ana sayfa / editoriyal / içindekiler / h@vuz'dakiler / erişim /  yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
Çukur

Akşamın son ışıkları yalazlanıyordu kahverengi tabakalar üzerinde. Turuncudan başlayıp kızıla varan binbir değişik tonuyla, yangın yerleri gibi alev alevdi Yarma. Kıvrımlarının tümüne yerleşmiş olan yosun çizgileri görünmüyordu şimdi. Mavilerin koyulup laciverde dönmesiyle beraber, alevler zayıflayıp söndü. Güneş, yeni muhtarın diktirdiği sokak lambası yanıncaya dek umutları boğarak koyulacak olan karanlık bir zaman parçasını başlattığından habersiz, yavaşça girdi kayanın ardına. 

Bacanın deliğinde uğuldayan rüzgâr, ocağın küllerini savuran bir hışımla odanın ortasından çıkıyor, kat kat buruşmuş ciltleri ürperten bir serinlikle içeride dört dönüyordu.

Derine oyulmuş küçük pencerelerin altında, ocağın iki yanında seriliydi yataklar. Koyu renkli sentetik kumaşların içine doldurulan kıtıkla yapılmışlardı. Üstlerindeki eprimiş yorganların, kendileri de dahil olmak üzere, hiç kimseyi ısıtacak halleri kalmamıştı.

Bir dizi kütükten oluşan tavanın ağırlığı altında çarpılıp çatlamıştı duvarlar.  Çatlakların kesiştiği noktalarından kocaman parçalar düşüyordu yere. Kütüklerin arasından çıkan bir kertenkele başını uzatıp aşağıya baktı. Oyuncak gibi duran pencereleri, duvarlardaki sabit dolapları, yüklükleri, hatta yıllardır kullanılmamış banyoya açılan, yeşil yağlıboyayla boyalı ahşap kapakları gördü. Ortalarına çakılan bir çivinin ekseninde dönen küçük tahta parçalarıyla kapatılmıştı bunların tümü. Kertenkele! Şaşkın şey... Kayıp da adamın üstüne düşeceği sırada, arka ayaklarından birini bir kıymık parçasına takıp toparlandı. Kütüklerin arasındaki çizgide yitip gitti.

Odanın aralık duran kapısından içeri sıvıştı ihtiyar tekir. Kalın kuyruğunu iki yana sallayarak yaklaştı adama. Onun bir yığın damarla birkaç parça kemikten oluşan eline uzun uzun sürtündü. Sinirlendi adam. Eskiden böyle şımarabilir miydi hiç! Elinin tersiyle vurdu muydu, anında yapıştırırdı duvara. Zaten yanaşamazdı ki bu kadar! O da biliyordu gücünün tükendiğini. Sanki geçmişin öcücü alır gibi, nasıl da ısrarla sırnaşıyordu öyle!

Dışarıda uzayıp giden bir inek böğürtüsü... Yarmadaki yankısını dinledi kadın. Çocukluğundan beri bilinçaltına yerleşmiş olan garip bir alışkanlıktı bu. Altında ahırın yer aldığı balkona çıkınca, bütün heybetiyle karşısında dikilirdi o kaya. Yüzyıllardır arasından gürül gürül akan Sultan Suyu’nun aşındırıp sivrilttiği çıkıntılarıyla, kıvrımlı taşların gölgesinde yetişen koyu renkli kadifemsi bitkileriyle; insanın benliğine dek işleyen Yarma. Ömrü, onun gölgesinde kalan bu sıradaki evlerde geçip gitmişti. Oyuklarında çoğalan yankılara sevdalanmayıp da ne yapacaktı!  

***

Kiraz zamanı!

Çoluk çocuk birbirinin peşi sıra akın ediyor köye. Yıkanmış çarşaflar beyaz değil, kar beyaz! Sandıktan çıkarılıp veriliyor her birine. Yüklüklerden teker teker, beyaz sabun kokusuyla birlikte iniyor yer yatakları. Kimi üst kata yeni yapılan odalardan birine yerleşiyor, kimi alt kata sıkışıyor. Kız kısmı akşam oldu muydu, çoluk çocuğunu topladığı gibi doğru kaynatasının evine, yatmaya gidiyor. Sadece onlarda değil, Anadolu’da usul böyle! Oğulların sona kalanı kusura bakmayıp, mutfağı yatak odası belleyerek dona kalıyor.

Sabahları her zamankinden erkencidir Ayşe Kadın. Evinin direği! İnekleri sağıp sütü çoktan kaynatmıştır. Torunları lıkır lıkır içtikçe, onun canına can katılıyor sanki. Niye yaptı onca reçeli? Ayranı saatlerce yayıkta ne diye dövdü tokmakla da yağını çıkarttı? Hepsini tabaklara koyup hazırlıyor, sabırla bekliyor kalkmalarını. Şehirliler ya hani, geç kalkarlar elbet! Ne yapsın, bekliyor! Yeter ki canları sağ olsun...  

