Akşamın
son
ışıkları yalazlanıyordu kahverengi tabakalar üzerinde.
Turuncudan başlayıp
kızıla varan binbir değişik tonuyla, yangın yerleri gibi alev alevdi
Yarma.
Kıvrımlarının tümüne yerleşmiş olan yosun
çizgileri görünmüyordu şimdi.
Mavilerin koyulup laciverde dönmesiyle beraber, alevler
zayıflayıp söndü.
Güneş, yeni muhtarın diktirdiği sokak lambası yanıncaya dek
umutları boğarak
koyulacak olan karanlık bir zaman parçasını başlattığından
habersiz, yavaşça
girdi kayanın ardına.
Bacanın
deliğinde uğuldayan rüzgâr, ocağın
küllerini savuran bir hışımla odanın
ortasından çıkıyor, kat kat buruşmuş ciltleri
ürperten bir serinlikle içeride
dört dönüyordu.
Derine oyulmuş
küçük
pencerelerin altında, ocağın iki yanında seriliydi yataklar. Koyu
renkli
sentetik kumaşların içine doldurulan kıtıkla yapılmışlardı.
Üstlerindeki
eprimiş yorganların, kendileri de dahil olmak üzere,
hiç kimseyi ısıtacak
halleri kalmamıştı.
Bir dizi
kütükten oluşan tavanın ağırlığı altında
çarpılıp çatlamıştı duvarlar.
Çatlakların kesiştiği
noktalarından kocaman
parçalar düşüyordu yere.
Kütüklerin arasından çıkan bir kertenkele
başını
uzatıp aşağıya baktı. Oyuncak gibi duran pencereleri, duvarlardaki
sabit
dolapları, yüklükleri, hatta yıllardır kullanılmamış
banyoya açılan, yeşil yağlıboyayla
boyalı ahşap kapakları gördü. Ortalarına
çakılan bir çivinin ekseninde dönen
küçük tahta parçalarıyla
kapatılmıştı bunların tümü. Kertenkele! Şaşkın şey...
Kayıp da adamın üstüne düşeceği sırada, arka
ayaklarından birini bir kıymık
parçasına takıp toparlandı. Kütüklerin
arasındaki çizgide yitip gitti.
Odanın
aralık
duran kapısından içeri sıvıştı ihtiyar tekir. Kalın
kuyruğunu iki yana
sallayarak yaklaştı adama. Onun bir yığın damarla birkaç
parça kemikten oluşan
eline uzun uzun sürtündü. Sinirlendi adam.
Eskiden böyle şımarabilir miydi hiç!
Elinin tersiyle vurdu muydu, anında yapıştırırdı duvara. Zaten
yanaşamazdı ki
bu kadar! O da biliyordu gücünün
tükendiğini. Sanki geçmişin
öcücü alır gibi,
nasıl da ısrarla sırnaşıyordu öyle!
Dışarıda
uzayıp giden bir inek böğürtüsü...
Yarmadaki yankısını dinledi kadın.
Çocukluğundan beri bilinçaltına yerleşmiş olan
garip bir alışkanlıktı bu.
Altında ahırın yer aldığı balkona çıkınca,
bütün heybetiyle karşısında
dikilirdi o kaya. Yüzyıllardır arasından
gürül gürül akan Sultan
Suyu’nun
aşındırıp sivrilttiği çıkıntılarıyla, kıvrımlı taşların
gölgesinde yetişen koyu
renkli kadifemsi bitkileriyle; insanın benliğine dek işleyen Yarma.
Ömrü, onun
gölgesinde kalan bu sıradaki evlerde geçip
gitmişti. Oyuklarında çoğalan yankılara
sevdalanmayıp da ne yapacaktı!
***
Kiraz
zamanı!
Çoluk
çocuk
birbirinin peşi sıra akın ediyor köye. Yıkanmış
çarşaflar beyaz değil, kar
beyaz! Sandıktan çıkarılıp veriliyor her birine.
