Traş olurken bakmış olmalıyım. Biraz kirli
idi sanırım.
Buharlaşıp kuruduktan sonra kalan izler. Diş macunu
lekeleri…Belki
düşürdüğüm
göz izleri. Yüzümdeki dalgalar,
çizgiler… ‘Traş losyonumu getirir misin
hayatım?’, ‘servis geldi mi?’,
‘güvenlik kartım çantada mı bakar
mısın?’lardan
kalan sessizlik. Ayna bunlarla kirlenir mi? İzler sırrına dokunur mu?
Seninle hep sırlarımız oldu. Cam gibiydik,
sonra sırrımız
araya girdi. Bakınca ben seni gördüm, sen beni.
Gördüğümüz sırrın bize yeni
bildirilmiş bir şey olduğunu sanıyordum. Sen de öyle. Şehrin
dışındaki bu eve
taşındıktan sonra, yavaş yavaş sırrın henüz verilmemiş bir şey
olduğunu fark
etmeye başladık. Bilgilerimizden kuşku duyar olduk. Bilginin hep
kuşkulu bir
şey olduğunu hissediyordum ama burada kentin karmaşasından
sıyrıldıkça,
anlamsızlığını da fark etmeye başladım. Sen de öyle. Artık her
şeyi konuşmuyor,
paylaşmıyorduk. Konuşmanın bir şeyi aydınlatmadığını
görüyorduk. Sonra ağır
ağır her şey belirsizliğini yitirdi. Perdeler belirdi. Sırrın
içinde bir perde
gördük. Onu bizden alsa dedik. Sonra sen, hayır
dedin, sakın isteme, bak bugün
görüşümüz keskin, onun perdesi
nurdur, açacak olursa yanarız. Ardındakini merak
ediyordum. Keşke açılsaydı. Korktum. O gün bu
perdeyle engellendik. Gözümüz
hicaplıydı. Kapanmıştı.
Gördüğümüzü sanıyorduk ama
biliyorduk aramızda binlerce
engel var.
Aramıza gölgeler girdi,
hayaletler düştü.
Sen bir yere…ben başka bir şeye
savruldum.
O akşamdan sonra daha az konuşur olduk.
Konuştukça insan
yalnızlaşıyor demiştin. Doğru. Konuştukça kendimi
çıplak hissediyorum.
Haklısın, ben de, kendimi saçıyorum sanki.
Engeller aramızda idi ama onları
göremiyorduk. Fark ettikçe
onların birer giysi olduğunu gördük. Belki yedi,
yetmiş, bin, milyon…belki
sayılamayacak kadar çok. Sen ben dedikçe ben de
ben diyordum, katılaşıyor,
donuyordum. Dondukça seni çözemeyeceğimi
biliyordum. Sırları böylece birer
birer fark ediyorduk. Aynanın tek sırrı vardı belki, ama
içindeki perdelerin de
sırları, onların da, sonrakilerin de…Kendimi çok
kirli hissediyorum dedin.
Yemekten sonra odaya çekildik. Televizyon açıktı,
uyuşturucu çetesinin pkk’yi
tetikçi tuttuğuna ilişkin bir haber okunuyordu. Emekli
yüzbaşı çetenin
öldürdüğü kişi ile bir ortaklığım
yoktu dedi. Sen Kürtçe bir şeyler
mırıldandın. Merak ettim. Ahmed-i Hani’den bir dize dedin. Ne
diyor? ‘Ayrılığa
ulaşabilseydik eğer/ona kendi acısını tattırırdık’ gibi bir
şey, ama aynısı
değil. Çok eski dedim. Ama eskimiyor işte dedin. Aynı macera
evet…bitmiyor. Bu
öldürücü şey iyileşmeyecek. Ne
dedin? Bişey demedim. On beş milyon dolar…Çete
otuz üç
kişilik…Paylaşamıyorlar…Evet, mesele bu,
paylaşamıyoruz. Bu perde akıl
perdesi. Bunu kaldırırsan, aklın gitmesi perdesi. Onu kaldırırsan
akılsızlık
perdesi. Sonra akılsızlığa tahammül perdesi. Bir yetkili
açıklama yapıyor : Her
teşkilatta olduğu gibi emniyette de çürük
elmalar var, hepsini temizleyeceğiz.
