-Yıllar sonra kendimi bir
başka çocukta yeniden yaşayacağımı doğrusu hiç düşünmemiştim. Ne kadar
küçükmüşüm o zaman, ne kadar ezik...
-
Yatılı bir okulda bir
haftadır öğrenci adaylarını kaydediyoruz. İkinci sınavlarını biz yapacağız. Bu
sınava günler öncesinden hazırlandık. Okulu her zamankinden daha sevimli
göstermek için gizli kaygılarımız var. Nedense kişiler gibi kurumlar da çok
dürüst çıkmıyorlar görücülerinin karşısına. Hiçbir makyaj yapmadan, olduğumuz
gibi çıksak da pek çok isteklimizin olacağı kesin. Devlet kazanının kulpundan
tutmak için sırada bekleyen o kadar çok çocuk var ki. Bir haftalık sürede bunu
bir kez daha öğrendik. Çocuklar Anadolu'nun en uzak ilinden, kasabasından, en
çok da köyünden çoğala çoğala geliyorlar.
Yorgun, kanadı kırık kuşlar
gibi çoğu. Daha işin başında soluk renkli bir umut vurmuş yüzlerine. Bilgi
çağına girdiğimiz şu yıllarda değişen, gelişen Anadolu bu değil. Birileri
çalmış sevinçlerini, düşlerini. En çok da gülücüklerini çalmış.
Umudun da soluk renkli
olabileceğini yıllar öncesinden biliyorum. Tıpkı sırtımdaki ters yüz edilmiş
ceketim gibi...
Müjdem sarı zarfın içinden
çıktığı zaman bir kaygı sardı annemi.Bu çocuğun üstünde yok, başında yok, nasıl
çıkacak el içine demeye başladı. Komşu çocuklar dolaşıldı, pazarlar
araştırıldı. En son babamın askerlikten getirdiği takım elbisenin üstümde
uyarlanmasına karar kılındı. Terzi bozması birine günlerce gidip gelidim.
Tepeden tırnağa söktü ceketi. Pamuklarını, telalarım yeniden dizdi. Pantolonu
yanlarında daratlttı, boyundan kısalttı. Her gittiğimde, "Yenisini
dikmekten daha zor" diye söylenmesini sürdürdü.En son takım elbiseyi
giydirdi bana. Elbise bol muydu hala? Ceketin solundaki üst cep sağına mı geçmişti?
Havı dokumlu ve soluk...
Yeni elbisemin bolluğuna çareyi babam buldu: Varsın
bol olsun, dedi. Nasıl olsa büyüme çağında...
Masama korku ve ürküyle
yaklaşan yeni bir öğrenci adayına bakıp; soluk umutlular ordusuna yeni bir aday
daha katıldı diyorum.
Hoş geldin evladım.
Hoş bulduk.
Sesinin rengi de soluk.
Sözcükler ağzının içinde kayboluyor. On iki yaşlarında, kara kuru bir çocuk.
Babasından kalan, ters yüz edilmiş giysileri olmasa da nedense o çocuk ben
oluyorum. Yıllar öncesindeyim. On iki yaşlarında. Kayıp bir zamanın içinden
çıkıp gelmişim. Şimdi kendimi uzaktan seyrediyorum... Bedenim yıllar öncesine
ait ter başaltıyor...
Devlete ait masalardan
korkmuşum nedense? Daktilolardan, mızrak gibi duran kalemlerden. Bir de
gözlüğünün üstünden bakan,
gülmeyi unutmuş insanlardan...
Adımı kaydedecek görevlinin
masasına çekinerek yaklaşıyorum.
Korkma evladım, yaklaş biraz.
Görevli adımı soruyor. Bir de
geldiğim memleketimi.
Sözler, bir ıslık gibi zayıf
çıkıyor dudaklarımdan. Sevmediğim bir ses tonuna takılmışım yine. Ama elimden gelen bu. Söylediğim
adım iğreti gibi duruyor üstümde. Memleketim diye kayıp bir ülkenin
adını söylüyorum.
Bunlar da kayıp bir ülkenin
kayıp çocukları olmaktan kurtulmak için gelmediler mi buraya? Bunu bağıra
bağıra anlatsam onlara. Babasının ters yüz edilmiş ceketini giyen bir çocuğun
feryadı bu desem. Üzerlerindeki umudun soluk rengini üfleyip dağıtmak için
yapsam. Ama olmuyor. Elimdeki
onca yetkiye karşın
yapamıyorum.
