Kültürlerin Meskeni



Türkiye, asırların birikimiyle yoğrulmuş, nice bilginlerin, nice şairlerin, nice medeniyetlerin mekan tuttuğu, hatta imrenilecek kadar rengarenk güzellikler içeren bir ülke. Asya ile Avrupa arasındaki kültürlerin, aşkların ve destanların ardı ardına yaslandığı bir ülke Türkiye. Bu ülkeyi anlamak, bu ülkeyi tanımak demek, damarlarını beslediği zenginliği anlamak, bu zenginliği geliştirmek, tüm çıplaklığıyla çıkarsız ve tarafsız algılamak, içine çekercesine solumak gerekir. Şairin dediği gibi, "Yaşamak tek ve hür, yaşamak bir orman gibi kardeşçesine..."

Evet asıl olan kardeşçesine yaşayabilmektir. Bu toprakların insanları kardeşçesine yaşamasını da öğrenmişti. Bundandır ki, bu topraklar nice medeniyetlerin sesi soluğu ve nefesi olmuştu. Kendi yaşadığı toplumun en yetkili mercileri olarak gören kraliyetler ve imparatorluklar bile, bu ülkenin zenginliğini paylaşmak için nice ince hesaplar yapmıştı. Kendi imparatorluğunun geleceğini, farklı ulustan halkların zengin yaşam felsefesiyle ilmik ilmik dokuduğu değerlerin ganimetinde görenler, sanatın, kültürün, literatürün ve tarihsel değerlerini her geçen gün daha çok anlar oldular.  Ve "yeni imparatorlar" artık, kültürlerin ve sanatın hakimiyetiyle olacaktı. Bu anlamıyla tarihsel değişimler artık harita üzerinden değişmeyeceğe benziyor. Medeniyet savaşları dönemini geride bıraktığımızı sandığımız bu modern çağda, inançlar arasında yaratılan provokasyonlar, milliyetler arasında yapılan çatışmaların her geçen gün ivmesinin düşmesi gerekirken, aksine artmaya başladığını görüyoruz. Her türlü zenginliklerle bezeli bu coğrafyanın huzuru hiçbir zaman yerinde olmayacak gibi görünüyor. Aslında asıl savaş, yeni başlıyor. Irak’ın işgal edilmesiyle birlikte Amerika ve Avrupa'nın gözü bir bütün olarak doğu medeniyetleriyle bürülü bu coğrafyadaki maden yataklarına çevrildi. Osmunyum, petrol ve bakır madenleriyle bezeli bu zenginliklerin üzerinde kurulu muhteşem doğaüstü güzelliklere ulaşmak isteyen, farklı hesaplarla bu coğrafyanın gizliliklerine erişmenin peşinde. Milyonlarca sanatseverin Avrupa şehrinin en görkemli müzelerine akın etmesinin sebebine baktığımızda anlıyoruz. Eski uygarlık döneminde yapılan sanat eserlerinin görkemi ve insanlar üzerindeki derin izleri.
 
Eski Uygarlıklar ve Türkiye
Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasını kapsayan bu bölge içinde özelikle Dicle ve Fırat nehieleri arasındaki  verimli coğrafya kimleri ağırlamadı ki; Huriler, Metaniler, Asurlar, Persler, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler, Aleviler, Çerkezler, Azeriler, Özbekler, Lazlar, Rumlar, Ortodokslar…