Kelimeler mutlaka bir şey çağrıştırıyor. Biz nasıl
temizleneceğiz? Ben de
kendimi çok kirli hissediyorum. Sidik, ter, kusmuk, sperm,
kan…yüzlerce
binlerce şey yanıma yöreme yapışmış…kurtlar,
sülükler, salyangozlar, sümükler,
iltihaplar, çürümüş, kokmuş
etler, siyahlar, günahlar, acılar, anılar, çirkin
sesler, hoyrat, yabancı, çirkin, pis, karanlık ne varsa
bedenimin bütün
hücrelerine sinmiş, cildime kazınmış, kayış gibi olmuş,
ağzımdan burnumdan
dayanılmaz pis kokular çıkıyor, nefesim çok
kokuyor, ellerim çirkin, bedenim
yamuk yumuk, tiksiniyorum bedenimden, kesilmiş, çizilmiş,
çürümüş iltihaplanmış
gibi ona bakamıyor, dokunamıyorum, her şeyden iğreniyorum, tabaktaki
yemeği
kusmuk gibi görüyorum, kokusu bozuluyor, değişiyor
midem bulanıyor, kusmak için
banyoya koşuyorum. Sen kanepeye uzanıyorsun, sessizleşiyorsun. Ben de.
Televizyonun gürültüsü
belirginleşiyor. Yakın gözlüğüm
düşüyor, eğilip alırken
sigara külü saçılıyor. Spiker,
‘saldırının olacağı saatlerde Bakü-Tiflis-Ceyhan
boru hattının imza töreninin yapıldığını, krizin son anda
önlendiğini söylüyor.
Burnumuza pis kokular geliyor, diyor yetkili. Bu kokular olmasa da biz
onları
duyuyoruz. Ellerimizi kirli, kanlı görüyoruz.
Gözlerimiz perdesiz bakamıyor,
ışık vuruyor, şeyleri görüyoruz. Şeyler
gördüğümüz gibi değil,
kuşkulanıyoruz.
İçimizden bir anda onlarca şey nasıl geçiyor.
Bana yalan söylemen değil, sana
inanamıyor olmam asıl dayanılmaz olanı, diyorsun. Yalan kelimesini
duyunca Bad
Nauheim’daki otelin kahvaltı odasını hatırlıyorum. Yalnızım.
Sert, sade bir
kahve masada. Havasız, az ışıklı bir yer. Duvarda geyik boynuzları,
doldurulmuş
kartallar, şahinler, orada bir sülün, kuru bir
ağaç dalında baykuş, yanında
ördek, gölge oyunu figürleri,
Hacivat’a benzemiyor, kunduz, birkaç yağlıboya av
tablosu, Gott schützeunset Hecom yazılı bir gravat,
köşede, yerde birkaç şişe
şarap. Kapı açık ama sırtım dönük.
Birkaç yaşlı kadın geçiyor. Geyik
boynuzlarını hatırlıyorum. Evlendiğimizi öğrendiğinde annemle
yaptığımız
tartışmayı. Odadan bağırıp çıkarken söylediklerini.
‘Miden bu kadar geniş demek
ki…’ Boynuzlu
bir söz belki…
Hayır
hayır biliyorum bunca acıdan sonra huzur zorlaştı.
İkimiz de çok yaralıyız. Haklısın birbirimize şifa
veremeyeceğiz. Ama bir yolu
olmalı. Bir kapı…Hiç umut yok mu? Susuyorsun.
Kapı
gıcırtısı. ‘Kız uyandı’
diyorsun derin derin soluklanıyorsun. ‘Çişe kalktı
sanırım…’ Çıkıyorsun odadan.
