Bütün
olaylar bir hafta önce ölen babaannemin
bu sabah kapıda belirmesi ile başladı. Evdekiler önce durumu kavramakta
zorlansalar da sonunda babaannemin bu sürprizini onun şakacılığına verdiler ya
da ben evdekilerin bu biçimde düşündüklerine kendimi inandırdım. Gerçekten de babaannem yaşına inat çok
şakacı, daha iyi bir ifade ile nüktedân bir kadındı. 70 yıldır yaşamışlığın verdiği haklı bir bilgiçlikle
konuşurdu her zaman. Belki de ben çocukluğumun en güzel öykülerini ondan
dinlediğim, halen bir tarafımda yaşattığım o çocukluğun en güzel anılarını
annem ve babamdan çok babaanneme borçlu olduğum için böyle düşünüyorumdur.
Kimbilir! Belki O da bende kendinden bir şeyler bulduğu için en güzel
öykülerini ve masallarını bana anlatırdı. Her olay için söylenecek sözü olurdu.
En basit ev kavgasından, politik atışmalara kadar her şeye ilişkin bir öyküsü
vardı. Bunca öyküyü nasıl öğrendiği ise, başka bir bilmeceydi. Sanırım 30
yıllık öğretmenlik mesleğine borçluydu tüm bilgisini. Bana daha önce hiç anlatmamıştı
oysa, öldükten sonra geri gelen yaşlı kadının öyküsünü. Kimbilir! Belki de
gördüklerini anlatmak için geri gelmişti.
Annem ve babam çok şaşırdılar,
babaannem ile beni kapının ağzında konuşurken görünce. Önce kendi kendime
konuştuğumu zannettiler. Aslına bakılırsa, ben de inanamamıştım kapıdaki
kadının gerçekten babaannem olduğuna. Kolay değil tabii! Arkasından onca
gözyaşı döküp, cenaze namazında kadınlar olarak arka saflarda hazır bulunduktan
sonra, tabutun içinde mezarlığa bırakıp geldiğin kişiyi, karşında 10 sene
gençleşmiş olarak görürse şaşırmaz mı insan? Şaşırmıştım elbet! Hatta
şaşırmaktan çok kuşkulanmıştım bu kadının babaannem olduğundan. Ne zaman
gözlerimin içine bakıp, “Kızım, ben! Babaannen“ derken takma dişlerini
gösterdi, o zaman anladım o kadının gerçekten babaannem olduğuna. Ben
babaannemi hemen tanıdım ama annem ve babam, pazar sabahı erken bir vakitte
zili çalıp, herkesi uyandıran babaannemi tanımakta bir hayli zorlandılar.
Sanırım annem, babaannem ile pek geçinemezdi. Babam da son yıllarda babaannemin
dilinden ve benimle ilgili kararlara çok karışmasından dolayı pek konuşmazdı
onunla. Ölümü bir sürpriz olmuştu, tıpkı sabahın köründe mezardan çıkıp geri
gelmesi gibi. Bir hafta önce akşam yatarken üzerinde bir ağırlığın olduğunu söylemişti.
Sabah olduğunda, uykusunda sessizce ölmüş olduğunu fark ettik. O gür sesiyle
evde fırtınalar yaratan kadın kimseye haber vermeden, sessizce uzaklaşmıştı
aramızdan. Hiçbirimiz beklemiyorduk böyle ani bir ölümü. O bile beklemiyordu
büyük bir olasılıkla ama ölmüştü bir kere. Belki de daha o zaman geri
gelebileceğinin farkında idi. Yapılacak bir şey yoktu. Hemen akrabalara haber
verildi ve ertesi günün ikindi vakti cenazeyi kaldırdık. Cenazeyi kaldırdığımız
günden bugüne altı gün geçti ve babaannem gittiği yerden hoşlanmadığını bahane
ederek geri geldi...
Geri gelmesinin nedenini öğrendiğimde
hiç şaşırmadım. Babaannem, çocuklara aşıktı. Oysa dediğine göre gittiği yerde
pek çocuk yoktu. Olanlarda, çok uslu, hiç bir sorunu olmayan ‘melek gibi
şeyler’ oldukları için kendisini bunalttığını söyledi. Bütün bunların dışında,
beni şımartmak için bir de beni çok özlediğini söyledi... Ne yalan söyleyeyim,
ben de onu çok özledim. İyi ki geldin babaanne... Hoş geldin! Umarım bu sefer
gitmezsin!