Kendi içinde yaşadığı bu uygarlığı anlamayan Türkiye, gerici yanıyla bu uygarlıklara kapalı kaldı. Dolayısıyla, bu uygarlıkların bıraktığı coğrafyadaki tarihi sanat eserlerini  diş ülkeye bilinçli ve bilinçsizce pazarladı.  Bilinçli ve bilinçsiz diyorum çünkü; Osmanlı uygarlığı boyunca bazı tarihi eserler tahrip edilip "Put" denilerek, bir inancı yaşatmak adına, farklı bir inancın varlığını "yok sayma" hakkını kendinde buldu. Türkiye hep gerici yüzüne sarılarak bu uygarlıklardan kurtulmanın yolarına  baktı ve bu uygarlıklara ait tarihi eserleri birçok Avrupa  ülkelerine, panzer, silah karşılığında  sattı. Bazen de kendi içindeki çekişmelerden dolayı elindeki paha biçilmez eserleri elinden çıkardı ve kalıntılarına da acımasızca saldırdı. "GAP" projesi adı altında, 50 yılık ucuz bir enerji  projesine ,5000 yılık tarihi muhteşem görüntüleri anıtları, doğayı ve sanatsal değerler sular altında bırakıldı.

Eski Uygarlıklara Avrupa Ülkelerinin Tavrı:
Bu tarihi eserlerinin sahiplenip, övünç kaynağı olacağına bu eserleri yapan ustaların isimleri "ulus milliyetçiliği" nedeniyle anılmadı, yok sayıldı. Şu an Avrupa'nın merkezinde dimdik ayakta duran tarihi Çırağan, Beşiktaş saraylarının sahipleri Fransız yapımı diyerek, kişilerin isimlerinin bilinmediği yazıldı. Bilinenlerde  korku ve buna benzer gerekçelerle yazılmadı.

Osmanlı mimarlığında "Balyan" yada "Baliyan" ailesi olarak bilinen  bu aile, 200 yıllık  tarihi geçmişine imza atmışlardı. Muhteşem "Çırağan Sarayı'nın mimarı olan bu aile yok sayıldı. Nemrut’ daki Kommagene kralığına  ait eserler hala günümüzde doğal fırtınalara, kasırgalara ve tahriplere rağmen, ayakta durmaya devam ediyor. Bu eserler devlet denetimine alınıp koruması gerekirken, kendi kaderiyle başbaşa bırakılmıştır.

Eski Uygarlıklar ve Avrupa:
Artık eski uygarlıkların kalbi, Avrupa'nın önemli kentleri olan Londra, Berlin, Paris, Roma’ da atıyor. Bu tarihi değerleri görmek için gittiğim ilk müze Pergamon Müzesi olmuştu. Daha sonra Londra’ daki British Müzesini incelemek istemiştim. Girişin sağında başlayarak ilerleyen bu görkemli sanat eserleri, Nemrud´dan  Diyarbakır´dan, Bargama´dan, Susa’dan, Van´dan, sayabileceğiniz kadar sayın, Afrika’dan Aztekler’den Mısır’dan getirilmişti. Dönemin en önemli kralları olan Tutankhamun dönemindeki dünya devi kültür miraslarıyla karşılaşınca neye uğradığımı şaşırdım. Önce bir sevinç narası atmak geldi içimden. Yüreğim yandı, içim burkuldu, gözlerimden yaşlar ardı arkasına boşalıp durdu. Bugüne kadar öğrendiklerimin abartılı ve yalanlarla dolu olduğunu öğrendim. Koca Afrika, Mezopotamya, Mısır ve Aztek uygarlığına artık İngiltere kucağını açmıştı. Bir tarafta ölüler, bir tarafta ölü kalmış diriler. Ölüler yaşadıklarıyla diriler, ya ölü yaşayan diriler.

Evet, Avrupa insanı bilinç ve algılama seviyesinde çağımızın insanı düzeyinde. Sistemindeki insan haklarındaki gelişimi, kültürel ve sanatsal yönüyle çağ atlamıştı. Türkiye insanı ve halkı arasındaki uçurum dağlar kadardı. Bir taraftan köyünden sürgün olarak yaşayan, döner zincirleri ve alış-veriş yaparak zamanını geçiren bir halk, bir tarafta sosyal yaşama sarılan, felsefe ve sanat noktasında gerilerden gelip, günümüzün sanat eselerini irdeleyen bir olgunlaşma açıkça görülmektedir.