O yitik ülkeden başlayan
yolculuğum canlanıyor gözümün önünde...
Postadan çıkan o sarı zarf ne
çok şeyler değiştirdi yaşantımda. Kim bilir daha ne çok şeyler değiştirecek? Varsın soluk
olsun umutlarım. Hiç umudu olmayan çocuklardan daha iyi değil mi?
İkinci sınavı da kazanacağım
hem de. Herkese, en çok da bana bağışlanan bu yaşantıya inat.
Umudumun soluk rengini
değiştireceğim ellerimle...
Bu sevincim tüm ailemi, yakın
çevremi sarıyor. Sarı zarf elden ele dolaşarak eskiyor. Devletin bastığı mühür gökten inmiş
bir ayet kadar kutsal geliyor bana. Köyde hemen herkes beni konuşuyor. "Oku"
diyorlar. "Büyük adam ol, dualarımız seninle..." Ah dualar. Umudun
bir soluk
sesi de o değil mi? Annemin
tek desteği. Sarı zarfın gelmesinden sonra gece gündüz o sesi üflüyor
üstüme...
Umuda yolcululuğum başlarken
büyük bir kalabalık uğurluyor beni. Arkamdan su dökenler çıkıyor.
Babam beni dağların ardındaki
tren istasyonuna kadar götürecek.
Ana yola indik mi kamyonlar
geçer, diyor.
Tahta bavulumu biraz babam
taşıyor, biraz ben. Yol uzadıkça bavulum ağırlaşıyor. Yolda bulduğumuz bir sopayı kulpuna
takıp birlikte taşımaya başlıyoruz. El kaldırdığımız kamyonların
hiçbiri almıyor bizi. Babam
devletin sarı zarfını, mühürlü kağıdını gösterse de değişen bir şey
olmuyor. Dağlar, tepeler
aşıyoruz. Kuşlar, dereler yol gösteriyor bize.
Tren istasyonu apansız
çıkıyor karşımıza. Önünde bekleyen pancar yüklü vagonlar var. Lacivert giysili, yakalarında kırmızı
kadifelerden işaretli olan şapkalı görevliler dolaşıyor. Bekleme salonu
kalabalıkça. Sarı zarfın
ulaştığı çevre köyün çocuklar kuşlar gibi uçarak gelmişler buraya. İkinci
sınavı kazanma şansımı
azaltacakları için bu çocukları düşman gibi görmeye başlıyorum.
Gecikmeli de olsa
beklediğimiz tren geliyor. Salkımsaçak öğrenci, asker dolu içi.
Gurbetin ne olduğunu en çok
trende anlıyorum. Elini kulağına atmış bir asker uzun, yanık havalı
türküler okuyor. Yaşlı,
yorgun bir tren. Belli ki çok yer yurt dolaşmış. Aka, dura vadiler, tüneller
geçiyor. Herkesten çok yanık
düdüğü yol arkadaşım oluyor. Hangi camdan dışarıya baksam bana el
sallayan babamın yüzünü görüyorum.
Sakalı daha çok uzamış. Ağzına dökülen bıyıklarından
süzülerek geliyor sesi:
"Gördüğün gibi rezillik buradaki hayat oğlum... Oku, kendini kurtar...
Bizleri
de düşünme..." Duaların
o soluk sesi şimdi babamın dilinde. "Ya kazanamazsam?" Kızıyor bana:
"Tövbe de, sakın ola
feylini de bozmayasın..." Bakıyorum, umudun soluk rengi onun gözlerine de
vurmuş. Nedenini bilmeden
kendimden çok babama acıyorum.
Konuştukça gözlerindeki
ışıltı çoğalıyor. Sevinici sevincim oluyor. Onu ben yapan bu korkunç kesişmeyi anlatsam mı ona?
Çok daha erken ama. Kısa konuşmalarla gözlerindeki ışıltıyı çoğaltmaya çalışıyorum:
Okulumuzu sevdin mi?
Utanıyor.
Sevdim, diyor. İki küçük
pembelik gelip yanaklarına oturuyor.
Dilerim kazanır, öğrencim
olursun.
İncecik gülümsüyor.
Gurbet, özlem de olsa
bilmemeli bu tren yolculuğu. Dağlar devrile devrile yeni ufuklara yol vermeli... Trenden indikten
sonra biraz da burunlu otobüslerle gidiyoruz...
Dağ başında bir okul burası.