Yüklüklerden teker teker,
beyaz sabun kokusuyla birlikte iniyor yer yatakları. Kimi üst
kata yeni yapılan
odalardan birine yerleşiyor, kimi alt kata sıkışıyor. Kız kısmı akşam
oldu
muydu, çoluk çocuğunu topladığı gibi doğru
kaynatasının evine, yatmaya gidiyor.
Sadece onlarda değil, Anadolu’da usul böyle!
Oğulların sona kalanı kusura
bakmayıp, mutfağı yatak odası belleyerek dona kalıyor.
Sabahları
her
zamankinden erkencidir Ayşe Kadın. Evinin direği! İnekleri sağıp
sütü çoktan
kaynatmıştır. Torunları lıkır lıkır içtikçe, onun
canına can katılıyor sanki.
Niye yaptı onca reçeli? Ayranı saatlerce yayıkta ne diye
dövdü tokmakla da
yağını çıkarttı? Hepsini tabaklara koyup hazırlıyor, sabırla
bekliyor
kalkmalarını. Şehirliler ya hani, geç kalkarlar elbet! Ne
yapsın, bekliyor!
Yeter ki canları sağ olsun...
Yataklar
yüklüklere
dönünce kuruluyor kahvaltı sofrası. Acele ediliyor,
çünkü bahçeye gidilecek.
Fasulye, patlıcan, domates toplanacak. Çoluk
çocuk bol bol yesin. O uzun
boylarıyla, olgunlaşmış meyveleri kolayca toplar oğulları. Gelinler
işin
ucundan azıcık tutsun, yeter.
Cümbür
cemaat
düşülür yola. Şimdiki gibi mi, konu komşu
kıyamet! Karşılaştıkları zaman,
“Maşallah!” derlerdi kalabalıklarına. Kim ne zaman
gelmiş, ne kadar kalacakmış;
ayrı ayrı sorguya çekilirdi hepsi. Ayşe Kadın’ın
gönenişine sevinerek ortak
olurdu kimi, kimi de kıskanmakla yetinirdi.
Büyük
bir
gürültüyle yalağa dökülen
Sultan Suyu’na deli olurdu torunlar. Ellerini,
yüzlerini ilk önce yıkayabilmek; buz gibi suyundan
avuç dolusu içebilmek için
birbirleriyle adeta yarışırlardı. Üstleri başları kirlenecek
diye endişelenirdi
gelinler.
Köyden
çıkınca, beton köprünün
ötesinde uzanan bağ yoluna girilirdi. Yatışmış Sultan
Suyu’nun on metrelerce derinden aktığı dik bir vadi uzanırdı
yolun alt
tarafında. Üstündeyse, eşkıyalar gibi dizilmiş
tehlikeli ve sivri kayalar!
Küçük
taş
değirmeni geçince, Derebaşı’na ayrılan yola
girilir. Gittikçe yükselen bir
rampadır yol. Sonra geniş, düzlük bir araziye
gelinir. Köylünün
‘Baraj’ dediği,
o durgun ve geniş suyun kıyısı boyunca
yürünür. Dev gibi kayaların ardında olduğu
söylenen boğazdan gelir bu su. Yüksek şelalelerden
akarken taşları nasıl oyup
biçimlendirdiğini; açık havaya ninni tadında
şırıltılar bırakarak nasıl
ilerlediğini anlatmakla bitiremez görenler. Ama o şelale ve
çağlayanların niye
barajda durulduğu, yayılıp genişlediği bilinmez. En azından, Ayşe Kadın
bilmez.
Yemyeşil bahçelerin ve asırlık gür
ağaçların daralttığı taşlık bir yola girilir
sonra. Zaman zaman boğaz suyunun yıkayıp parlattığı yumurta
biçimli taşlarda
kayabilir çocuklar. Bu yüzden yetişkinler
tarafından elleri tutularak güvene
alınırlar. Yol ancak iki kişinin geçişine izin verir. Peş
peşe dizilip düşe
kalka ilerler kafile. Ayşe Kadın’ın Derebaşı’ndaki
bahçesine gelindiğinde,
suyun yükseldiği ve köylünün
karşıya geçmek için dizdiği iri taşların işe
yaramadığı görülür. Oğlanlar alışkın;
pantolon paçalarını sıvayarak çoraplarını
çıkarırlar. Ayakkabılar ellere. Gelinlerin nazlanışını
gören, onları şehirde
doğup büyümüş sanır. Oysa bu Ayşe Kadın,
hepsini gidip konu komşudan istedi bir
bir. Neyse,
düşünür taşınır da, yine
sonunda hoş görür!