Pergamon (Bergama) Müzesi
Prehistorik çağdan bu yana yerleşim alanı olarak kullanılan antik kentlerden Bergama ve yöresinin kaderi Berlin’e göç etmekmiş. M.Ö. 6. yüzyıllarda Bergama, Mysia Eyaleti’ne yerel olarak bağlanırken, bu dönem içinde Lidya Devleti, Bergama yöresindeki etkinliğini siyasal ve ekonomik yönden benimsetmişti. Sonra Hitit devletinin üstünlüğünde bölge, Grek tiranlarının sığınak ve dinlenme yeri olur. O tarihten bu yana değişik kraliyetin himayesine geçen bu antik kentin değeri, Osmanlı İmparatorluğunun gözünde bir "taş yığını" olmaktan kurtulamaz. 1905 yılında ikinci Abdulhamit döneminde savaş aletleri karşılığında Almanlara satılır. Aynı olay bu kez anlaşılan eşit bölüşülmüş olmalı ki, Babil’deki muhteşem ‘İştar Kulesi’nin sadece bir bölümü Berlin Pergamon Müzesi’ne hapsedilir.

Güneşin ıslıkları
Nice Kervanlar, eski "İpek Yolu" üzerinde bulunan ve hiçbir anlam ifade etmeyen tepeciklerin altındaki hazineyi fark edemediler. Zamanında oldukça verimli olan bu toprak üzerinden yükselen şehirlerin gizlendiğini hiç düşünmeden Suriye ve Irak çöllerinde yol almaya devam ettiler. Güneşin ıslıkları arasında yükselen sarayların ve tapınakların varlığı taa ki, Fransız arkeolog Andre Parrot gelene kadar fark edemeden geçtiler. Arkeolog Parrot, rüzgarın kamçıladığı çatlak toprakların üzerinde dolaşan eski insanların tarihsel varlığını hissedene kadar. Hammurabi ve Nebukadnezar gibi tarihsel anlamı ve gücü olan isimler gözlerinde canlanırken, Mezopotamya'nın şanlı geçmişinin izleri hamam buharı kadar sıcak, buz gibi keskin gecelerinde kamıştan evlerde yaşayarak, ardı arkası kesilmez sivrisinek senfonilerinin uğultularıyla yıllarını verir. Yıkıntılar arasında gizlenen ve zehirli gücünü topraktan alan yılanlarla birlikte yaşar. Çetin şartların serüveni, 1934 yılının Ocak ayında Suriye'de bulunan Tell Hariri antik kentinin tepesinde, resimde gördüğünüz 4500 yıllık tarihi sanat eseri "İştar’ın adağı" adlı figürü elleriyle havaya kaldırdığında bütün zorluklar unutulur. Mezopotamya Venüs gezegeninin tanrısı İştar, hem verimlilik ve sevgiden hem de savaştan sorumluydu. Ki, son savaşı ise ona saygınlık kazandırarak "viril" unvanını getirmişti. Ama, diğer heykellerin aksine bu yapıtın kimler tarafından yapıldığına ilişkin bilgiler bulunuyor.