Yataklar yüklüklere dönünce kuruluyor kahvaltı sofrası. Acele ediliyor, çünkü bahçeye gidilecek. Fasulye, patlıcan, domates toplanacak. Çoluk çocuk bol bol yesin. O uzun boylarıyla, olgunlaşmış meyveleri kolayca toplar oğulları. Gelinler işin ucundan azıcık tutsun, yeter.

Cümbür cemaat düşülür yola. Şimdiki gibi mi, konu komşu kıyamet! Karşılaştıkları zaman, “Maşallah!” derlerdi kalabalıklarına. Kim ne zaman gelmiş, ne kadar kalacakmış; ayrı ayrı sorguya çekilirdi hepsi. Ayşe Kadın’ın gönenişine sevinerek ortak olurdu kimi, kimi de kıskanmakla yetinirdi.

Büyük bir gürültüyle yalağa dökülen Sultan Suyu’na deli olurdu torunlar. Ellerini, yüzlerini ilk önce yıkayabilmek; buz gibi suyundan avuç dolusu içebilmek için birbirleriyle adeta yarışırlardı. Üstleri başları kirlenecek diye endişelenirdi gelinler.

Köyden çıkınca, beton köprünün ötesinde uzanan bağ yoluna girilirdi. Yatışmış Sultan Suyu’nun on metrelerce derinden aktığı dik bir vadi uzanırdı yolun alt tarafında. Üstündeyse, eşkıyalar gibi dizilmiş tehlikeli ve sivri kayalar!    

Küçük taş değirmeni geçince, Derebaşı’na ayrılan yola girilir. Gittikçe yükselen bir rampadır yol. Sonra geniş, düzlük bir araziye gelinir. Köylünün ‘Baraj’ dediği, o durgun ve geniş suyun kıyısı boyunca yürünür. Dev gibi kayaların ardında olduğu söylenen boğazdan gelir bu su. Yüksek şelalelerden akarken taşları nasıl oyup biçimlendirdiğini; açık havaya ninni tadında şırıltılar bırakarak nasıl ilerlediğini anlatmakla bitiremez görenler. Ama o şelale ve çağlayanların niye barajda durulduğu, yayılıp genişlediği bilinmez. En azından, Ayşe Kadın bilmez. Yemyeşil bahçelerin ve asırlık gür ağaçların daralttığı taşlık bir yola girilir sonra. Zaman zaman boğaz suyunun yıkayıp parlattığı yumurta biçimli taşlarda kayabilir çocuklar. Bu yüzden yetişkinler tarafından elleri tutularak güvene alınırlar. Yol ancak iki kişinin geçişine izin verir. Peş peşe dizilip düşe kalka ilerler kafile. Ayşe Kadın’ın Derebaşı’ndaki bahçesine gelindiğinde, suyun yükseldiği ve köylünün karşıya geçmek için dizdiği iri taşların işe yaramadığı görülür. Oğlanlar alışkın; pantolon paçalarını sıvayarak çoraplarını çıkarırlar. Ayakkabılar ellere. Gelinlerin nazlanışını gören, onları şehirde doğup büyümüş sanır. Oysa bu Ayşe Kadın, hepsini gidip konu komşudan istedi bir bir.  Neyse, düşünür taşınır da, yine sonunda hoş görür!  İtiraz eden oğullarının hakkından gelip, küçükten büyüğe doğru sıraya dizer torunları. Arkasını dönüp yere çömelir. “Hadi bakalım!” diyerek ellerini omuzlarının üzerinden arkaya uzatır, sıkıca bileklerinden tutup kavrar onları. Sonra yavaşça doğrulur ve hepsini tek tek sırtında geçirir karşıya.  

Yıllardır çocukları geldiğinde, ilk iş olarak hep bahçenin üst tarafına gider Ayşe Kadın. Kabakların arasındaki ot öbeğini çabucak eşeler. Dışında isin kara bir katmana dönüştüğü tenceresiyle melamin tabakları her zaman hazırdır orada. Bir tahta kaşıkla bir tutam da tuz! Kapların tozu toprağı gitsin diye şöyle bir suya tutulur hepsi. Çıkındaki eti tereyağıyla kavururken, gelinler de soğan söker duvarın dibinden. Derenin suyunda yıkanınca kar gibi, bembeyaz olup kütür kütür doğranırlar. Salça çıkından, taptaze fasulyeler bahçeden. Pişerken mis gibi kokusunu yayardı ortalığa. Sac ekmeğini de koydun muydu önlerine. Çocuklar kendilerinden geçer, Ayşe Kadın büyük bir keyifle onları izlerdi. 

O günlerden bugünlere nasıl gelindi, bu iş ne zaman böyle oldu; bir türlü aklı ermedi Ayşe Kadın’ın. Derin derin içini çekti. Camın önünden sarkan kabloya baktı dalgınlıkla. Sanki aranacaklarmış gibi, bir de telefon bağlatmışlardı.

Konu komşu  -ağız alışkanlığıydı işte, yoksa köyde komşu mu kalmıştı, hepsi hepsi beş nüfuslu bir hane-  “Suç sizde,” diyorlardı. “Halinizi bildirmiyorsunuz. Onlar aramıyorsa, siz arayın!”

