Hava çok soğuk.
Elimi kapının at nalı
biçimindeki tokmağına koyduğumda,
içerinin sıcaklığını düşünmeden
edemiyorum. Nalı, kapıya üst üste birkaç
kez
vuruyorum.
Önce ayak sesleri duyuyorum;
ürkek basıyorlar geceye. Sonra
beklediğim ses geliyor. "Kim o?" diyor biraz titrek ama aşırı
kuşkulu.
-Benim.
-Barış, sen misin?
-Benim anneanne. Kapıyı
açar mısın? Benim...
Önce demir
sürgünün şakırtılı çekilişi,
ardından kilidin
içinde iki kez dönen anahtarın tıkırtısı. Kapı yine
de kuşku içeren bir
dikkatle aralanıyor. Önce burnu
görünüyor aralıktan, sonra
bütün yüzü. Ve ancak
girebileceğim kadar açılıyor kapı. Kırk yıllık dul
anneannem. Bu yıllar boyunca
en büyük dostu olmuş kilitler,
sürgüler ve korku.
Yüzüne
baktığımda yeşil gözlerinde bir sevinç ışığı
görüyorum. Tıpkı geçmişte çok
ender de olsa
gördüğüm gibi.
Çünkü anneannem
çok
titizdir. Bakmayın siz dolabında her zaman bir tabak kağıtlı misafir
şekeri,
bir şişe kolonya ve bir kavanoz kahve bulundurduğuna, konuk sevmez o.
İki yaşlı
arkadaşı vardır. Yıllardır üçü
birbirlerine gidip
gelirler. Belki bu yüzden,
belki pek iyi anlaşamadıklarından, bazen annem ziyaretlerinin arasını
iyice
açardı. İşte o zaman görürdüm bu
sevinci
gözlerinde. Oysa ben hep sevinirdim
anneanneme geleceğiz diye. Her şeyden önce bir saati aşkın
otobüs yolculuğu
yapardık. Küçük çaylardan
geçerdik;
köprülerden, köyleri ortasından
bölen tozlu
yollardan. Her şeyi çok büyük bir merakla
izler, adeta
otobüsün penceresine
tırmanırdım. Sonra biraz loş ve her zaman tertemiz olan bu eski ev.
İşte
anneannem dedemden kendisine kalan tek miras olan bu
evde büyütmüş çocuklarını,
zeytine, pamuğa, gündeliğe giderek. Bu eski Rum
evinin kapılarını sımsıkı kapattığında, hayalinde sayılarını durmadan
çoğalttığı olası düşmanlarını ve yoksulluğu
kesinlikle dışarıda bıraktığını
duyumsayarak... Bol zeytinyağlı etsiz yemekler, çok uzun
yıllar gaz lambası,
pirinayla ısıtılan küçük oda.
İçine adımımı attığım yaşam bir roman gibi.
Kapının arkasında ayakkabılarımı
çıkarıyorum. Ayaklarım
sızlıyor. İyice şişmiş ikisi de. Üstlerine
güçlükle basabiliyorum. İkinci kata
çıkan merdivenin tam karşısındaki odaya girmekte acele
ediyorum. Burası kış
odası. Yazın arka bahçeye açılan geniş odada
oturulur.
Odaya girince, cumbalı
küçük pencerenin hemen
önündeki
sedire oturuyorum. Cumbada yaz kış mutlaka bir saksı
çiçek bulunur, biliyorum.
Ama gece olduğu için, sarı patiska perdeler sımsıkı kapalı.
Çiçeğin varlığını
duyumsuyorum yalnız. Kıtık yastıklara dayanıyorum. Üzerlerinde
kanaviçe işli
örtüler var. Dizi dizi mor karanfiller. Ellerimi karanfillerin
üstünde gezdiriyorum.
Öyle
canlılar ki...
Anneannem yer
minderinde oturuyor.
-Çok
üşümüşsün, diyor.
-Evet, çok üşüyorum anneanne.
-Şu pirinanın üstünü açayım,
ısınırsın şimdi. Bir de kahve
yapayım sana.
Derileri kurumuş elindeki maşayla
mangaldaki pirinayı
karıştırıyor. Korlar kıpkızıl ışıyor gecede. Anneannem odadan
çıkıp kahve
cezvesiyle dönüyor. Cezveyi kor halindeki pirinanın
içine sürüyor. Uykulu
gözlerle izliyorum onu. Çok uykusuzum.
Keskin
bir kahve
kokusu dolduruyor odayı çok geçmeden. Bana bir
fincan kahve uzatıyor. Bir
sigara yakıyorum, ellerimi saklamaya çalışarak. Derin bir
nefes çekiyorum.
Samsun tadı bu. Bir yudum kahve içiyorum. Dudaklarım
kanıyor. Göz göze
geliyoruz. Çok üzgünüm.
-Buraya
çok sık gelir oldun. Canın da sıkkın
görünüyor. Bir
şey mi oldu Barış?