Mozopotamyanın iki güçlü devleti; Babiller ve Asurlar
Babiller'in kökeni, 6 bin yıl öncesinde yerleşik hayata geçmiş olan Sümerler, adını Sümer şehrinden olan Sümer devletine dayanır. İ.Ö. 3000 yılına kadar Mezopotamya'nın güneyinde bir çok yerleşik bölgelerin duvarlarına bir yaşam stili olarak işlenen figürler, bu şehrin karekterini oluşturur. Fırat ve Dicle nehirlerinden yararlanan Babil (Babylon), sunni sulama metodlarıyla kanalları geliştiren kurak topraklardan bol ürün elde eder.
En çok Babil araştırmacıların dikkatini üzerine çekmiş ve devamında büyük teknolojik buluşmalara ve kültürel gelişmelere sahne olur. Ama, aynı zamanda savaşlardan, depremlerden sellerden ve yangınlardan yani doğal afetlerden etkilenir. Şöyle ki, büyük kerpiç evlerden oluşan şehirler belli aralarla bunlara yenik düşer. Bir çoğu tekrar inşa edilir anacak, diğerleri, yaşayanları tarafından terkedilir ve başka bir yerde yeniden kurulur. Mezopotamya yapıları doğal afetlerden dolayı yavaş yavaş çöker ve bu yerleşim merkezleri yalnızlığa bırakılır. Ve adına Tell Hariri denilen ve bugün sadece Irak’ta sayısı 6000’ni bulan tepecikler oluşur. Eski araştırmacılar, bu tepeciklere baktığında peygamber Zephanja’nın sözlerini hatırlalar. "Ve allah elini kuzeye uzatacak ve Asur’u katledecekti. O Ninive’yi bir çöl gibi kurak bırakıp yakacaktır." Derken, İncil'de sözü edilen ve Yunanlı tarihçi Heredot’un İ.Ö. 5.yüzyılda yazdığı eserlerin dışında bir zamanlar Mezopotamya’da yaşayan halklar üzerine pek fazla bilgi aktarılamamıştı. Ancak, 19. yüzyılın ortalarında batılı eski hazine avcıları her şeyi gizleyen tozları ve delilleri ortadan kaldırmaya çalışırlar. Onların ortaya çıkarttıklarıyla, uzun ve dramatik bir arkeolojik hazine arayışına başladılar. Onların ve onlardan sonra, 20.yüzyılda Andree Perrot gibilerin araştırma malzemeleri ve bilimsel yöntemleri sayesinde yavaş yavaş karanlıkta kalan zengin ve karmaşık bir uygarlık gün ışığına çıkarılıyordu. Ve aynı şekilde yazı uzmanlarının Mezopotamyalıların kil ve taşlar üzerindeki yazılarını çözmesiyle binlerce yıldır gömülü kalan zengin kültürlerin ışığı yeniden canlanır.

Nice Medeniyetlerin nefesi Avrupa’da
Irak savaşından önce İngiltere’nin Londra kentinde bulunan British Müzesi’ne gittim. Girişin hemen sağ tarafında Diyarbakır, Nemrut, Mari, Tiflis, Susa, Chorsabad ve Ninive’den getirilen dev kabartmalar ve "yürüyen aslan" figürleri beni karşıladı. Bütün vücudumu bir öfke sardığında, bizleri buraya kadar sürükleyen nedeni daha somut görebiliyordum. Her katını Mezopotamya, Afrika, Mısır, Meksika, Aztekler medeniyetinin etkili görkemi sarmıştı. Bu görkemli güç karşısında insan bir türlü ilerleyemiyordu. Baktıkça bakası geliyor insanın.  Ama, bu da nesi, Afrika sanatını da buraya getirmişler. Bütün eski medeniyetlerin mekanı, emperyalizmin göbeğinde sergileniyor. Tarih kitaplarında gördüğümüz kendi kültürümüzü malesef, buralarda görme imkanı buluyorduk (Girişler ise, bizim için de değişmiyor 7 Euro). 
(Resim-5 Louvreden görüntü)

Mezopotamya medeniyetinin gücü
Fransa’nın başkenti Paris şehrindeki Louvre Müzesi'nin insanı derinden etkileyen gücü beni bir kez daha kendine çekmişti. 31 Aralık günü dünyanın dört bir yanından toplam "kırkbin kişi" giriş yapmıştı. Girişler yine aynı, fiyatlar yine aynı. Müzeden satın aldığım kitapçıktaki bilgilere göre yılda yaklaşık 6 milyon kişi müzeyi ziyaret ediyordu. Bu korkunç bir gelir kaynağını beraberinde getiriyordu.
Bu müzeleri görünce bütün savaşlar, bu tarihsel güçlere sahip olmak için mi yapılmış demekten kendimi alamadım. Bu düşüncemde pek yanılmadığımı da gördüm. Ki, kendi tarihsel değerlerimiz bizlere; açlık, kıtlık, ölüm ve savaş mağduru olarak geri dönüyordu.