Ayrılıyorsun. Giderken içimden bir şeyi
söküp
götürüyorsun. O gidince içimde
bir şey kalmıyor. Boşluk oluyor. Orayı acı dolduruyor. Ondan
kaçamıyorum. Hiç
dinmiyor. Bazen benliğimin bütün kuytularına sızarak
kuşatıyor, içimin bu kadar
çok gizli köşesi olduğunu bilmiyordum, bazen
boğuyor,
soluklanamaz hale
getiriyor, diri diri yanıyorum, etlerimden alevler yükseliyor,
ağrının tattığım
tatmadığım ne kadar türü varsa yaşatıyor, boğazıma ve
göğsüme düğümleniyor,
gırtlağıma dikenli bir budak gibi sokuluyor, gözlerimi
örtüyor, kendisi dışında
hiçbir görüntüye imkan vermiyor,
kulağımı
tıkıyor, hiçbir şey duyamıyorum,
bazen o kadar büyüyor ki içinde kendimi
küçük, çaresiz hissediyorum.
Odaya
giriyorsun. Sen gelince özel ve dar bir alana giriyorum.
Kanepede
cansız
yatarken imkansız bir şeye, belki imkansızlığın kendisine dokunuyorum.
O da
kuşatılmıştır her şey gibi biliyorum. Ama zihnimden o denli
biçimsiz kelimeler
akıyor ki, olup biteni; içimde, sende, aramızda ve dışarıda
olup
biteni
sınırlandırarak algıladığımı göremiyorum. Bu kırık, kesik
kelimeler, bu ağzımda
eğilip bükülerek, çıkarken
içimi çizen,
kanatan, boğan, yakan, acıtan
kelimeler, onların harfleri ve heceleri, neyi niçin ifade
ediyor, hangi
teselliyi arıyor, zamanı geri çevirmek mi istiyor, bu
anıları ve
ayrılıkları
ortadan kaldırmak mı istiyor, anlayamıyorum. Odadasın. Televizyonun
sesi.
Düğmeye basınca sessizlik. Göz göze gelmemek
için
özel bir çaba sarfetmiyoruz
ama, sanki birbirimize bakarsak aynaya bakmış olmaktan korkuyoruz.
Aynaya
değil, sırrına bakacağız, orada asla karşılaşmak istemediğimiz şeyi
göreceğiz
diye…korku…işte birkaç
sözcük…kaygı…kıskançlık…keşke…
olmaz
olsun…olmasaydı… yapmasaydın…bunu bana
yapmamalıydın…onlar sana kıymasaydı…baban
seni dövmeseydi…eve geç kaldığında
kapıdan korkarak
sessizce girdiğinde karşında
onu bir canavar hayaleti gibi görmeseydin,
gözüne
patlayan yumruk, ‘neredeydin,
orospu!’ olmasaydı…her gün
aşağılanmasaydın…küçücük
bir ilgi, bir
şefkat
görseydin…annen bu kadar silik,
sönük
olmasaydı…baban sürekli
aşağılamasaydı…salak, gerizekalı, aptal’ diyerek
başına
yumruk
indirmeseydi…köşede korku içinde sinmiş
bir dehşetin
donuk karesi olarak
bakmasaydın…kardeşin sakat
olmasaydı…ölene değin
tekerlekli sandalyede acı
çekmeseydi…baban ona kızmasaydı…annene
bağırarak,
‘bu çocuğun sebebi sensin,
senin yüzünden sakat bir çocuğun babası
oldum’
demeseydi…akşam kumarhaneye
gitmeseydi…siz evde salçalı bulgur pilavını
yerken annen
mutfakta
ağlamasaydı…ağbini her fırsatta öldüresiye
dövmeseydi…parasızlık bir umarsızlık
cini gibi evinizde dolaşmasaydı…on sekizine geldiğinde evden
kurtulmak için
ölen sakat kardeşinin, ölüm vuruşuyla
kendine kıyan
ağbinin acılarını alıp
kaybolmasaydın…seni aşağılayan, hiç sevmediğin,
yanlış
