Ziyaretçi

 

        Bütün olaylar  bir hafta önce ölen babaannemin bu sabah kapıda belirmesi ile başladı. Evdekiler önce durumu kavramakta zorlansalar da sonunda babaannemin bu sürprizini onun şakacılığına verdiler ya da ben evdekilerin bu biçimde düşündüklerine kendimi inandırdım.  Gerçekten de babaannem yaşına inat çok şakacı, daha iyi bir ifade ile nüktedân bir kadındı. 70 yıldır yaşamışlığın verdiği haklı bir bilgiçlikle konuşurdu her zaman. Belki de ben çocukluğumun en güzel öykülerini ondan dinlediğim, halen bir tarafımda yaşattığım o çocukluğun en güzel anılarını annem ve babamdan çok babaanneme borçlu olduğum için böyle düşünüyorumdur. Kimbilir! Belki O da bende kendinden bir şeyler bulduğu için en güzel öykülerini ve masallarını bana anlatırdı. Her olay için söylenecek sözü olurdu. En basit ev kavgasından, politik atışmalara kadar her şeye ilişkin bir öyküsü vardı. Bunca öyküyü nasıl öğrendiği ise, başka bir bilmeceydi. Sanırım 30 yıllık öğretmenlik mesleğine borçluydu tüm bilgisini. Bana daha önce hiç anlatmamıştı oysa, öldükten sonra geri gelen yaşlı kadının öyküsünü. Kimbilir! Belki de gördüklerini anlatmak için geri gelmişti. 

         Annem ve babam çok şaşırdılar, babaannem ile beni kapının ağzında konuşurken görünce. Önce kendi kendime konuştuğumu zannettiler. Aslına bakılırsa, ben de inanamamıştım kapıdaki kadının gerçekten babaannem olduğuna. Kolay değil tabii! Arkasından onca gözyaşı döküp, cenaze namazında kadınlar olarak arka saflarda hazır bulunduktan sonra, tabutun içinde mezarlığa bırakıp geldiğin kişiyi, karşında 10 sene gençleşmiş olarak görürse şaşırmaz mı insan? Şaşırmıştım elbet! Hatta şaşırmaktan çok kuşkulanmıştım bu kadının babaannem olduğundan. Ne zaman gözlerimin içine bakıp, “Kızım, ben! Babaannen“ derken takma dişlerini gösterdi, o zaman anladım o kadının gerçekten babaannem olduğuna. Ben babaannemi hemen tanıdım ama annem ve babam, pazar sabahı erken bir vakitte zili çalıp, herkesi uyandıran babaannemi tanımakta bir hayli zorlandılar. Sanırım annem, babaannem ile pek geçinemezdi. Babam da son yıllarda babaannemin dilinden ve benimle ilgili kararlara çok karışmasından dolayı pek konuşmazdı onunla. Ölümü bir sürpriz olmuştu, tıpkı sabahın köründe mezardan çıkıp geri gelmesi gibi. Bir hafta önce akşam yatarken üzerinde bir ağırlığın olduğunu söylemişti. Sabah olduğunda, uykusunda sessizce ölmüş olduğunu fark ettik. O gür sesiyle evde fırtınalar yaratan kadın kimseye haber vermeden, sessizce uzaklaşmıştı aramızdan. Hiçbirimiz beklemiyorduk böyle ani bir ölümü. O bile beklemiyordu büyük bir olasılıkla ama ölmüştü bir kere. Belki de daha o zaman geri gelebileceğinin farkında idi. Yapılacak bir şey yoktu. Hemen akrabalara haber verildi ve ertesi günün ikindi vakti cenazeyi kaldırdık. Cenazeyi kaldırdığımız günden bugüne altı gün geçti ve babaannem gittiği yerden hoşlanmadığını bahane ederek geri geldi... 

         Geri gelmesinin nedenini öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Babaannem, çocuklara aşıktı. Oysa dediğine göre gittiği yerde pek çocuk yoktu. Olanlarda, çok uslu, hiç bir sorunu olmayan ‘melek gibi şeyler’ oldukları için kendisini bunalttığını söyledi. Bütün bunların dışında, beni şımartmak için bir de beni çok özlediğini söyledi... Ne yalan söyleyeyim, ben de onu çok özledim. İyi ki geldin babaanne... Hoş geldin! Umarım bu sefer gitmezsin! 