Louvre’ye toplanan eserler;
Avrupa’nın büyük sanatsal yapıtlarını toplamak için, Prens ve papazlardan eserler toplanmaya başlanır. Bu düşünceyle 1776 yılında Fransa’nın farklı bölgelerinde yaşayan Kont(Fransız soyluları) ve Kralın elçileri aracılığıyla Angiviller’in büyük galerisi oluşturulur. Akademik ressamların halk ile olan ilişkileri için bir müzeye ihtiyaçlarının olduğu fark edildiğinde müze, senelerce halka açılır. Fransız ihtilalinden sonra 5 Mayıs 1791 yılında "Sanat Merkezi Müzesi" haline getirilir, 1793 yılında kanunlaşarak açılışı yapılır. Napolyon’un zaferiyle beraber tüm Avrupa bu sergiyi görebilme şansını bulur. 1815 yılında müttefiklerin gücüyle bu tarihi eserler, geri istenilir. Bu eserlerin alınımından sonra, "Büyük Hedefleri" gerçekleştirmek için III. Napolyon, şatoyu Tuilerien ve Louvre’nin kuzey kanatları üzerinden Viscontis ve Leufel’ı birleştirir. Tuilerin’in bahçesinde kaybolan şatolar açılır, Tuilerin bahçesinde genel bir perspektif görünüş sağlanır. 1857 yılında Mısır’dan, Mezopotamya’nın eski antik şehirlerinden, Venedig’den, Yunan antik çağına ait eserler getirilir.

Krallar gücünü nereden alıyor
Bazı rengarenk Freksler, yangından zarar görmesi sonunda yeniden sökülerek bir puzıl gibi yanyana getirilmesine rağmen, Mari uygarlığının gücünü ve önemine gölge düşüremedi. Buna rağmen resimler, kralın gerçek gücünü sembolleştirir. Kralın karşısına çıkmasına müsaade edilen bir ziyaretçinin, önce bir odadan labirent şeklindeki ana hole kadar geçmesi gerekiyordu. Ziyaretçi odasına girer girmez, Zimri-Lim’in e hükümdarlığını konu edilen freshin özü ile karşılaşır. Günümüze kadar korunabilmiş duvar sanatının bu parçası tanrıça İştar’ın ayağını aslanın üzerine koyarken, önünde duran krala "hükümdar" unvanını verir. Ziyaretçi, Tanrı ile ilişkide bulunan Zimri-Lim’e baktığında şüphesiz kendi hükümdarının gücüyle büyük bir gurur duyar ve mutlu olur. Bundan sonra ziyaretçi içinde yüzlerce saray görevlisinin ve elçilerin bulunduğu büyük ziyaretçi odasına alınır. Ve  tam tepe kısmında hükümdar koltuğundaki kralı, bir Tanrı gibi güçlü hissettirmektedir.

İmparatorlukların gücü ve Sanat
Bu durumu daha iyi anlayabilmek için gç önemli dönemi ele almak istiyorum. Asur imparatorluğunun geleneklerine göre kraliyet deşişimi aşamasında her kral kendi adına görkemli bir saray yaptırmakla işine başlar. En iyi mimari eseri, en iyi Fresk, rölyef, heykel ve farklı teknikteki çalışmalarla sarayı görkemli bir havaya büründürür. Sarayın gücü ile kendi gücünü birleştirerek sarayın giriş kapılarından başlayarak Kraliyet dairesine kadar uzanan kartal kanatlı, Boğa vücutlu insan başlı tanrıça heykelleriyle inanılmaz ve yıkılmazlığın gücü ve sembolü olarak kendi ziyaretçi ve halkı hayran bırakmak için sanata yatırım yaparak, mimarlığın ve sanatın gelişmesini sağladı. Yine Osmanlı imparatorluğu zamanında mimari alana damgasını vuran "Balyan ailesi" ne yaptırılan eserlerden Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Beşiktaş Sarayı kendine özgü bir tarzı ile günümüze ışık tutan özellikleriyle dimdik ayakta dururken, resim sanatında böyle gelişme sadece "hattat sanatında" yaşandı. Bundan da anlaşılan dini inancın etkisinde kalan eserlerden sadece minyatür eserleri günümüze kadar ulaşabildi. Osmanlı döneminde yapılan "Fatih Sultan Tablosu" ve farklı padişahların tabloları ise, Türkiye'nin dışında, Avrupa'nın önemli müzelerinde sergileniyor.