olduğunu bile bile,
karşına çıkan erkeklere kendini
vermeseydin…gerçekdışı bir dünya kurup
orada
yıllarca oyunlar oynamasaydın…tenine dokunduklarında
tiksindiğin
erkeklere baba
demeseydin…onlara hayalen seslenip, ‘annem
çok
değerli, annem çok iyidir,
lütfen ona iyi davranın’ diye kendi kendine
konuşmasaydın…sen oyuncu
değilsin…bu da oyun değil…haklısın yaşam bir
oyundur ama
onun içinde bizler ruh
göçü yaşamıyoruz ki…hayatın
kendisi oyun biz
oyuncu değiliz ki…sen niçin
oynuyorsun…ne zaman gerçek ne zaman değilsin
bilemiyorum
ki…bunu nasıl
taşıyabilirim…bana yıllarca söylediğin yalanları
içinde nasıl taşıdığını,
onlara neden tahammül ettiğini nasıl anlayabilirim
ki…onların sana verdiği
ağırlığı
yüklüyorsun…yükle…sırtlanıyorum…bak
seni omuzladım…içime aldım…sana
ruhumu açtım…sana sırrımı verdim…beni
ayna
olmaktan çıkardın…bende kendini
nasıl göreceksin…bak ben bir şey
gösteremiyorum
ki…benim sırrım
döküldü….senin
sırların saçıldı…pandoranın kutusu
açıldı…çın çın
çınladı
çenelerimiz…dimağımız
çatladı…alnımıza bir kaya
çarptı…yüzümüz
dağıldı…gözlerimiz
oyuldu…yanlarımız
çürüdü…kıyımız
bucağımız yandı
yakıldı…içimize ateş
düştü…kavuruyor,
yakıyor
bizi…bitti her şey yok oldu…kristal
düştü
betona tuz buz oldu…bir vardı birden
yok oldu…her şey bitti bak…bak ben kendimi
toparlayamıyorum…sen dağıldın un
ufak oldun…kızımız dokuzuna girecek martın
onyedisinde…ona neyi nasıl
anlatabiliriz ki…aramıza giren şeyden ona nasıl söz
edebiliriz…görüyor,
hissediyor belki anlıyor ama anlam verebiliyor mu
olanlara…gizli
gizli ağlarken
seni yakalıyor…bana sorular soramıyor,
korkuyor…bak
sendeki mahiyet açığa
çıkıyor…bendeki varlıklar
dağılıyor….içimizde yıllardır birer heykel
yontmuştuk, darmadağın ettik…üzerimizde nice
gökler
vardı…yıkıldı…yıldırım
düştü evimize…yaktı kül
etti…görmüyor musun için
için
yanıyorum…bana bunu niçin
yapıyorsun, neden yaptın, beni sonsuz şeylere güç
yetirir
mi sandın…ben Tanrı
mıyım…bunun altından nasıl kalkarım…
sana
sormuyorum…bunlar soru değil...sitem
de değil… konuşuyorum
işte…dayanamıyorum… kalbim
bir zamanda sadece bir bilgiyi
kaldırabilir…donup kalıyorum şimdi…
kaskatıyım…kanepede, burada, senin yanında…sen
diğerinde…odada…evimizde…
yuvamızda…viraneye dönüşen
yuvamızda…ben bu
celale
dayanamıyorum…hayrete
düşüyorum…beni yok ediyor
bu dayanamıyorum… seni bu kadar
sevmeseydim keşke olmasaydı…keşke bu kadar seni
sevmeseydim…olmasaydı keşke
hiçbir şey olmasaydı…yıllarca bana yalan
söylemeseydin… sana bu imkansızlığı
sormasaydım…aynanın sırrı
dökülmeseydi…bana
bakıp ruhunu görseydin…sana hep
söylediğim gibi ruhum olsaydın…sana ruhum
diyemiyorum...ayna değilim…senin
sırrın yok…ben artık bir şey öğrenmek istemiyorum.
Yine kapı.
‘Offf…Allahım bana sabır ver, yine kalktı bu
kız.’
Yine boşluk.
Issızlık büyüyor.