         Annem ve babam babaannemin dönüşü üzerinde pek yorum yapmıyorlar ama hoşnut olmadıklarını anlayabiliyorum. Onun geri gelmişliğine inanmamaları da biraz bundan sanırım. İnsan, işine gelmeyen bir gerçeğe biraz zor inanıyor. Özellikle yetişkinler, bu konuda çok zayıflar. Babaannem eve geldiği sabah annem önce bir doktor çağıralım dedi. Kapıda benimle konuşan kadının babaannem olduğuna o da inanmıştı ama geçmiş deneyimleri ölü bir insanın geri gelemeyeceği ya da konuşamayacağını öngördüğü için bir doktor çağırmayı düşündü. Babam anneme engel oldu. Bunun ruhsal bir sorun olduğunu, bize gereken şeyin bir doktor değil de bir psikiyatris olduğunu söyledi. İyi ama yaşamları boyunca hiç işleri düşmemişti ki bir psikiyatri! Bir psikiyatris nasıl aranırdı, ona ne denirdi? Psikiyatris babamın deli olduğunu düşünmez miydi olanları anlattığı zaman. Biraz daha düşünüp, sakinleştikten sonra babam muhteşem bir fikir buldu. “ Eğer, bu ölmüş kadın kendi kendine geri gelmişse kendi kendine gitmesini de biliyor olmalıdır. O halde, biz onu rahatsız etmez, her zamanki gibi karşılarsak bir süre sonra sıkılır ve gider. Ölmeden önce de sürekli olarak köye gitmek istediğini söylemiyor muydu? O zaman gidecek bir yeri yoktu, söylenip duruyordu. Şimdi gidecek bir yeri var ve istediği zaman geldiği kapıdan çıkar ve gider... O zaman biz de ona engel olmayız” 

         Babamın ve annemin gözlerinde aynı anda mavi bir ışığın parladığını gördüm. - görmedim ama hayal ettim-  O sırada benim onları dinlemediğimi zannediyorlardı ama ben mutfak kapısının kenarına sıvışıp salonda konuşulan her şeyi dinliyordum. Onlar istedikleri kadar uğraşsınlar, babaannemi geri göndermek gibi bir niyetim yok. Babaannemi alıp, öldükten sonra annemin kilitlediği, küçük odasına götürdüm ve bana bir öykü anlatmasını, becerebiliyorsa – becerebileceğinden adım kadar emindim- öldükten sonra başından geçenleri anlatmasını rica ettim. O ise yorgun olduğunu, uzun yoldan geldiğini, yaşlı bacaklarının uzun yollara dayanamadığını bahane ederek uyumak istediğini söyledi. Ben de bir şey diyemedim tabii ki! Ne diyebilirim? Belli ki uzun yoldan gelmiş... Onu yatağına yatırdım, elektrikli sobayı yatağın yanında yakıp kendi odama çıktım... Biraz kitap okudum, biraz ders çalıştım, biraz da telefon da en yakın arkadaşım Leyla’ya bugün başımdan geçenleri anlattım. Leyla hiç şaşırmadı bugün olanlara çünkü benzer şeyler bir kaç sene öncesinde onun da başından geçmiş... Bu yolda yalnız olmadığımı öğrendiğim zaman içim biraz daha rahatladı ve tüm kuşkularımdan kurtuldum. Akşam üzeri babaannemin odasına girip sobayı kapattım ama babaanne halen uyuyordu. Sabaha kadar uyanmayacağını düşündüm ve bu akşamı da babaannesiz geçireceğim gerçeğini ne kadar zor gelse de kabul edip tekrar odama çıktım... Ne de olsa gitmemek üzere geri gelmişti. Bundan sonraki tüm akşamlar bizim değil mi? Her akşam konuşuruz bundan sonra...

                                              

                                                       