Annem ve babam babaannemin dönüşü
üzerinde pek yorum yapmıyorlar ama hoşnut olmadıklarını anlayabiliyorum. Onun
geri gelmişliğine inanmamaları da biraz bundan sanırım. İnsan, işine gelmeyen
bir gerçeğe biraz zor inanıyor. Özellikle yetişkinler, bu konuda çok zayıflar. Babaannem
eve geldiği sabah annem önce bir doktor çağıralım dedi. Kapıda benimle konuşan
kadının babaannem olduğuna o da inanmıştı ama geçmiş deneyimleri ölü bir
insanın geri gelemeyeceği ya da konuşamayacağını öngördüğü için bir doktor
çağırmayı düşündü. Babam anneme engel oldu. Bunun ruhsal bir sorun olduğunu,
bize gereken şeyin bir doktor değil de bir psikiyatris olduğunu söyledi. İyi
ama yaşamları boyunca hiç işleri düşmemişti ki bir psikiyatri! Bir psikiyatris
nasıl aranırdı, ona ne denirdi? Psikiyatris babamın deli olduğunu düşünmez
miydi olanları anlattığı zaman. Biraz
daha düşünüp, sakinleştikten sonra babam muhteşem bir fikir buldu. “ Eğer, bu
ölmüş kadın kendi kendine geri gelmişse kendi kendine gitmesini de biliyor
olmalıdır. O halde, biz onu rahatsız etmez, her zamanki gibi karşılarsak bir
süre sonra sıkılır ve gider. Ölmeden önce de sürekli olarak köye gitmek
istediğini söylemiyor muydu? O zaman gidecek bir yeri yoktu, söylenip
duruyordu. Şimdi gidecek bir yeri var ve istediği zaman geldiği kapıdan çıkar
ve gider... O zaman biz de ona engel olmayız”
Babamın ve annemin gözlerinde aynı anda
mavi bir ışığın parladığını gördüm. - görmedim ama hayal ettim- O sırada benim onları dinlemediğimi
zannediyorlardı ama ben mutfak kapısının kenarına sıvışıp salonda konuşulan her
şeyi dinliyordum. Onlar istedikleri kadar uğraşsınlar, babaannemi geri
göndermek gibi bir niyetim yok. Babaannemi alıp, öldükten sonra annemin
kilitlediği, küçük odasına götürdüm ve bana bir öykü anlatmasını,
becerebiliyorsa – becerebileceğinden adım kadar emindim- öldükten sonra
başından geçenleri anlatmasını rica ettim. O ise yorgun olduğunu, uzun yoldan
geldiğini, yaşlı bacaklarının uzun yollara dayanamadığını bahane ederek uyumak
istediğini söyledi. Ben de bir şey diyemedim tabii ki! Ne diyebilirim? Belli ki
uzun yoldan gelmiş... Onu yatağına yatırdım, elektrikli sobayı yatağın yanında
yakıp kendi odama çıktım... Biraz kitap okudum, biraz ders çalıştım, biraz da
telefon da en yakın arkadaşım Leyla’ya bugün başımdan geçenleri anlattım. Leyla
hiç şaşırmadı bugün olanlara çünkü benzer şeyler bir kaç sene öncesinde onun da
başından geçmiş... Bu yolda yalnız olmadığımı öğrendiğim zaman içim biraz daha
rahatladı ve tüm kuşkularımdan kurtuldum. Akşam üzeri babaannemin odasına girip
sobayı kapattım ama babaanne halen uyuyordu. Sabaha kadar uyanmayacağını
düşündüm ve bu akşamı da babaannesiz geçireceğim gerçeğini ne kadar zor gelse
de kabul edip tekrar odama çıktım... Ne de olsa gitmemek üzere geri gelmişti.
Bundan sonraki tüm akşamlar bizim değil mi? Her akşam konuşuruz bundan sonra...
Sabah erken uyandım ve hemen
babaannemin odasına koştum. Ben erken uyandım diyordum ama o benden iki saat
önce uyanmış, banyo yapmış, uzun beyaz saçlarını taramış, pencereden dışarıyı
izliyordu ben odaya girdiğimde. “Eski bir alışkanlık” dedi ben neden erken
uyandığını sorduğumda. Güneşin doğması ile o da gözlerini açıyor, akşam güneş
batınca da gereksiz konuşmalarla çok fazla vakit öldürmeden yatağa gidiyor. Bir
türlü alışamamış saatle birlikte yaşanan yaşama. İnsanın yaşamını doğal olmayan
bir ölçeğe bağlaması insanı, doğadan koparıyormuş. Babaannem, kendisinin
doğanın bir parçası olduğuna fazlasıyla inandırmıştı. Ona göre kentlerde yaşayan
insanlar kendilerini doğadan kopardıkça başlarını beladan alamayacaklarmış.