Ama Napolyon döneminde yapılan Louvre Müzesi uluslararası sanatın merkezi konumuna geldi. Dünyanın dörtbir yanından tarihi sanat eserlerini Paris'te toplamak için özel uzmanlarını gönderdi. Şimdi bu müzeyi dünyanın dörtbir yanından ziyarete gelen insanların sayısı ise, her geçen gün katlanarak artıyor. Yıllık 12 Milyon ziyaretçisinin olduğu belirtilen (resmi rakamlara göre) müzeye gelen gelirleri ekonomistlere bırakıyorum.

Bu kıyaslamadan da anlaşıldığı gibi "herkes ektiğini biçer". Bir tarafta zenginliklerle bezeli bir ülkeyi yönetemeyen, baskı ve sindirme politikalarını uygulayan, kendi etnik halklarıyla kavgalı bir sistem yapısı varken, bir tarafta ise, kendi iç sorunlarını çözmüş ülkelerin tarihleri değerlerle bezeli farklı ülkelerdeki sanatsalsal değerleri kendi ülkelerine taşıma çabası varken varın iki anlayışı arasında uçurumların artması normal geliyor. Avrupa mentalite, kültürel ve ekonomik alanda ilerlerken, Türkiye kendi iç dinamikleriyle kavgalı, kendi var olan zenginliklerini pazarlar durumdadır.

Türkiye bu zenginliklerinin farkına vardığında artık Zeugma, Hasankeyf ve Munzur’un güzellikleri suların derinliklerine gömülürken, insanlık tarihinden özür dilemeye, ağır bedelleri ödemeye mecbur kalacak.


Asurlar’dan Mısır’a

Mezopotamya ve Asur medeniyetinde dinsel motifler ve inançsal olgular yaşamın üzerindedir. Bu açıdan, toplumsal dokularını oluşturan en önemli olgu, inançtır. Kendi dini inancı için nice canlar vermiş bu medeniyetlerin özellikle çok tanrılı dinler döneminde kültürel ve sanatsal dokularındaki gelişmeyi hemencecik fark etmek mümkündür. Ancak, tek tanrılı dinler döneminde ise, sanatsal ve kültürel yaşamda bir daralma göze çarpar. "Puta tapılır mı?" denilip, sanatsal yapılar tahrip edilir, hatta resim yapmak yasaklanır. Bu açıdan, tek tanrılı dinler dönemindeki kültürel erezyon her geçen gün kendisini gösterir. (resim 11) Resimde görülen II.Ebih, Tanrıça İştar’ın yardımcısıdır. Mezopotamya ve Asur sanatının geleneksel motiflerini gördüğünüz bu değerli yapıtın üzerinde; "Ebih-II’nin statüsü (İştar’ın yardımcısı) yazıyor. II.Ebih tanrıya olan hisselerini, duygularını ifade etmek için dua ediyor. II. Ebih’in yüz hatlarındaki motiflerden anlaşıldığı gibi, taburenin üzerinde duruyor ve uzun eteklerinden akan motifler, o dönemin geleneksel giyim tarzını ifade ediyor. Yüz ifadelerinden ve sakallarındaki geniş açılmış işlemelerden ne kadar mutlu olduğunu görüyoruz.