Bu perde zaman perdesi…O
kalkınca yani günler çok olsa bile
olup bitenler onları azaltır sanılır. Değil işte…Zaman
perdesi kalkmıyor aksine
o kadar genişliyor ve derinleşiyor ki, etimizin içinden,
damarlarımızdan,
kılcal sinirlerimizden geçerek, onların içinden
senin yalanlarını, benim
düşkırıklıklarımı, yaşadığımız, tanık olduğumuz sayısız şeyi
acısına ayrılık
dönüştürerek geçiriyor, anları o
denli çoğaltıyor ve büyütüyor ki,
dayanılmaz
bir işkenceye dönüştürüyor.
Sana nasıl inanmış, kalbimin bilmediğim
köşelerini açmış,
kendimi sana vermiş, ellerine bırakmıştım. Silikleşmiş, sana
bitiştikçe, anın
sonsuz çoğalan bir şey olduğunu ortadan kaldırabileceğimi
sanmıştım. Sadece sen
ve ben…her şey budur zannediyordum. Seni ve kendimi
görüyordum. Giderek ikilik
de ortadan kalkmıştı. Evet aynen böyle olmuştu. Sende
eridiğimi, senin de bende
çözülüp kanıma karıştığını
görüyordum. Bir yalnız bir yalnızı bir duvarda bulur
diyor ya şair, böylemiş oysa…evet günler
çok olsa bile, şeylerin tekrarlanan
yüzü onları azaltır olmuştu. Saatler
günlerde, günler gece ve
gündüzlerde,
onlar aylarda yineleniyordu. Akıl bunun aksini söylese de
hiçbir değeri yoktu,
biliyordum akıl yetersizdi. Yaşadıklarını ve bana yaşattıklarını
düşündükçe
aklın zehirleyen bir şey olduğunu gördüm. Ona
düşman oldum.
Oysa
seni ilk gördüğümde yalnızın
övgüsünün tekliğinde
gizlenmiş olduğunu hissetmiştim. Seni görünce sırrımı
hatırlamıştım. Evet evet
böyle olmuştu. Yüzün gizli bir ışıltıyla
parıldamıştı.
Onu sadece ben gördüm
diye düşünmüştüm. Bana
göründü,
sadece bana gösterdi yüzünü. Sen de
yalnızdın,
benim gibi sen de eşlenince ışıyacaktın. Sen benim aydınlık
kardeşimdin,
ikizim, ruhum, eşim, sevgilimdin; benim arınan
yüzümdün,
gizli sırrımı
bulmuştum. Sana melekleri, yıldızları, insanları, şeytanları,
ağaçları, taşları
ve ırmakları nasıl ortak koşabilirdim? Sana yaşadıklarını nasıl
yakıştırabilirdim?
Bu denli yaralı olduğunu bilseydim seni
şefkatime sarıp
sarmalardım, seni nasıl incitebilirim?
Sigaraya uzanıyorum.
Kibriti çakıyorum.
Ateşe bakıyorum. Yanınca, talep edilen bir
sır gibi yüzümü
aydınlatınca birden o eski hayalinle odaya giriyorsun. Sen gelince
içimdeki
kutsiyet alanı aşılamıyor, ona kimse dokunamıyor.
Sahibi sensin. Açıp okuyorsun.
Bana kulak ver, beni iyi
dinle sevgilim. Beni can kulağıyla dinle. Candan haber veriyorum sana.
Bırak
dünü bugünü yarını. Zamanı bu
ateşle yak. Yanmaktan korkma. Ateş arıtır.
Yakmayı diliyorsa buna sakın itiraz etme. Ondasın unutma, ona
yönel, onda
kaybol. Sen varlığımın amacı olan gözesin, dairenin merkezi ve
çevresisin.
