ana sayfa / editoriyal / içindekiler / h@vuz'dakiler / erişim / yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
Konuşkan Zamanlar
Dışarıda hükmünü kaybetmiş cılız bir sıcaklık vardı yine. 
Ama güneşin varlığı, sabahlarımıza candan bir dost gibi gülüşü, mevsimlik rekorunu kırma cabası, güzeldi.
    Odam mıknatıstan bir odaydı sanki, o sabah da!.. Dışarılarda, izbe köşelerde soğuk adına ne varsa, derleyip toplayıp kendine çekmişti.
    Isınmasını bekleyemeden, her sabah yaptığım gibi bilgisayarın başına geçtim. En çok da ellerim üşümüştü. Neden sonra, parmaklarımın klavyede bocalayışından fark ettim bunu.
    Hemen her sözcükte isteğim dışına çıkıyor, alakasız harflere dokunuyorlardı.
    Anlaşılmaz, gergin ve de hüzünlü cümlelere dönüşüyordu yazdıklarım. Dili bir anlık bocalar ya insanın. Bocalar da bir çırpıda aktaramaz söylemek istediklerini. İşte öylesi bir durumdu.
    Bir yandan bir şeyler yazıyor, bir yandan da kontrolüm dışı yaptığım yanlışları düzeltmeye çalıyordum.
    Uzaklarda, çok uzak bir coğrafyada yaşayan bir dostun msn’si açıktı o an. “Merhaba” diye yazıverdi, beni görünce. Ardından da bir “nasılsın” sorusu döküldü önüme.
    Bir an duraksadım… Küçük bir tereddüt geçirdim sorusunu yanıtlamadan önce. Çünkü iri harfli bir soruydu. Olanca içtenliğiyle sıralanmıştı harfler. Ve hakkıyla yanıtlanmayı bekliyordu; ruh ve yürek vererek sözcüklere.
    Kimbilir, belki de ben, sıradan bir soruya böylesi anlamlar yüklemiştim. O an öyle istediğim için. Bir dostun, ama önemsenen bir dostun ilgisine duyduğum ihtiyaçtan...


    Gündelik hayatta en çok karşılaştığımız sorudur: nasılsın?
    İlginçtir, bazen bir çırpıda veririz yanıtını. İyiyim! deriz, coşkusuz, yarımağız. Öylesine, yani nezaket gereği sorulmuş bir soru olarak çıkınca karşımıza.
    Konuşmak, karşımızdaki kişiyle diyaloğu sürdürmek istemediğimiz zamanlarda da bu yolu seçeriz. Dokunulunca, en derinlerine çekiliverecek bazı bitkiler gibiyiz o anlarda. Konuşmaların uzama ihtimali korkutur bizi, yıldırır.
    Konuşmaktan kaçındığımız o anlar, aslında en tehlikeli anlarımızdır. Çünkü en çok,o anlarda acı çekeriz. En çok, o anlarda yalnızız. Ama bu, gönüllü bir yalnızlık da değil. Bizi yıpratan, yalnızlığa iten her şeyle ve herkesle birlik olup, kendimizi cezalandırırız.
    Öyle ki konuşmaların bizi, o anki dipsiz kuyudan çıkarma ihtimalini, getireceği içsel rahatlığı sezinler, bir süreliğine de olsa, bundan kaçınırız.
    Öte yandan, ağız dolusu. “i-yi-yim!” dediğimiz zamanlarımız da vardır.
    Kabına sığmayan, taşan bir ırmağız o zamanlar. Kendi halinde türkülerini söyleyerek akan bir ırmak. İyi olma halinin getirdiği hafif bir sarhoşlukla, kendimizi paylaşmanın sevincini yaşarız.
    Halimizi soranın kim olduğunun da bir önemi yoktur aslında. Candan bir dost, ya da ilk kez karşılaştığımız biri de olabilir. Hatta en çok sevdiğimiz, en çok hırpaladığımız eşyamıza bile anlatırız o deli, o çocuksu coşkumuzu.
    En ufak bir haset gütmeden, candan bir dost gibi karşılanacağımızı düşünürüz. Neden olmasın? İyice çocuksulaştığımız o esneklik anlarında, hayallerimiz de hep devrededir.


    Nasılım?.. Hakkıyla yanıtlanmayı bekliyordu bu soru. Ruh ve yürek vermem. gerekiyordu sözcüklere. Sadece ve sadece yalın gerçeği söylemeye mecbur ediyordu beni.
    Gizli gizli içimi burkan şeyleri; taze bir kırgınlığı, yo aslında kızgınlığı, görmezden gelip, mevsim gereği bizden giderek uzaklaşan güneşe baktım. Cılız bir sıcaklıkla bile sarmak, kuşatmak istiyordu yeryüzünü, insanları…
    Ne güzeldi gayreti, ah ne güzel!.. O an, sanki de parmaklarımda toplandı olanca enerjisi. Önümdeki tuşları, ani bir kararlılıkla kıpırdatıp;
 “İyi sayılırım!”diye yazıverdim… Her şeye rağmen mi iyiydim? Yoksa yaşamı,  olumlu-olumsuz tüm gelişmelerini ciddiye almayan bir anlayışın ürünü müydü?
    Kısacık bir yanıttı, fakat uzayıp gidiyordu ardındaki sorular. Ben yine, alakasız harflere dokunmaya devam ederek, yanıtlar yetiştirmeye çalışıyordum ona. “Odam soğuk. Ellerim üşüdü. Ondan sürekli yanlış yazıyorum” açıklayıcı sözüme karşılık olarak;
   “Bizim yazıştığımız konular, adamı/ kadını hepten üşütür. Yazdıkların, seni üşütmüş olmasın?” dedi.
   Sözcüklerin ustasıydı karşımdaki, soğukla içiçe geçen bir anın adını böyle koydu…


    

Fatma Babuşcu