Asur uygarlığının en önemli özelliği
Asur uygarlığı "küçük asya" denilen yukarı Mezopotamya coğrafyasından Akdeniz'e kadar yayılmış ve gelişmiş bir medeniyettir. Bu coğrafyada bulunan su mermeri şeklindeki yumuşak taşların avantajıyla heykel sanatında önemli sıçramalar yaşanır. En önemli neden ise, Asur gelenekleri gereği kendisinden önceki kralın yaptırdığı saraya yerleşmiyor, kendisine özel saray yaptırıyor ve dolayı heykel sanatına teşvik ediliyor. Bundan dolayı, sanatsal özelliklerindeki monarşik kabarmalardaki farklılıklar oluşur. Asur sanatında krallar yüceltilirken, Mısır sanatında mistik bir özellik olan dinsel motifler etkisini gösterir.

Perslerin en belirgin özelliği
Perslerin en belirgin özelliği ise, mimari alanda kale yapımıdır. Özelikle Persepolis, Susa ve Pasargad’da yapmış oldukları kaleler dikkati en çok çeken yapılardır. Saray yapımında en çok kullanılan tuğla yapımı Asya kıtasında ilk kez Persler kullanır. Figüratif ve dekoratif sanatsal çalışmalarındaki etkilerin altında Asur sanatının etkisi vardır. Asur sanatında göze çarpan insan figürlerindeki çarpık eklem bağlamları ve mekanik insan figürleri, pişmiş toprakla tasvir edilir. Persler,  Asur sanatının özelliğini oluşturan hayvan tasvirlerindeki kanatlı boğalar, efsanevi anlatımlardaki monarşik çizgiyi terkederek, simgesel bir özelliğe bürünür. Asur sanatının kabartma gücü Persler’de yoktur, bunun yerini mezarlıklardaki "ruhani dekoratif" özelliği alır.

Resimde gördüğünüz rölyeflerden anlaşıldığı gibi; İ. Ö. altıncı yüzyılın sonlarında Darius, Perslerin zengin başkenti olan Susa’ya gelir. Fries, büyük avcı sarayının bütün duvarlarını profil yapılarıyla güzelleştirir.  Darius Krallar için yapılan "kralların evi" ne götürülür. Ve bir gözle, aynı açıdan bakan belki de on bin seçkin askeri sembolleştiren motif, Asur Krallının gücünü ve krala olan bağlılığını betimler.
 


Sanatta Abartı
(Resim-13). Kral II. Sargon zamanında Asur İmparatorluğunun başkenti Sargon kalesinin kapısının direkleri bu dev figürlerle olaganüstü bir güce bürünür. Bu rölyeflere önden bakıldığında hareketsiz görünür, yandan bakıldığında ise, hareket halindedir. Bu nedenle, bu dev heykellerin beşinci bir ayağını fark edeceksiniz. İlk bakışta, dev bir boğa vücudu, aslan göğüslü, kocaman kanatlarıyla uçan insan başı ile güç yüceltilir. Burada, Sargon Krallığının güçlülüğü, yırtıcılığı, ulaşılmaz hızlılığı ile bezeli bir imparatorluk anlatılmaktadır. Bu felsefenin altında buraya her giren insanı, sanattaki gizemin ve gücün etkisiyle hayran bırakmaktır. Dolayısıyla, insanları kolayca kendi egemenliği altına alabilme anlayışı yatmaktadır. Tanrıçanın tacını taşıyan motifleriyle figüratif olarak işlenen bu güç, sarayı korumakla görevli muhafızları sembolize eden iyi ruhları temsil ediyor. Boğanın bacakları arasındaki yazılar ise, Asur İmparatorluğu’nun kralı İkinci Sargon’un ünü, savaşları hakkında, sarayın duvarlarını yıkmaya yönelenler hakkında, beddua eden kötü ruhların cezalandırılacağı belirtiliyor. İnsanların "Lamassu" dedikleri Khorsabad’da küçük Margrit’in etrafını Papa’nın üç katlı tacı ile çevrildiğini belirtir.