İtiraz eden
oğullarının hakkından gelip, küçükten
büyüğe doğru sıraya dizer torunları.
Arkasını dönüp yere çömelir.
“Hadi bakalım!” diyerek ellerini omuzlarının
üzerinden arkaya uzatır, sıkıca bileklerinden tutup kavrar
onları. Sonra
yavaşça doğrulur ve hepsini tek tek sırtında
geçirir karşıya.
Yıllardır
çocukları geldiğinde, ilk iş olarak hep bahçenin
üst tarafına gider Ayşe Kadın.
Kabakların arasındaki ot öbeğini çabucak eşeler.
Dışında isin kara bir katmana
dönüştüğü tenceresiyle melamin
tabakları her zaman hazırdır orada. Bir tahta
kaşıkla bir tutam da tuz! Kapların tozu toprağı gitsin diye
şöyle bir suya
tutulur hepsi. Çıkındaki eti tereyağıyla kavururken,
gelinler de soğan söker
duvarın dibinden. Derenin suyunda yıkanınca kar gibi, bembeyaz olup
kütür kütür
doğranırlar. Salça çıkından, taptaze fasulyeler
bahçeden. Pişerken mis gibi
kokusunu yayardı ortalığa. Sac ekmeğini de koydun muydu
önlerine. Çocuklar
kendilerinden geçer, Ayşe Kadın büyük bir
keyifle onları izlerdi.
O
günlerden
bugünlere nasıl gelindi, bu iş ne zaman böyle oldu;
bir türlü aklı ermedi Ayşe
Kadın’ın. Derin derin içini çekti.
Camın önünden sarkan kabloya baktı
dalgınlıkla. Sanki aranacaklarmış gibi, bir de telefon bağlatmışlardı.
Konu komşu -ağız alışkanlığıydı işte,
yoksa köyde komşu
mu kalmıştı, hepsi hepsi beş nüfuslu bir hane-
“Suç
sizde,” diyorlardı. “Halinizi bildirmiyorsunuz.
Onlar aramıyorsa,
siz arayın!”
Ellerini
yüzlerine tutup utana utana gitmemişler miydi evvelki yıl!
Yedi çocuğun
yedisinde de birer haftadan fazla kalabilmişler miydi? Yedinci
günün sonunda
karga tulumba yollara düşülmüş, bitmek
bilmeyen merdivenlerde solukları
kesilmiş, daha yorgunlukları çıkmadan hafta
geçivermişti.
Artık
hepsi de
torun torba sahibiydiler. Gelinleri, kızları çalıştığından
onların çocuklarına
bakıyorlardı. Üstelik, her birinde başka bir dert!
“Kalk kadın kalk,” demişti
sonunda adam. “Bunların işi bizden çok, bir de
utanmadan çıkıp gelmişiz bize
baksınlar diye.”
Ertesi
gün biletler hazırdı. Akşam, onları uğurlamak için
bulundukları yere, küçük
oğlunun evine geldi hepsi. Yenildi, içildi; bol bol havadan
sudan konuşuldu.
Burukluk falan şurada dursun, neşelerini saklama gereği bile duymuyordu
gelinler.
Gitme
zamanı geldiğinde hep birlikte ayaklanıldı. Sarılındı,
öpüşüldü. Birkaç damla
sahte gözyaşı da unutulmayıp akıtıldı. İhtiyar
çift, arabasıyla kendilerini
otogara götürecek olan büyük
damadın ardına düşüp, teker teker inmeye
başladılar basamakları.