Çünkü, insan parçası olduğu bütünü sonsuza kadar inkar edemezmiş. Eninde
sonunda insan haddini bilmeyi öğrenecekmiş. Ben onun falcılar gibi konuşmasını
ayrı bir tatta severdim. Ne yaptığı yorumları çok anlardım ne de anlamak için
çok çaba sarfederdim. O kendi halinde, yaşlılığını yaşayan bir kadından daha
başka bir kadındı benim için. Onun bana
anlattıkları kadar benim ona anlatabildiklerim de önemliydi benim için.
Aramızdaki yaş farkına rağmen beni annemden de babamdan da daha iyi
anlayabiliyordu. Dinlemesini de konuşmak kadar severdi... Ama nedense bugün ne
konuşuyor ne de beni konuşmam için teşvik ediyor. Eve ikinci gelişi sanki onda
bir şeyleri eksiltmiş. Konuşmuyor, susuyor... Derin derin uzaklara
bakıyor... Bana öldükten sonra
gördüklerini anlatması için sorduğumda, yüzünü buruşturdu ve yanıt vermedi.
Uzun süre yüzüme anlamsız bir şekilde baktıktan sonra, ölüm sonrası yaşam
hakkında konuşmasının doğru olmadığını, eğer konuşursa benim yaşamımın anlamını
yitireceğini söyledi. Yaşamda bazı şeyler bilinmeyen olarak kalmak zorunda
imiş. Bunlardan birisi de Tanrı’nın varlığı ve buna bağlı olan diğer
gerçeklermiş. İnsanı insan yapan en önemli sırlardan birisinin öldükten sonrasını
bilmemesi olduğunu söyledi babaannem. Ben ısrar ettim. Ne olur dedim! Azıcık
bahset, söz veriyorum kimseye söylemeyeceğim dedim! Ama nafile! Sanki ötelerde
bir yerlerde ağzını mühürlemişler gibi konuşuyordu. Sözcükleri büyük bir
dikkatle seçiyor, yanlış bir şeyi ağzından kaçırmamak için aşırı bir gayret
gösteriyordu. Ben o zaman anladım ki, babaannem bizimle uzun süre kalmayacak.
Belki bir hafta, belki daha az...
Ben onun hakkında bu derecede derinden
düşünürken, o bir anda ayağa kalktı ve bana bir şey göstermek istediğini
söyledi. Elimden tuttu ve beni mutfağa götürdü. Mutfak tezgahının kenarında
durup, lavabodaki karıncaları gösterdi bana. Şaşırmıştım! Daha önce hiç karınca
görmemiştim bu lavaboda. Annem bunları görse, sadece lavaboyu değil bütün evi ilaçlardı
herhalde. Babaannem ise gayet normal karşıladı karıncaları. Bana onları
göstererek “Yaşamın ne kadar değerli olduğunu bana onlar öğretti” dedi...
Lavabonun tepesinden, bir kuğu boynu gibi kıvrılarak uzanan çeşmeyi açtı ve
hemen kapattı. Karıncaların bir kısmı aniden bastıran suyun etkisiyle,
lavabonun kaygan zeminine de tutunamayınca, yuvarlanarak delikten aşağı
gittiler. Babaannem, eliyle bir karıncayı göstererek ona dikkat etmemi söyledi. Suyu tekrar açtı ve hemen kapattı.
Karınca suyun akıntısına karşı gelemiyordu ama bir şekilde kendini kurtarmaya
çalışıyordu. Suyun akması durunca, kendini toparlıyor, ıslak bedenini sanki bir
cesedi taşıyormuş gibi sürüklüyor ve lavabonun kuru kalan yerlerine doğru
yöneliyordu. Babaannem ise hayvana işkence yapmaya devam ediyordu. Hayvan,
suyun her açılışında aşağıya kayıyor, bazen lavabonun deliğine tutunuyor, bir
şekilde o kara deliğe gitmemek için inanılmaz bir çaba sarfediyordu. Babaannem,
bu ufacık hayvanla 5 dakika kadar oynadıktan sonra, işaret parmağını karıncaya
uzattı ve onu kurtardı. Karıncayı kuru bir zemine koyduktan sonra, bana dönüp
şöyle dedi: Görüyor musun? Yaşamda sahip olabileceğin en değerli şey yaşamın ta
kendisidir. Bütün varlık bu ilke ile yaşamını sürdürür. Karınca, öleceğini
bilmediği halde yaşamından endişe etmektedir. İşte, bu yüzden yaşamın değerini
bana bu hayvanların öğrettiğini söyledim... Bundan daha güzel kim öğretebilirdi
ki!