         Sabah erken uyandım ve hemen babaannemin odasına koştum. Ben erken uyandım diyordum ama o benden iki saat önce uyanmış, banyo yapmış, uzun beyaz saçlarını taramış, pencereden dışarıyı izliyordu ben odaya girdiğimde. “Eski bir alışkanlık” dedi ben neden erken uyandığını sorduğumda. Güneşin doğması ile o da gözlerini açıyor, akşam güneş batınca da gereksiz konuşmalarla çok fazla vakit öldürmeden yatağa gidiyor. Bir türlü alışamamış saatle birlikte yaşanan yaşama. İnsanın yaşamını doğal olmayan bir ölçeğe bağlaması insanı, doğadan koparıyormuş. Babaannem, kendisinin doğanın bir parçası olduğuna fazlasıyla inandırmıştı. Ona göre kentlerde yaşayan insanlar kendilerini doğadan kopardıkça başlarını beladan alamayacaklarmış. Çünkü, insan parçası olduğu bütünü sonsuza kadar inkar edemezmiş. Eninde sonunda insan haddini bilmeyi öğrenecekmiş. Ben onun falcılar gibi konuşmasını ayrı bir tatta severdim. Ne yaptığı yorumları çok anlardım ne de anlamak için çok çaba sarfederdim. O kendi halinde, yaşlılığını yaşayan bir kadından daha başka bir kadındı benim için. Onun  bana anlattıkları kadar benim ona anlatabildiklerim de önemliydi benim için. Aramızdaki yaş farkına rağmen beni annemden de babamdan da daha iyi anlayabiliyordu. Dinlemesini de konuşmak kadar severdi... Ama nedense bugün ne konuşuyor ne de beni konuşmam için teşvik ediyor. Eve ikinci gelişi sanki onda bir şeyleri eksiltmiş. Konuşmuyor, susuyor... Derin derin uzaklara bakıyor... Bana öldükten sonra gördüklerini anlatması için sorduğumda, yüzünü buruşturdu ve yanıt vermedi. Uzun süre yüzüme anlamsız bir şekilde baktıktan sonra, ölüm sonrası yaşam hakkında konuşmasının doğru olmadığını, eğer konuşursa benim yaşamımın anlamını yitireceğini söyledi. Yaşamda bazı şeyler bilinmeyen olarak kalmak zorunda imiş. Bunlardan birisi de Tanrı’nın varlığı ve buna bağlı olan diğer gerçeklermiş. İnsanı insan yapan en önemli sırlardan birisinin öldükten sonrasını bilmemesi olduğunu söyledi babaannem. Ben ısrar ettim. Ne olur dedim! Azıcık bahset, söz veriyorum kimseye söylemeyeceğim dedim! Ama nafile! Sanki ötelerde bir yerlerde ağzını mühürlemişler gibi konuşuyordu. Sözcükleri büyük bir dikkatle seçiyor, yanlış bir şeyi ağzından kaçırmamak için aşırı bir gayret gösteriyordu. Ben o zaman anladım ki, babaannem bizimle uzun süre kalmayacak. Belki bir hafta, belki daha az... 

         Ben onun hakkında bu derecede derinden düşünürken, o bir anda ayağa kalktı ve bana bir şey göstermek istediğini söyledi. Elimden tuttu ve beni mutfağa götürdü. Mutfak tezgahının kenarında durup, lavabodaki karıncaları gösterdi bana. Şaşırmıştım! Daha önce hiç karınca görmemiştim bu lavaboda. Annem bunları görse, sadece lavaboyu değil bütün evi ilaçlardı herhalde. Babaannem ise gayet normal karşıladı karıncaları. Bana onları göstererek “Yaşamın ne kadar değerli olduğunu bana onlar öğretti” dedi... Lavabonun tepesinden, bir kuğu boynu gibi kıvrılarak uzanan çeşmeyi açtı ve hemen kapattı. Karıncaların bir kısmı aniden bastıran suyun etkisiyle, lavabonun kaygan zeminine de tutunamayınca, yuvarlanarak delikten aşağı gittiler. Babaannem, eliyle bir karıncayı göstererek ona dikkat etmemi söyledi. Suyu tekrar açtı ve hemen kapattı. Karınca suyun akıntısına karşı gelemiyordu ama bir şekilde kendini kurtarmaya çalışıyordu. Suyun akması durunca, kendini toparlıyor, ıslak bedenini sanki bir cesedi taşıyormuş gibi sürüklüyor ve lavabonun kuru kalan yerlerine doğru yöneliyordu. Babaannem ise hayvana işkence yapmaya devam ediyordu. Hayvan, suyun her açılışında aşağıya kayıyor, bazen lavabonun deliğine tutunuyor, bir şekilde o kara deliğe gitmemek için inanılmaz bir çaba sarfediyordu. Babaannem, bu ufacık hayvanla 5 dakika kadar oynadıktan sonra, işaret parmağını karıncaya uzattı ve onu kurtardı. Karıncayı kuru bir zemine koyduktan sonra, bana dönüp şöyle dedi: Görüyor musun? Yaşamda sahip olabileceğin en değerli şey yaşamın ta kendisidir. Bütün varlık bu ilke ile yaşamını sürdürür. Karınca, öleceğini bilmediği halde yaşamından endişe etmektedir. İşte, bu yüzden yaşamın değerini bana bu hayvanların öğrettiğini söyledim... Bundan daha güzel kim öğretebilirdi ki! 