Ayşe Kadın
unuttuğu hırkasını almak için alt kattan geri
döndüğünde,
küçük gelini bir avuç
çöpü ara sokakta toplanan pazarın
çöpüne yetiştirebilmenin kaygısı
içinde
buldu. Ortancası, gözlerine de yansımış olan bir kutlama
havasıyla elindeki
börekten kopardığı iri parçayı
çiğniyor;
üçüncüsü köşeye
çektiği kocasına buyruklar yağdırıyordu. Onun
kaynanasını görünce susması; son derece gereksiz bir
davranıştı. Artık misafiri
sayıldığı hayat karşısında deneyim sahibi olan Ayşe Kadın’ın
edindiği izlenimi
pekiştirmekten başka bir işe de yaramadı zaten.
Boğazında
koskoca bir yumruyla döndü köye. Kocasına
hiçbir şey anlatmadı ama, “çocuklara
para,” diye tutturdu. Cenaze giderleri için
yüklüğe kaldırmış oldukları torbayı
oradan indirdiler. Her birine eşit miktarda parayı, ziyaretlerine gelen
bir
uzak akrabanın yardımıyla gönderdiler. Böylece, orada
kaldıkları dönemin bedeli
ödenmiş oldu. ‘Yeniden ihtiyaç
duyulabilir’ diye, sonraki emekli maaşları
zarflarından bile çıkmayıp, üst üste
biriktirildi. Çömlekte tereyağı, bidonda
zeytin; yeter artardı. Zaten ne yiyorlardı ki artık!
“Acıktı
mı
ki!” diye düşündü. Başını
çevirip onun yattığı köşeye doğru baktı.
Çoktandır
iniltisini duymamıştı. Derin uykudaydı herhalde.
“Heey!” diye seslendi. Duymadı
kocası. Daha gür bir sesle yinelemeye çalıştı.
“Heey! Uyudun mu?” Karşılık
yoktu.
Yorganı çırpı
gibi
bacaklarıyla iteledi üstünden.
Üşüyerek, bin bir
güçlükle kalktı. Başının
dönmesi geçsin diye duvara tutunup bekledi. İki
adımlık yolu, sendeleyerek tam
üç dakikada aldı. Yavaşça yanına diz
çöküp omzundan sarsmaya başladı.
Kıpırdamadı Adam. Eline yaslanarak uyumuş olan kedinin inip kalkan
göğsünü
gördüğünde, içine bir kurt
düştü. Kaburgaları sayılabilen gövdeye uzun
uzun,
dikkatle baktı. Eklemleri boğum boğum şişmiş elini
göğsüne koyup bekledi, bir
şey anlamadı. Eğilip kulağını dayadı, yine bir şey anlamadı.
“Beklerim,” dedi.
“Soğursa tamamdır!”
Ağlamadı,
hiç ağlamadı.
Kocasının kurtulmuş olmasıyla güç buldu. Ahıra inip
kocaman paslı küreği aldı.
Gücünü son damlasına dek harcadığını
sanarak, her defasında inatla daldırdı
toprağa. Kuru dallar gibi çatırdayan eklemlerine, sayısız
ağrıyla kuşatılan
gövdesine aldırmadan günler ve geceler boyu
sürdürdü çabasını.
Çukur
genişledikçe, beli bükülüp kendi
küçüldü.
Ölünün kokusu boz bir
yılanla birlikte tavandaki kertenkeleyi saklandıkları yerden
çıkaracağı sırada,
kan-ter içinde odaya girdi Ayşe Kadın.
Sürükleyerek alıp götürdü
kocasını.
Kovalar dolusu su taşıyıp evin arkasında güzelce yıkadı onu.
Bildiği bütün
duaları ederek gözyaşları içinde yatırdı
çukura.
Üstünü örttükten sonra,
benliğini tümüyle kaplayan büyük
bir öfkeyle daldırdı küreğin burnunu toprağa.
Bitirebilecek gücü bulup bulamayacağından başka bir
düşüncesi de yoktu artık.
|