Beş on bina topluluğu. Bol kavağı var; ince, uzun. Şose yol okul binalarının içinden geçiyor.
Görevli, yeni gelenlere yol gösteriyor. Uzun, kocaman bir koğuşa giriyoruz.
Yatakhane burası işte, diyor.
Demir bir dolap gösteriyor
bana. Tahta bavulumu kaldırıp üstüne koyuyor.
Bak, senin gibi uzaklardan
gelen arkadaşların var.
Sınavda kazanma şansımı
azaltacakların hiçbirini arkadaş olarak göremiyorum.
İstersen ranzanın üst katında
yat, diyor görevli. Daha manzaralıdır orası.
Bir ranzaya, bir görevliye bakıyorum.
Haydi haydi, diyor görevli. Üste çık bakalım. Korkman için bir
neden yok, düşmezsin. Sınavı
kazanamazsan bir daha yatamazsın böyle bir yerde.
Sınavı kazanamazsam mı? Bu konuşmayla can evimden vuruluyorum.
Bilgi adına kafamda olan her
şey uçup gitmiş gibi. Okulun devasa binaları üstüme geliyor. Kaf
Dağı'nın arkası buralar olmalı.
Yüzüme bir tokat vurup beni süpürge yapacak devasını özlüyorum.
Süpürge olsam bu korkuların, sorumlulukların tümünden kurtulmuş olmaz mıyım? Kime, neye
sığınsam burada? Kendime ait bir
dua yaratıp onu mırıldanıyorum. 'Ey hayat, acı bana... N'olursun,
tuttuğun elimi bırakma...'
Kime dua edip yalvardığımı bilmiyorum. Bildiğim birşey var;
herkesin yalvarıp sığındığı Tanrı değil benim yalvarıp sığındığım. Ettiğim bu dua da hiçbir kitapta
yok. Çocuk kalbimin sesi bu.
Kendi istedi, kendi buldu. Niçin yaptı bunu? Açık yüreklilikle
söyleyeyim ki herkesin sığındığı Tanrı'ya kırgın o. Tanrı'ının çok şey yapacak güçte olduğu halde
bunları yapmakta çok cömert
olmadığını biliyor.
"Ey hayat, acı bana... N'olursun, tuttuğun elimi
bırakma..."
İkinci duamı daha yüksek sesle söylüyorum. Bir kuş gelip ötüyor
penceremde. Gökyüzü hareleniyor. Eminim, benim yarattığım Tanrı duydu sesimi. Daha
cömert, daha koruyucu
davranacak bana.
Beni buraya getiren görevlinin son sözü bir taş gibi içime
oturuyor.
Bu sınavı da kazanacağım, diyorum yüksek sesle.
İstiyorum ki görevli duysun sesimi. Dönüp bakıyorum. Gitmiş.
Bindiğim trenin dağlarda yankılanan sesi kulaklarımda. Babamın
bulutlara, dağlara çizilen yüzü
giderek büyüyor.
Yüzünde yıl yarası gibi bir şey var. Bende de var o yara. Sadece
yerleri değişik. Onunki alnında.
Benimki çenemin üzerinde. Çoğu zaman unuturum yıl yaramı. Yıllar
oldu çünkü. Ne zaman
hatırlayayım, ağrıya sızıya benzemeyen, ama yine de ağrı sızı gibi
olan tuhaf bir titreşimle seğirip
durur. O çocuğun anlındaki daha büyük. Mühür gibi. Onunki de
sızlar mı acaba? Sorsam mı? Soluk
giysilerinin içinde büzülüp kaybolmuş. Bol gelen pantolonun belini
çekip duruyor. Ben, giderek
daha çok o oluyorum. Çenemin üzerindeki yara her zamankinden daha
çok sızlıyor.
Yıllar önceki kendim olmaktan kurtulunca ona dönüyorum. Gözleri
şimdi daha parlak. Konuştukça
çözülmüş, rahatlamış gibi. Seviniyorum. Önümdeki listeye bakıp
adının karşısına gerekli işareti
koyuyorum.
Sınavın yarın, diyorum. Şimdiden başarılar diliyorum sana.
Burnunun üstünde boncuk boncuk terler birikmiş. Her şeye karşın
seviniyor. Bol gelen ceketinin
içinde eskisi kadar düşük değil omuzları. Yıllar öncesinde küçük
aklımla yarattığım o duamı şimdi
de bu çocuk için okuyorum: 'Ey hayat, acı bu çocuğa... N'olursun,
tuttuğun elini bırakma...'