         Mutfaktan çıkıp, tekrar onun odasına döndüğümüzde yolda annemi gördük. Annem onu görmezden geldi. Zaten kilitlediği odayı tekrar açtığım için bana bayağı kızgın. O odayı gelecek hafta ilaçlayıp, ardından babam için çalışma odası yapmayı düşünüyordu. Babaannemin ani gelişi bütün planlarını altüst etti sanırım... Kızgınlığı bundan olsa gerek... 

         Odaya girdiğimizde babaannem bana döndü ve yakın bir zamanda geldiği yere dönmesi gerektiğini söyledi. Dediğine göre izin almış bir kaç günlüğüne ama her an çağırabilirlermiş geriye. O yüzden bana söylemek istediği şeyleri hemen söylemek istiyormuş. Ben neden geri gitme zorunluluğunu anlamasam da gitmesine engel olamayacağımı biliyordum. O yüzden ne bir soru sordum ne de gitmemesi için bir laf ettim. Sadece bana ne anlatmak istediğini sordum. Ötelere gidip gelmiş birisi elbet sadece karıncaların lavabonun deliğine tutunmasından daha önemli şeyler anlatmalıydı. 

         Birden bire bana eski bir Çin söylencesini anlatmaya başladı. Tıpkı eskisi gibi bir anda, nedensiz yere anlatmaya koyulmuştu. Bir anda çocukluğumun babaannesine kavuştuğumu sandım. O ise gayet dikkatle anlatıyordu çok önemli olduğuna inandığı öyküsünü: 

          Henüz zamanın bildiğimiz anlamda var olmadığı bir devirde, bütün bir evren kocaman bir yumurtadan ibaretmiş. Bir gün bu yumurta ikiye bölünmüş. Üst kısmı gökyüzünü, alt kısmı ise yeryüzünü meydana getirmiş. Yeryüzündeki topraktan P’an Ku adında ilk insan meydana gelmiş. Her gün 10 metre boy atıyormuş bu adam. O boy attıkça, gökyüzü de her gün 10 metre yükseliyor, yerkürenin kalınlığı 10 metre artıyormuş. 18000 yıl sonra P’an Ku ölmüş ve ölümünden hemen sonra kafası ikiye bölünmüş. Bu iki parça ayı ve güneşi meydana getirmiş. Bedeninden akan kan nehirleri ve denizleri oluşturmuş. Saçları ormanları, nefesi rüzgarı, sesi gök gürültüsü olmuş. Onun bedenindeki pireler ise bizim atalarımız oluyorlarmış... 

         Babaannem, bu söylenceyi anlatırken her zamanki öğretmenlik ciddiyetini takınmıştı. Ehh! Tam 30 yılını vermiş öğretmenliğe... Kolay değil eski alışkanlıkların ölmesi. Bu kısa ve hatta biraz da bana komik gelen öyküyü niye anlattığını söylemedi. Sadece, bu söylencenin basit bir söylence olmadığını, insanın P’an Ku’nun bedeninden ayrı olarak bir pire şeklinde düşünülmesi ile yeni bir çağın başlangıcını imlediğini söyledi. Bu da tıpkı az önceki karınca olayı gibi bana çok anlamlı gelmedi. Ne yani! Babaannem bu saçma öyküyü anlatmak için mi gelmişti taa öteki dünyadan? 

         “Hayır” dedi hafifçe sesini yükselterek, düşüncelerimi okuyabildiğini bana belirtmek için. Karıncanın lavabodaki çırpınışları ve öykünün anlattığı gerçekler aptalca şeyler değillermiş. Bunları ilerde anlayacakmışım... Sanırım onu biraz kızdırmıştım. Günün ilerleyen saatlerinde hiç konuşmadık. Akşam yemeğini bizimle birlikte yemedi. Daha doğrusu, annem ve babamın ona karşı takındıkları tavırlar yüzünden ortalıkta pek görünmemeye çalışıyordu. Hem zaten yemekte yemiyordu. Öldükten sonra yemek yememeye alışmış. Beni en çok kızdıran şey ise annem ve babamın onun hakkında sözü her açtığımda beni susturmak istemeleri idi. Neden kabul etmeleri bu kadar zor idi? Babaannemin bir kaç gün sonra gideceğini bilmiyorlardı. Bilseler belki daha hoşgörülü olabilirlerdi. O zaman babaannemin varlığının tadını çıkarırlardı benim gibi... 