Beni karanlığın ortasında
çağır. Eğer beynimdeki uğultu
biraz dinerse, ışıkla gölge arasına yanaşırsam, nasib olur da
bir umuda
dönüşürsem, o zaman aramızda elçi olabilirim. Kulak ver,
beni canın kulağıyla dinle, sana
ondan haber veriyorum. Kendini görürsen beni de
bilir, onu da tanırsın. Ben sen
yok sadece o var. Beni ancak benim gözümle
görebilirsin, biliyorum ben de seni
ancak senin gözünle görebilirim. Odada
yalnızım şimdi. Uyuyamıyorum. Nereye
dönsem karıştığın korkularla karşılaşıyorum. Sana
sesleniyorum, beni
duymuyorsun. Neden beni duymuyorsun? Neyin var lütfen
söyler misin, neyin var
senin? Neler oluyor sevgilim, yoksa bu, korkumuzun
dönüp bizi vurması mıdır?
Hani sana soluğundan daha yakındım. Yaptıklarımız dağılıp gitti mi,
bilgilerimiz çürüdü mü?
Üzerimden bir şey soyuluyor, sana giydiriliyor. Senden
bir şey ayrılıyor bana uğruyor. Açıklanamayan konulara nasıl
girebiliriz, bana
neden böyle şeyler soruyorsun, niçin sorularımı
cevapsız bırakıyorsun? Ben
bunlara akıl erdiremiyorum, güç yetiremiyorum,
karanlık koyulaşıyor, ıssızlık
büyüyor…haberler’den kalan
evlilikdışı ilişki iddiasının getirdiği
ölü…Van’ın
Başkale ilçesi…fahri köy imamından
evlilikdışı ilişki sonucu hamile kalan b.e.
evinde ölü bulundu. Ölüleri
buluyorlar. B.E.’yi de böyle bulmuşlar. Cesedi ilk
gören kimdi acaba? Neler göründü
çürümekte olan bedenin içinden?
Neden
evliliğin dışına çıktı, nasıl sevişti? Hissetmeden, kendini
vermeden mi oldu
bütün bunlar? Bilinmiyor…otopsinin
ardından adli tıp kurumuna gönderiliyor.
Hep böyle olmuyor mu?
Uyumadan
önce kapıları kontrol ediyorsun. dışarıda
hırsızlar…Biri kolu tutmuş bastırıyor…sıkı sıkı
tutuyorsun….hırsız dışardan sen
içerden…bağırmaya çalışıyorsun sesin
çıkmıyor…yüz işaretleriyle anlatmaya
çalışıyorsun olmuyor…kolu bırakıyor, diğer
kapılara
koşuyorsun…bir kapı…bir
daha…başka kapılar…hırsız yok…dışarıda
motosikletli bir kalabalık…bir
telaş…polis arabaları, ambulanslar…yanıp yanıp
sönen
ışıklar…yanıyor ve
sönüyoruz…gelen gidiyor işte, bu hep
böyle
oluyor…bizi burada
tutmuyorlar…bekleme odası burası…bir kapıdan
çıkıyoruz…tek kapı var…demek ki
dışarda ölü var…ölüler
için bu
kalabalık…cesetler
taşınıyor…ölülere
bakıyorum…sen girince perdeyi
kapatıyorum…korkuyorum…sana bakınca
ölü…senden
ölüm korkusu…aldatılma
ürküsü…bu
çok ezik…içim eziliyor
diyorsun…mutfağa
giderken, bişey ister misin diye soruyorsun…hayır sağol,
diyorum…az sonra
servis tabağıyla
dönüyorsun…birkaç dilim
domates salatalık peynir salam…sehpaya
bırakıyorsun…kahve alır
mısın…evet…eyvah şeker
atmıştım…olsun diyorum…oldu
zaten…her şey oldu bitti…nasıl oldu
anlayamadık…sen de ben de bundan bir şey
anlamıyoruz. Acıların içi okunmuyor. Burada bir şey
kırılıveriyor. Kesiliyor
damar oluk oluk kan fışkırıyor. Zaman geçiyor işte. Saati
duyuyor musun? Kanın
içinden geçen zamanı hissediyor musun? Bak yıllar
nasıl
gelip geçmiş. Nasıl
eskimiş her şey. Bak pencereye vuran ışıklar gibi yanıp yanıp
sönüyoruz.
Kızımız büyüyor. Aramızdaki boşluk
büyüyor.