Mutfaktan çıkıp, tekrar onun odasına
döndüğümüzde yolda annemi gördük. Annem onu görmezden geldi. Zaten kilitlediği
odayı tekrar açtığım için bana bayağı kızgın. O odayı gelecek hafta ilaçlayıp,
ardından babam için çalışma odası yapmayı düşünüyordu. Babaannemin ani gelişi
bütün planlarını altüst etti sanırım... Kızgınlığı bundan olsa gerek...
Odaya girdiğimizde babaannem bana döndü
ve yakın bir zamanda geldiği yere
dönmesi gerektiğini söyledi. Dediğine göre izin almış bir kaç günlüğüne ama her
an çağırabilirlermiş geriye. O yüzden bana söylemek istediği şeyleri hemen
söylemek istiyormuş. Ben neden geri gitme zorunluluğunu anlamasam da gitmesine
engel olamayacağımı biliyordum. O yüzden ne bir soru sordum ne de gitmemesi
için bir laf ettim. Sadece bana ne anlatmak istediğini sordum. Ötelere gidip
gelmiş birisi elbet sadece karıncaların lavabonun deliğine tutunmasından daha
önemli şeyler anlatmalıydı.
Birden bire bana eski bir Çin
söylencesini anlatmaya başladı. Tıpkı eskisi gibi bir anda, nedensiz yere
anlatmaya koyulmuştu. Bir anda çocukluğumun babaannesine kavuştuğumu sandım. O
ise gayet dikkatle anlatıyordu çok önemli olduğuna inandığı öyküsünü:
Henüz zamanın bildiğimiz anlamda var olmadığı bir devirde, bütün
bir evren kocaman bir yumurtadan ibaretmiş. Bir gün bu yumurta ikiye bölünmüş.
Üst kısmı gökyüzünü, alt kısmı ise yeryüzünü meydana getirmiş. Yeryüzündeki
topraktan P’an Ku adında ilk insan meydana gelmiş. Her gün 10 metre boy
atıyormuş bu adam. O boy attıkça, gökyüzü de her gün 10 metre yükseliyor,
yerkürenin kalınlığı 10 metre artıyormuş. 18000 yıl sonra P’an Ku ölmüş ve
ölümünden hemen sonra kafası ikiye bölünmüş. Bu iki parça ayı ve güneşi meydana
getirmiş. Bedeninden akan kan nehirleri ve denizleri oluşturmuş. Saçları
ormanları, nefesi rüzgarı, sesi gök gürültüsü olmuş. Onun bedenindeki pireler
ise bizim atalarımız oluyorlarmış...
Babaannem, bu söylenceyi anlatırken her
zamanki öğretmenlik ciddiyetini takınmıştı. Ehh! Tam 30 yılını vermiş
öğretmenliğe... Kolay değil eski alışkanlıkların ölmesi. Bu kısa ve hatta biraz
da bana komik gelen öyküyü niye anlattığını söylemedi. Sadece, bu söylencenin
basit bir söylence olmadığını, insanın P’an Ku’nun bedeninden ayrı olarak bir
pire şeklinde düşünülmesi ile yeni bir çağın başlangıcını imlediğini söyledi.
Bu da tıpkı az önceki karınca olayı gibi bana çok anlamlı gelmedi. Ne yani!
Babaannem bu saçma öyküyü anlatmak için mi gelmişti taa öteki dünyadan?
“Hayır” dedi hafifçe sesini
yükselterek, düşüncelerimi okuyabildiğini bana belirtmek için. Karıncanın
lavabodaki çırpınışları ve öykünün anlattığı gerçekler aptalca şeyler
değillermiş. Bunları ilerde anlayacakmışım... Sanırım onu biraz kızdırmıştım.