         Akşam, erken yattım... Annem, yarın sabah eve misafirlerin geleceğini ve benim de misafirler ile ilgilenmemi istiyor...

 

                                              
 

         Sabah inadına geç uyandım. Salona girdiğimde üst katta ki Hanife hanımın annem ile babaannem hakkında konuştuklarını duydum ama ne konuştuklarını dinlemedim. Hem ben zaten yataktan kalkınca yarım saat kendime gelemem... Banyoya girip sıcak suyla uzun süren bir banyo yaptım. Aslında niyetim misafirlerin gitmesini beklemekti ama banyodan çıktığımda misafirlerin gitmek yerine sayıca arttıklarını farkettim. İşin garibi halen babaannem hakkında konuşuyorlardı. Tam odamda en sevdiğim kırmızı kazağımı giymiştim ki annem beni salona çağırdı. Alelacele saçlarımı tarayıp salona geçtim. Hanife Hanım bizim küçük tüpü yakmış, kaşığın içine koyduğu gri renkte bir şeyi eritiyordu. Ne yaptıklarını anlayamadım ama annem benim Hanefi Hanım’ın önünde diz üstü oturmamı söyledi. Ben istemeye istemeye de olsa oturdum dizlerimin üzerine. Hanefi Hanım başımın üzerine tülbent gibi ince, beyaz bir kumaşla kapattı. Gözlerim yerde bulunan su dolu leğene bakıyordu. Hanefi Hanım bir süre daha kaşıktaki cıvaya benzeyen maddeyi ateşin üstünde tuttuktan sonra kaşıktakileri suyun içine attı. Birden suya değen kızgın maddenin çıkardığı ços sesi ile korktum ama annem elleri ile beni tutuyordu. Burnum ve genzim acımsı gazla dolmuştu. Midem bulandı ve gözlerimden yaş geldi. Annem beni tutmasaydı koşarak uzaklaşacaktım oradan. Suya düşen gri renkli sıvının suyun içinde katı hale dönüşüp kurşun rengine bürünmesi ile  anladım, suya atılan şeyin gerçekten kurşun olduğunu. Bana yapılan şey kurşun dökme olayı olsa gerekti. İlk defa böyle bir şey görüyordum ve daha da ilginci bu kendi başıma geliyordu. İyi ama benim bir rahatsızlığım yoktu ki! Ne istiyorlar benden? Hanefi Hanım bir takım Arapça sözcükler eşliğinde suyun içinde katılaşan kurşunu eline aldı ve bir şeyler okuyormuş gibi uzun süre baktı. Baktı, baktı ve sonunda anneme dönerek sessizliğini bozdu... Ben de babaannemin ruhunu görmüş. Dediğine göre babaannem öldüğü zaman evde birilerine kızgınmış ve o yüzden ölmüş olduğu halde evi terketmiyormuş... Benim ruhuma girmiş ve şu anda da beni kontrol ediyormuş... Benim babaannem ile uzun uzun konuşmamın nedeni de buymuş... 