Birşiy mi dediniz bana öğretmenim?
Gülümsüyorum.
Hayır, bir şey demedim.
Sanki bir şey işitir gibi oludum da.
Bavulunu al, benimle gel, diyorum.
Kalacağı yatakhaneye götürüyorum. Birkaç koridor, bina geçiyoruz.
Her geçtiği yere şaşırarak
bakıyor.
Yatakhanede boş bir ranza buluyorum.
İstersen yukarda yat, diyorum.Daha manzaralıdır orası.
Kocaman tahta bavuluyla sınava gelmiş o çocuğum yine. Aynı rolü
oynamakta hiç acemilik
çekmiyorum.
Korkman için bir neden yok. Düşmezsin.
Bir ranzaya, bir bana bakıyor çocuk.
Ben aşağıda yatayım, diyor ezik sesiyle.
Israr etmiyorum. Umutsuzluğun soluk rengine boyanıyor yine her
şey.
İlk gecemde uyuyamıyorum. İlk kez elektir görmüş bir çocuk olarak
uzun süre ampule, ışığa bakıp
duruyorum. O gece bir boşluk içinde kalıyorum. İkinci sınavı da
kazanırsam yaşamımda ne çok şey
değişecek. Ya kazanamazsam? Terler basıyor bedenimi.
"İrezilliktir burdaki hayat... Sen kendini
kurtar ve bizi düşünme..." Babamın sesi çok eskilerde
dinlediğim bir masalın sonunu anımsatıyor
bana "... Arkana dönüp bakma, tuz olursun..." Meraktan
çatlayacak gibi oluyor adam, dayanamayıp
arkasına dönüyor...
Arkama bakmamaya, tuzdan adam olmamaya kararlıyım... .
Bunca aradan sonra hala rüyalarında sınav gören biriyim. Rüyada da
olsa korkutuyor bu sınavlar
beni, terletiyor.
Bu gece de öyle oldu.
Sınav başladığından beri soluk soluğa çocuklar. Herkes nefesini
tutmuş; sessiz, ama korkunç bir
yarıştır gidiyor. Beni yıllar önceme alıp götüren o çocuğa
bakıyorum. Hepsinden daha sıkıntılı;
ofluyor, pufluyor, kalem çeviriyor. Daha olmadı saçlarını
karıştırıyor. Alnındaki yıl yarası bir dağın
üstündeki kratere benziyor.Uzun saçları kıvrılp düşüyor üstüne.
Eli şimdi yıl yarasının üstünde. O
yara bunca zaman sonra yeniden sızlamaya başlamıştır muhakkak.
Yoksa neden koysun ki elini
oraya?
Ben de elimi yıl yarama götürüyorum. Biraz daha zorlaşanı yeni bir
sızı duyabilirim. Sıkıntımı
dağıtmak için başka şeyler düşünüyorum. Ne ki az sonra yine ona
takılıyor gözüm. Herkesten daha
çelimsiz, daha yoksul bu çocuk. Burada bir eşitsizliğin,
haksızlığın sınavı yapılıyor gibi geliyor
bana. Bu duygu içimde birikince oturduğum yerden kalkıyorum. Sınav
salonunda gezinir gibi yapıp
onun yanına varıyorum. Gözümün ucuyla yanıt verdiği sorulara
bakıyorum. Sandığımdan daha
başarılı bulunca seviniyorum. Böyle olduğu halde yine de
dayanamıyorum, yanlış yanıtlanmış bir
sorusunun üstüne parmağımı koyuyor, işaretlemesi gerekeni
gösteriyorum. Anlıyor, yanlışını silip
düzeltiyor.
Dönüp masama
geliyorum. Salondakiler kopya verdiğimi anladılar mı acaba? Heyecanlanıyorum.
Yıllardır içimde
geliştirdiğim 'eşitlik, yansızlık' ilkelerimi bozduğum için hiçi de suçluluk duymuyorum.
Tersine, vicdanımı rahatlatmış gibiyim. Seviniyorum. Yıllar sonra bir
başkasında ben
olarak hakkımı almış
gibiyim. Nedenini bilmiyorum, bu duyguyu daha çok yaşamak istiyorum.
Varıp biraz daha
yardım etmeliyim ona.
Oturduğum yerden
kalkıp, hızlı adımlarla kendime doğru gidiyorum...
|