-Evet, sık gelir oldum, biliyorum
anneanne; nedenini mi
bilmek istiyorsun? Belki şu pirinanın kavurmayan sıcaklığına, belki
artık
esirgemediğin kahvene, belki de her şeyle yıllarca savaşmana, tek
başına
savaşmana yeten direncinden güç almaya geliyorum,
kim bilir? Kapının önünde
buluveriyorum kendimi işte.
-Babaannene
gitmiyor musun?
Sesinde hafif bir dokundurma sezinliyorum.
Babaannemi daha
çok sevdiğimi kastediyor. Eski bir
küskünlük mü gizliyor
içinde? Ben babaannemi
çok severim, doğru. Çünkü o,
insanları çok sever. Her gidişimde
görürüm
gözlerindeki sevinç ışığını, ayda yılda bir değil.
Yine de yumuşacık bir sesle
yanıtlıyorum.
-Gidiyorum, evet. Ama o evde yokken
gidiyorum. Çokluk karşı
komşusu Hüsniye Tete'ye gider, biliyorsun. Hasanaki evden
çıkar çıkmaz ya
Hüsniye Tete gelir babaanneme ya da o gider teteye.
Küçük halam da mahalledeki
kızlardan birine gidince ev boş kalıyor ya, işte o zaman gidiyorum.
Yavaşça
açıyorum kapıyı. Hiç oyalanmadan ikinci kata
çıkıyorum. Üst kattaki odalardan
sağdakine, hani doğduğum oda var ya, işte o odaya giriyorum. Denize
bakan
pencereye koşuyorum hemen. Bazen kapalı bulduğum tahta panjurları
açıp denizi
ve güneşi görüyorum. Usulca geziniyorum
odalarda. Eşyalara dokunuyorum. Bir
hırsız gibi kaçıyorum sonra.
-Neden?
-Birincisi,
beni böyle görmesini istemiyorum.
-Nasıl görecek ki?
-Senin şu anda göremediklerini
görür o, duyumsar, hemen
anlar. Üzülür, kahrolur. Bunu istemem.
İkincisi anneanne, o evde öylesine
duygulanıyorum ki, bu beni incitiyor,
güçsüzleştiriyor. Direnme
gücümü
azaltıyor. Bu yüzden buraya daha sık geliyorum. Hem artık sen
de seviniyorsun
geldiğime.
-Çok
yalnızım Barış, çok yalnızım.
-Hep
öyle olmak istemiştin. Ama bak, artık çok sık gelir oldum buraya. Yalnız
değilsin artık.
-Başka
nerelere gidiyorsun?
-Her
yere gidiyorum anneanne, güneşe bile. Düşüncelerim kanatlı sanki. Bütün
sokaklarını dolaşıyorum çocukluğumun. Bazen bir hüzün kanatıyor içimi. Pencere
ya da kapı kenarlarından ince bir günışığının sızdığı loş odalarda kıvrılmış
yatan bir cenin gibiyim. Yine de karanfiller ellerimin altında.
Yeşili
hala capcanlı, çukura kaçmış gözlerinin buğulandığını görüyorum.
-Yoksa
seni ziyarete gelen bir ben miyim anneanne? Onun için mi bu denli yalnızsın?
Salt benimle mi görüşüyorsun bu düşsel evde? Sen öleli kaç yıl oldu anneanne?
Üç mü, beş mi? Uzun ve sağlıklı bir ömürdü seninki. Çocuklarını, torunlarının
çocuklarını gördün. Ölüm hiçbir şeyin sonu değil. Bak, ne sık görüşüyoruz
seninle. Bunu sağlığında bile yapmazdık, değil mi?
Artık
iyice dolan gözlerini, başındaki tülbendin ucuyla siliyor. Eskiden ağlamayı
bilmediğini ve sevmediğini düşünüyorum.
-Namazım
kaldı. Yukarı çıkıp kılayım. Sen yat, dinlen biraz, diyor bana.
Pirinayı
son kez karıştırıp korları ortaya çıkarıyor. Sonra odadan çıkıp sessizce
kapatıyor kapıyı. Sıcağı tenimde duyuyorum. Bu ev iyice eskimiş olmalı.
Anneannemin üst kata çıktığını anlıyorum tahta merdivenlerin gıcırdayışından.
Sedire uzanıyorum boylu boyunca. Gözlerim
kapanıyor. Çok yorgunum.
düş
gibi bir uykuya dalıyorum ya da uyku gibi bir düşe yorgunum sızlıyor her
yanım yaralar içinde görsün istemezdim aldırmazdı eskiden olsa olsun üzülür
görmesin ellerim yüzüm şiş yaralar içindeyim düş mü bu uyku mu ne zor anlamak ne
zor bir anahtar sesi kilidin içinde dönen bir anahtar bir demir sürgü
şraaaaaaak diye çekilen
Uyanıyorum.
Açılan
kapıdan hücreye giren ışık altında,
soğuk, ıslak beton zemine kıvrılmış yatan cenin gibiyim. Doğrulup dikilmeye
çalışıyorum zincirlerime karşın. Gözlerimi kırpıştırıyorum. Adamlar görüyorum
kapıda. Bana bakıyorlar. Elinde anahtarlar bulunan gardiyanın yanındaki sivilin
sesi tarıyor geceyi:
-Barış
sen misin?!!
|