Günün ilerleyen saatlerinde hiç konuşmadık. Akşam yemeğini bizimle birlikte
yemedi. Daha doğrusu, annem ve babamın ona karşı takındıkları tavırlar yüzünden
ortalıkta pek görünmemeye çalışıyordu. Hem zaten yemekte yemiyordu. Öldükten
sonra yemek yememeye alışmış. Beni en çok kızdıran şey ise annem ve babamın
onun hakkında sözü her açtığımda beni susturmak istemeleri idi. Neden kabul
etmeleri bu kadar zor idi? Babaannemin
bir kaç gün sonra gideceğini bilmiyorlardı. Bilseler belki daha hoşgörülü
olabilirlerdi. O zaman babaannemin varlığının tadını çıkarırlardı benim gibi...
Akşam, erken yattım... Annem, yarın
sabah eve misafirlerin geleceğini ve benim de misafirler ile ilgilenmemi
istiyor...
Sabah inadına geç uyandım. Salona
girdiğimde üst katta ki Hanife hanımın annem ile babaannem hakkında
konuştuklarını duydum ama ne konuştuklarını dinlemedim. Hem ben zaten yataktan
kalkınca yarım saat kendime gelemem... Banyoya girip sıcak suyla uzun süren bir
banyo yaptım. Aslında niyetim misafirlerin gitmesini beklemekti ama banyodan
çıktığımda misafirlerin gitmek yerine sayıca arttıklarını farkettim. İşin
garibi halen babaannem hakkında konuşuyorlardı. Tam odamda en sevdiğim kırmızı
kazağımı giymiştim ki annem beni salona çağırdı. Alelacele saçlarımı tarayıp
salona geçtim. Hanife Hanım bizim küçük tüpü yakmış, kaşığın içine koyduğu gri
renkte bir şeyi eritiyordu. Ne yaptıklarını anlayamadım ama annem benim Hanefi
Hanım’ın önünde diz üstü oturmamı söyledi. Ben istemeye istemeye de olsa
oturdum dizlerimin üzerine. Hanefi Hanım başımın üzerine tülbent gibi ince,
beyaz bir kumaşla kapattı. Gözlerim yerde bulunan su dolu leğene bakıyordu.
Hanefi Hanım bir süre daha kaşıktaki cıvaya benzeyen maddeyi ateşin üstünde tuttuktan
sonra kaşıktakileri suyun içine attı. Birden suya değen kızgın maddenin
çıkardığı ços sesi ile korktum ama annem elleri ile beni tutuyordu. Burnum ve
genzim acımsı gazla dolmuştu. Midem bulandı ve gözlerimden yaş geldi. Annem
beni tutmasaydı koşarak uzaklaşacaktım oradan. Suya düşen gri renkli sıvının
suyun içinde katı hale dönüşüp kurşun rengine bürünmesi ile anladım, suya atılan şeyin gerçekten kurşun
olduğunu. Bana yapılan şey kurşun dökme olayı olsa gerekti. İlk defa böyle bir
şey görüyordum ve daha da ilginci bu kendi başıma geliyordu. İyi ama benim bir
rahatsızlığım yoktu ki! Ne istiyorlar benden? Hanefi Hanım bir takım Arapça
sözcükler eşliğinde suyun içinde katılaşan kurşunu eline aldı ve bir şeyler
okuyormuş gibi uzun süre baktı. Baktı,
baktı ve sonunda anneme dönerek sessizliğini bozdu... Ben de babaannemin ruhunu
görmüş. Dediğine göre babaannem öldüğü zaman evde birilerine kızgınmış ve o
yüzden ölmüş olduğu halde evi terketmiyormuş... Benim ruhuma girmiş ve şu anda
da beni kontrol ediyormuş... Benim babaannem ile uzun uzun konuşmamın nedeni de
buymuş...
Annemin yüzü renkten renge giriyordu
Hanefi Hanım konuştukça... Ne yapmamız gerektiğini sordu annem. Hanefi Hanım,
bir iki Arapça duayı bizim okuyabileceğimiz alfabe ile yazdı ve anneme verdi.
Bu duaları her gün hem ben hem annem 1111 defa okuyacakmışız. Ancak o zaman
kurtulurmuşum bu dertten. Demek annem ve babam benim babaannem ile olan yakın
ilişkimi kıskanmışlardı. Bu nasıl olabilirdi? Neden benimle konuşmak yerine
Hanefi Hanım’ı çağırmışlardı? Benim babaannemi kendi kafamdan uydurduğumu
zannediyorlar. Oysa, onlarda gördüler babaannemi. Gören tek ben değilim ki!
Koşarak odama çıktım ve ağlamaya başladım. Yatağın üzerinde ne kadar zamandır o
şekilde yüzüstü yattığımın farkında değildim. Yüzümü tavana çevirdiğimde
babaannemi karşımda buldum. Odama pek gelmezdi. Yatağıma oturup artık gitme
zamanının geldiğini söyledi. Bana söylemek istediği son bir şey daha varmış.