Cismimiz örseleniyor, ruhumuz
yoruluyor. Bir varız bir yokuz işte. Yerimiz sarsılıyor, dağılıyor,
çözülüyor…yıkılıyoruz
işte. Bırakalım
bunları. Geçmişi unutalım. Eseflenmenin
bir anlamı yok. Zaman geçiyor, yaralar kabuk bağlıyor,
unutalım
gitsin.
Aramızda olup bitenleri…her şeyi unutalım. Kendimizi
bilmiyoruz,
tutunmamız bu
yüzden, bu nedenle inanıyoruz, bırakalım bunları. Gizli
anılarımız
bizi
münafıklaştırıyor, onları unutalım. Gizli
inançlarımız
olmasın, bırakalım her
şey kendi yatağında aksın. Irmağa baksana, yaptığının yersiz olduğunu
düşünüyor
mu hiç?
Şimdi bilinmesi gereken bir şey var.
Bu yolculuğun sonu yok.
Ölü bunu
görüyor ama biz nereden bileceğiz.
Ne
sen beni yatıştırabildin ne ben senin yarana merhem
oldum. Bunu yapmayalım artık. Senin benim onda bir
gerçeğimiz
vardır elbet.
Geldiğimiz yere döneceğiz. Bak birbirimizi nasıl
çekip
çekiştirdik, didikledik,
örseledik, yaraladık, nasıl
öldürdük…neler
yaptık biz…burası yuvamızdı
oysa…cenk yeri oldu…doğradık
birbirimizi…ağuladık…bedenlerimiz eridi,
pelteleşti…canımız kurudu…artık bitsin. Sen bana
yalan
söyledikçe, gerçekdışı
bir dünya kurup orada şirke
düştün…burası birleme
yeridir bir gün
dirileceğiz…ölüp ölüp
dirildik
görüyorsun bir gün
öleceğiz…ölüm
var bunu
sürdürmeyelim artık. Ben senin rüyalarını
tabir
edemiyorum. Sen hayali bir
yerde yaşamaktan vazgeçmiyorsun. Gelip usul usul kanepede
yanıma
sokuluyorsun.
Üşüyorum diyorsun. Ağlıyorsun. Yanağından
süzülen
billura bakıyorum. Orada Musa
ile Firavun dostlar. Rengi olmayan renkleri esir eder, ayrılıktan sonra
birleşme olur…Biz ayrılmalıyız sevgilim. Bunu yapmayalım
artık.
Beraberliğimiz
bir gölge, bir hayal, bir serapmış. Ne ayna varmış ne cam ne
de
sırrı.
Ne sen beni
yatıştırabildin ne ben senin yarana merhem
oldum. Bunu yapmayalım artık. Senin benim onda bir
gerçeğimiz
vardır elbet.
Geldiğimiz yere döneceğiz. Bak birbirimizi nasıl
çekip
çekiştirdik, didikledik,
örseledik, yaraladık, nasıl
öldürdük…neler
yaptık biz…burası yuvamızdı
oysa…cenk yeri oldu…doğradık
birbirimizi…ağuladık…bedenlerimiz eridi,
pelteleşti…canımız kurudu…artık bitsin. Sen bana
yalan
söyledikçe, gerçekdışı
bir dünya kurup orada şirke
düştün…burası birleme
yeridir bir gün
dirileceğiz…ölüp ölüp
dirildik
görüyorsun bir gün
öleceğiz…ölüm
var bunu
sürdürmeyelim artık. Ben senin rüyalarını
tabir
edemiyorum. Sen hayali bir
yerde yaşamaktan vazgeçmiyorsun. Gelip usul usul kanepede
yanıma
sokuluyorsun.
Üşüyorum diyorsun. Ağlıyorsun. Yanağından
süzülen
billura bakıyorum. Orada Musa
ile Firavun dostlar. Rengi olmayan renkleri esir eder, ayrılıktan sonra
birleşme olur…Biz ayrılmalıyız sevgilim. Bunu yapmayalım
artık.
Beraberliğimiz
bir gölge, bir hayal, bir serapmış. Ne ayna varmış ne cam ne
de
sırrı.
|