Sendromu dediklerine benzer bir
hal
var. Yoksa ya niye, öyküsünün
kahramanı yaptığı işkencecisini tuhaf bir ‘senli
benlilikle’ taşıyor hayatında,
öykümüzün o bildik kahramanı.
Burasında
kahraman, anlatıcı, yazar karışıyor birbirine. Yitirdiğimiz bu ayrımda
dönüp,
yazar-şairliğinden öte bir de en eski dostumuz olan
Mehmed’imizin yakasına
yapışacağız belli ki birazdan. Hemen her metninde, bir zamanlar
yaşadığı
tutsaklığına gölge etmiş kim varsa hatırlanıyor,
hatırlatılıyor bir vesileyle:
“Çocukluğunu
yeniden bulmuş bir insan sevinciyle yamacı tırmanıyorum ki, siren
sesi.. neler oluyor orada; siren sesi gidip bizim grubun yanıbaşında
susuyor:
ben pusudayım: gölge olup kendi ardıma saklanıyorum o
an…”
Kaçıp
kovalamacalarla geçen gençlik yılları
üzerinden onca zaman geçmişken,
görülen kâbus, geçmişe dair
saplantı, bir hatırlanış mı sadece?
Çetin’i
daha insaflı anlamak için yığınla nedenim var. Onun
kitabındaki anahtar deyimle
“geniş zaman gerçeğine” işaret eden
biteviye bir durumdur bu aynı zamanda.
Değil mi ki, sokaklarda durmadan canavar düdükleri
ötmekte, termal kameralar,
ışıldaklar dönmekte, biteviye meterisler, tuzaklar kurulmakta,
ölüm mangaları
şarjör değiştirmektedir ha bire, ve daha neler neler...
“Yeryüzünün
en güzel iyimserliğini paylaşmayı”
düşlediği “komşu bahçelerde
büyüyen o çocukluk
günlerinden” başlamıştır
“günlerin cehennemine yolculuk.”
Ömürce sürüp gidecektir bu; sıladan
sürgüne, zindandan o kayıp ülkeye bu
hasret, bu sanrılı yolculuk, düş kırıklıklarıyla.
Anlatıcı,
dünyanın en iyimsersem Şarlosu olmaya çabalasa da,
son hız geçerken
aldığımız bir tutam fesleğen kokusundan başka da tesellimiz kalmıştır.
Dünya
lirizmini yitireli, atımızı bağlayacağımız bir iğde dalı bile
kalmamıştır
oysa...
Dikenini
kabulümüz saysak da, artık tutunacak bir tutamak
değil sanki o iğde
dalı da... “Dağılmış bir pazaryerine
düşmüş” anlatıcı “çok
çok daha şaşkın,” bu
yüzden. İlgili metnin bir yerinde dillendirdiğince:
“Hatırla
eğilip önlerinde, geçilmeden o hatıralardan; o
kavil: o karar: o ikrar
uğraklarından geçilmeden, kişi varamıyor kalbinin
kıyısına..”
M.
Çetin’in ana meramı da bu cümlede saklı
vesselam:
“Vicdan”,
“ahde vefa”, “kadir kıymet”,
“mihnet”, “muhannet” gibi
babalarımızdan
ödünç kavramlara sıklıkla başvurması bu
yüzden.
Dilin kifayet etmediği
zamanelikte, babalarımızın dil dağarında kalan o tılsımlı kelimelerdir,
bu
sessiz çığlığı, bu lirik yakarıyı tarif edecek belki yine...
Sözü
uzatmadan kıssaya dönelim meselimizin akarınca giderek:
Yıllar
süren bir yazma serüveniyle biriktirilmiş kitap,
kanımca tasarlanmamış
bir romanın yapı taşlarını, harcını da taşıyor kendinde, şiddetle.
Metinler
birbirlerinden bağımsız ve uzak zaman dilimlerinde yazılmış; konuları
ve anlatı
teknikleriyle farklı olsalar da, toplamlarında, yazarına ukde kalmış
“ahde
vefa” bir meramı tasarlar kendileriyle. Tanıklıklara
hasredilmiş bir uzun arka
- plan hikâyesi, kitap boyunca bu dolayımla sürer.
Sayfalar
ilerledikçe beliren, kendini daha bir hissedilir kılan
romanesk yapı, ışığın
gezdirildiği detay metinlere ustalıkla serimlene gider...
Belki
de hiç tasarlanmamış bu gizli biyografik romanın taa
evvelinde Çetin’in
ilk kitaplarından biri olan ‘Asmin’ var. Oradan
okurunun aşina olduğu sesler,
kokular, duyarlıklar var. Bir dizi şiir kitabından
sonra Asmin,
Çetin’in devamı beklenen nesir kitaplarından ilki
olarak kaldı geride.
Beklenen, “Atımı Bağladım İğde Dalına” adlı bu
kitap sayılacaksa, bir
kez daha haklıdır:“her yazarın ömrünce
yazdığı aslında bir tek kitaptır” diyen.
Ana
izleklerine kısaca da olsa işaret etmeye çalıştığımız M.
Çetin’in bu son
kitabıyla beraber, Asmin’in yeni baskısı da yine Agora
Kitaplığı tarafından
okurun ilgisine sunulmuş. Yayımlandığı ilk andan başlanarak kendisi
için ‘özel’
okurlar yaratan, ancak uzun yıllardır da baskısı bulunmayan
Asmin’in yeni
kitapla birlikte yayımlanmış olması, en azından bu yazının final
saptamasının
‘sağlamasını’ da vermiş oluyor öyleyse...
Öyle,
bitirmeden, son bir hatırlatmada daha bulunmuş olalım: estetik bir
kategori olarak kitaptaki ‘lirizm’e aldanıp,
metinlerarası okuma yapmayı pek
ihmal etmemek gerekiyor, sanki. Çünkü
metinler, M. Çetin’in neredeyse
bütün
hayatına yaydığı ideolojik-etik kaygılarının, ona dair kavramsal
önermelerinin
de gizli bir bildirgesi olarak okunsun istiyor. Ol sebeple,
‘nasıl’ anlattığı
kadar ‘ne’ anlattığını da fazlasıyla
önemseyen bir yazar ile karşı karşıyayız.
DUYURU: |
Edebiyatçılar Derneği / Algı Kitabevi -Cumartesi Söyleşileri
Program: 30 Aralık 2006 Cumartesi, Saat: 16.30
Emirali YAĞAN / "Gezgin, Öteki ve Şiir"
(Fransa'da yaşayan üyemiz Emirali YAĞAN,
göçmenlik, sürgünlük ve
edebiyat
çerçevesinde bir söyleşi ve şiir dinletisi gerçekleştirecek.)
Adres: Algı Kitabevi / Kafe
Fazilbey İs Merkezi, Bayındır Sokak, No: 15,
Kat: 4, Kızılay/Ankara/ Tel.: Tel: 431 49 29
Dernek Tel: 434 46 65
E-posta: edebiyat@edebiyatcilardernegi.org.tr
|
|