Onu da söyleyip gidecekmiş. Bu sefer ben ondan önce davrandım ve “Benim sana bir
sorum var” dedim. “Sor o zaman” dedi. “ Neden geldin?” dedim... Yüzüme
ağlayacakmış gibi baktı, elleriyle yüzümü okşadı ve “Özledim” dedi... “
Yaşamayı, nefes alıp vermeyi özledim” . Peki dedim, “O halde neden gidiyorsun”
diye sordum. “Yasaları çiğneyemem” dedi. “Yasaları çiğneme hakkı yaşayanlara
aittir. İnsan ölünce yasayı çiğneme hakkını da kaybediyor. Seninle daha fazla
zaman harcayarak seni yanlış yönlere sürüklemek istemem. Bilinmezin cazibesine
bir kaptırırsan kendini, bir daha kurtaramazsın paçanı. Sana son bir tavsiye de
bulunup gideceğim o yüzden. Seni senle başbaşa bırakabilmek için. Hem insan
ister istemez bulunduğu yere ait hissediyor kendini, bulunduğu yeri hiç sevmese
de! Burada bir yabancı gibi yaşayamam artık...” Ben de karşılık olarak “Dinliyorum o halde. Anlat anlatacaklarını
ve git... Benim delirdiğimi düşünmeye başladı herkes...Nereye aitsen oraya git
ama burada durma... “ dedim. Ağlıyordum... Kendimi tutamıyordum ve hıçkırıklar
içinde ağlıyordum... Babaanneme “git” dediğim için ağlıyordum... O ise yanıma
biraz daha yaklaştı ve gitmeden önce son sözlerini söyledi.
“Yıllar önce, Anadolu’nun bir köyünde
öğretmenlik yaparken bir bisikletim vardı. Haftada iki gün bisikleti alır,
yakındaki okulu olmayan bir köye, çocuklara okuma yazma öğretmeye giderdim.
Yollar çok bozuktu o zaman... Taşlar, çakıllar, çukurlar...Önceleri gündüz yol
aldığım zaman çukurlara daha az düşeceğimi sanırdım. Ne de olsa bütün yolu
rahatlıkla görebiliyordum. Bütün çukurları ve taşları görüyor ve onlara
takılmamak için sürekli bisikletin direksiyonu ile oynayarak sarsıntısız bir
şekilde ilerliyordum. Bir keresinde köyden çok geç çıktım ve güneş battığında
ben daha yolun başında idim. Neyse ki bisikletin dinamosu vardı ve pedalları
çevirdiğim sürece önümde ışık oluyordu. Yani, ben gittikçe önümü görebiliyordum
ve önümü gördükçe daha dar bir alanda seçme hakkım olmasına rağmen taşlardan ve
çukurlardan kaçınmayı çok daha iyi bir şekilde becerebiliyordum. Yolun çok ufak
bir kısmını görebiliyor olmam, beni ne yavaşlatıyor ne de zarara uğratıyordu.
Hatta, bir süre sonra gece yolculuk yaptığım zaman daha az sarsıldığımı
farkettim. Gündüz bisiklet sürerken önümde çok fazla seçenek oluyordu ve henüz
burnumun ucundaki engelleri aşmadan ilerdeki engelleri düşünüyordum. Oysa, geceleri
her şey anlık idi... Tek amacım burnumun ucuna gelen çukurlardan kaçınmaktı ve
bunu daha bir ustalıkla becerebiliyordum... “
Bu sözleri söyleyip kapıyı açtı ve
elveda bile demeden çıktı... Ben yine anlatmak istediği şeyi anlamamıştım.
Anlamayı da ummuyordum. Geldiği gibi gitmişti ve o anda ağlamadığımı farkettim.
Babaannem dışarı çıkar çıkmaz içeriye
annem girdi ve nasıl olduğumu sordu. Onu daha fazla korkutmamak için
babaannemden hiç söz etmedim... “İyiyim” dedim, “gayet iyiyim... sadece biraz
yalnızım, neden benim de başkaları gibi kardeşlerim yok” Annem yanıma oturup, saçlarımı düzeltti.
Anneme sarıldım ve tekrar ağlamaya başladım...
Annemin
omzunun üzerinden kapıya doğru bakarken babaannemi gidiyorken gördüm... Her
zamanki gibi beli hafif bükük ve ayakları zor hareket ediyordu...
|