Ellerini yüzlerine tutup utana utana gitmemişler miydi evvelki yıl! Yedi çocuğun yedisinde de birer haftadan fazla kalabilmişler miydi? Yedinci günün sonunda karga tulumba yollara düşülmüş, bitmek bilmeyen merdivenlerde solukları kesilmiş, daha yorgunlukları çıkmadan hafta geçivermişti.

Artık hepsi de torun torba sahibiydiler. Gelinleri, kızları çalıştığından onların çocuklarına bakıyorlardı. Üstelik, her birinde başka bir dert! “Kalk kadın kalk,” demişti sonunda adam. “Bunların işi bizden çok, bir de utanmadan çıkıp gelmişiz bize baksınlar diye.”

          Ertesi gün biletler hazırdı. Akşam, onları uğurlamak için bulundukları yere, küçük oğlunun evine geldi hepsi. Yenildi, içildi; bol bol havadan sudan konuşuldu. Burukluk falan şurada dursun, neşelerini saklama gereği bile duymuyordu gelinler.

           Gitme zamanı geldiğinde hep birlikte ayaklanıldı. Sarılındı, öpüşüldü. Birkaç damla sahte gözyaşı da unutulmayıp akıtıldı. İhtiyar çift, arabasıyla kendilerini otogara götürecek olan büyük damadın ardına düşüp, teker teker inmeye başladılar basamakları.

Ayşe Kadın unuttuğu hırkasını almak için alt kattan geri döndüğünde, küçük gelini bir avuç çöpü ara sokakta toplanan pazarın çöpüne yetiştirebilmenin kaygısı içinde buldu. Ortancası, gözlerine de yansımış olan bir kutlama havasıyla elindeki börekten kopardığı iri  parçayı çiğniyor; üçüncüsü köşeye çektiği kocasına buyruklar yağdırıyordu. Onun kaynanasını görünce susması; son derece gereksiz bir davranıştı. Artık misafiri sayıldığı hayat karşısında deneyim sahibi olan Ayşe Kadın’ın edindiği izlenimi pekiştirmekten başka bir işe de yaramadı zaten.

Boğazında koskoca bir yumruyla döndü köye. Kocasına hiçbir şey anlatmadı ama, “çocuklara para,” diye tutturdu. Cenaze giderleri için yüklüğe kaldırmış oldukları torbayı oradan indirdiler. Her birine eşit miktarda parayı, ziyaretlerine gelen bir uzak akrabanın yardımıyla gönderdiler. Böylece, orada kaldıkları dönemin bedeli ödenmiş oldu. ‘Yeniden ihtiyaç duyulabilir’ diye, sonraki emekli maaşları zarflarından bile çıkmayıp, üst üste biriktirildi. Çömlekte tereyağı, bidonda zeytin; yeter artardı. Zaten ne yiyorlardı ki artık!      

“Acıktı mı ki!” diye düşündü. Başını çevirip onun yattığı köşeye doğru baktı. Çoktandır iniltisini duymamıştı. Derin uykudaydı herhalde. “Heey!” diye seslendi. Duymadı kocası. Daha gür bir sesle yinelemeye çalıştı. “Heey! Uyudun mu?” Karşılık yoktu.

          Yorganı çırpı gibi bacaklarıyla iteledi üstünden. Üşüyerek, bin bir güçlükle kalktı. Başının dönmesi geçsin diye duvara tutunup bekledi. İki adımlık yolu, sendeleyerek tam üç dakikada aldı. Yavaşça yanına diz çöküp omzundan sarsmaya başladı. Kıpırdamadı Adam. Eline yaslanarak uyumuş olan kedinin inip kalkan göğsünü gördüğünde, içine bir kurt düştü. Kaburgaları sayılabilen gövdeye uzun uzun, dikkatle baktı. Eklemleri boğum boğum şişmiş elini göğsüne koyup bekledi, bir şey anlamadı. Eğilip kulağını dayadı, yine bir şey anlamadı. “Beklerim,” dedi. “Soğursa tamamdır!”

           Ağlamadı, hiç ağlamadı. Kocasının kurtulmuş olmasıyla güç buldu. Ahıra inip kocaman paslı küreği aldı. Gücünü son damlasına dek harcadığını sanarak, her defasında inatla daldırdı toprağa. Kuru dallar gibi çatırdayan eklemlerine, sayısız ağrıyla kuşatılan gövdesine aldırmadan günler ve geceler boyu sürdürdü çabasını. Çukur genişledikçe, beli bükülüp kendi küçüldü.

         Ölünün kokusu boz bir yılanla birlikte tavandaki kertenkeleyi saklandıkları yerden çıkaracağı sırada, kan-ter içinde odaya girdi Ayşe Kadın. Sürükleyerek alıp götürdü kocasını. Kovalar dolusu su taşıyıp evin arkasında güzelce yıkadı onu. Bildiği bütün duaları ederek gözyaşları içinde yatırdı çukura.

             Üstünü örttükten sonra, benliğini tümüyle kaplayan büyük bir öfkeyle daldırdı küreğin burnunu toprağa. Bitirebilecek gücü bulup bulamayacağından başka bir düşüncesi de yoktu artık.

                                
Rahime Dilek/ 13.12.2006