         Annemin yüzü renkten renge giriyordu Hanefi Hanım konuştukça... Ne yapmamız gerektiğini sordu annem. Hanefi Hanım, bir iki Arapça duayı bizim okuyabileceğimiz alfabe ile yazdı ve anneme verdi. Bu duaları her gün hem ben hem annem 1111 defa okuyacakmışız. Ancak o zaman kurtulurmuşum bu dertten. Demek annem ve babam benim babaannem ile olan yakın ilişkimi kıskanmışlardı. Bu nasıl olabilirdi? Neden benimle konuşmak yerine Hanefi Hanım’ı çağırmışlardı? Benim babaannemi kendi kafamdan uydurduğumu zannediyorlar. Oysa, onlarda gördüler babaannemi. Gören tek ben değilim ki! Koşarak odama çıktım ve ağlamaya başladım. Yatağın üzerinde ne kadar zamandır o şekilde yüzüstü yattığımın farkında değildim. Yüzümü tavana çevirdiğimde babaannemi karşımda buldum. Odama pek gelmezdi. Yatağıma oturup artık gitme zamanının geldiğini söyledi. Bana söylemek istediği son bir şey daha varmış. Onu da söyleyip gidecekmiş. Bu sefer ben ondan önce davrandım ve “Benim sana bir sorum var” dedim. “Sor o zaman” dedi. “ Neden geldin?” dedim... Yüzüme ağlayacakmış gibi baktı, elleriyle yüzümü okşadı ve “Özledim” dedi... “ Yaşamayı, nefes alıp vermeyi özledim” . Peki dedim, “O halde neden gidiyorsun” diye sordum. “Yasaları çiğneyemem” dedi. “Yasaları çiğneme hakkı yaşayanlara aittir. İnsan ölünce yasayı çiğneme hakkını da kaybediyor. Seninle daha fazla zaman harcayarak seni yanlış yönlere sürüklemek istemem. Bilinmezin cazibesine bir kaptırırsan kendini, bir daha kurtaramazsın paçanı. Sana son bir tavsiye de bulunup gideceğim o yüzden. Seni senle başbaşa bırakabilmek için. Hem insan ister istemez bulunduğu yere ait hissediyor kendini, bulunduğu yeri hiç sevmese de! Burada bir yabancı gibi yaşayamam artık...” Ben de karşılık olarak “Dinliyorum o halde. Anlat anlatacaklarını ve git... Benim delirdiğimi düşünmeye başladı herkes...Nereye aitsen oraya git ama burada durma... “ dedim. Ağlıyordum... Kendimi tutamıyordum ve hıçkırıklar içinde ağlıyordum... Babaanneme “git” dediğim için ağlıyordum... O ise yanıma biraz daha yaklaştı ve gitmeden önce son sözlerini söyledi. 

         “Yıllar önce, Anadolu’nun bir köyünde öğretmenlik yaparken bir bisikletim vardı. Haftada iki gün bisikleti alır, yakındaki okulu olmayan bir köye, çocuklara okuma yazma öğretmeye giderdim. Yollar çok bozuktu o zaman... Taşlar, çakıllar, çukurlar...Önceleri gündüz yol aldığım zaman çukurlara daha az düşeceğimi sanırdım. Ne de olsa bütün yolu rahatlıkla görebiliyordum. Bütün çukurları ve taşları görüyor ve onlara takılmamak için sürekli bisikletin direksiyonu ile oynayarak sarsıntısız bir şekilde ilerliyordum. Bir keresinde köyden çok geç çıktım ve güneş battığında ben daha yolun başında idim. Neyse ki bisikletin dinamosu vardı ve pedalları çevirdiğim sürece önümde ışık oluyordu. Yani, ben gittikçe önümü görebiliyordum ve önümü gördükçe daha dar bir alanda seçme hakkım olmasına rağmen taşlardan ve çukurlardan kaçınmayı çok daha iyi bir şekilde becerebiliyordum. Yolun çok ufak bir kısmını görebiliyor olmam, beni ne yavaşlatıyor ne de zarara uğratıyordu. Hatta, bir süre sonra gece yolculuk yaptığım zaman daha az sarsıldığımı farkettim. Gündüz bisiklet sürerken önümde çok fazla seçenek oluyordu ve henüz burnumun ucundaki engelleri aşmadan ilerdeki engelleri düşünüyordum. Oysa, geceleri her şey anlık idi... Tek amacım burnumun ucuna gelen çukurlardan kaçınmaktı ve bunu daha bir ustalıkla becerebiliyordum... “

         Bu sözleri söyleyip kapıyı açtı ve elveda bile demeden çıktı... Ben yine anlatmak istediği şeyi anlamamıştım. Anlamayı da ummuyordum. Geldiği gibi gitmişti ve o anda ağlamadığımı farkettim. 

         Babaannem dışarı çıkar çıkmaz içeriye annem girdi ve nasıl olduğumu sordu. Onu daha fazla korkutmamak için babaannemden hiç söz etmedim... “İyiyim” dedim, “gayet iyiyim... sadece biraz yalnızım, neden benim de başkaları gibi kardeşlerim yok” Annem yanıma oturup, saçlarımı düzeltti. Anneme sarıldım ve tekrar ağlamaya başladım... 

         Annemin omzunun üzerinden kapıya doğru bakarken babaannemi gidiyorken gördüm... Her zamanki gibi beli hafif bükük ve ayakları zor hareket ediyordu...

  Ali Rıza Arıcan/ Mayıs, 2002, Tayland

® 2001 H@vuz Yayınları   © H@vuz Bilgi Bankası                           © Şubat  2007  ISSN 1864-0524