Mısır sanatının mistik yanı;
Mısır sanatına ait eserler, yapılan kişinin yerini tutar. Onun için yapılan eser, başkalarının izlemesi, görmesi değerlendirmesi ve yorumlaması için yapılmaz, temsili bir durumu yoktur. Aksine, ideal bir yaklaşım olmadığı gibi, yapılan eser yaşamın bir boyutu olarak değer bulur ve karakteristik bir yapıya dönüşür. Yunan(Grek) sanatında ise, idealist insan ölçülerine göre heykeller yapılır. Ancak çalışma, kişinin karakterist bir özelliğine bürünmez. Bu özelliğiyle Asur ve Mısır sanatının görkemli çizgisine Yunan sanatı, ulaşmış değildir. Mısır sanatı ölümsüzlük adına dinsel motifler olan doğaüstü güçlerle bezelidir. Dolayısıyla sanat eserinin değeri kişinin kendi yaşamının evrelerini taşır ve kutsallaştırılır. Bu mistik durum, Mezopotamya sanatında sistemli bir grafik çizmez. Mısır sanatının tasvirlerinde gerçek güce ulaşabilmek için, yapıtı her yönüyle canlandırmak gerekir. Çalışmalara dikkatle bakıldığında insan başı, profilden tek gözlü, önden görülen bir açı verilerek canlandırılır ve önden bir gövde üzerine yerleştirilir. Derinlik kavramı o dönem açısından perspektif bakış açısı kadar yabancı bir kavramdır. Profil belirlemeler, kompozisyona göre göreceli bir biçim almadığı gibi, sıralanışı statüye göre belirlenir. Yüzler üzerindeki betimlemeler, yüzeyin üzerine oyulmaktan çok, çizilerek derinlik verilir.

Grek ve Roma sanatının kültürel yanı
Avrupalı sanatçılar ve aydınlar, modern dünyanın temelinin Helen ve Arı ırkın zekası sonucunda geliştiğini düşünür. Oldukça tehlikeli olan bu ırkçı yaklaşımları ise, Napolyon döneminde de Mısır sanatı ile karşılaştığında, bu sanat insanları ve bu görüşü savunanlar, Mısır sanatının gizemi ve Primaidler’in gizemi karşısında bir şok yaşar. Günümüze kadar hale nasıl yapıldığına dair önemli bir ip ucu yakalanamazken, bu sanatsal güç, "kendin ırkının üstünlüğüne ve zekiliğine inanan" şahıslara duş gibi gelir. Batı bu nedenle kendi sanatı ve kültürünün doğuşunu Grek kültürüne bağlarken, Grek kültürünü sanatının en büyük etkisi ise, eski Mısır sanatıdır. Dolayısıyla, Grek topluluklarında mimari sanat anlayışı, hiç bir zaman Mezopotamya ve Mısır mimarisinin köklü yapısı karşısında sürekli insan ölçülerine sadık kalarak bir ilke almıştır. Ancak, sanatsal çalışmalarında kişi karakteri canlandırılmamış, ortak insan tipi düşünülerek hareket edilmiştir. Dikkatimizi çeken genel ölçü ise, güzel form, sportif bir görünüş ölçüleri Grek sanatının önem verdiği değerlerdir. Özellikle kadın figürleri, oldukça diri göğüs ölçülerine sahip bir görüntü ve cinsel yapısı ve görünüşünün ön plana alındığı mükemmeliyetçi formların esas alır.

Kabuğunu Yırtamayan Ülke
Türkiye kabuğunu bir türlü yırtamıyor. Bana göre bunun sebepleri alabildiğince açık. Türkiye'nin 84 yıl boyunca, Cumhuriyet yönetimi altındaki yönetim biçimindeki militarist yapısı hala aşılamadığından dolayı uzun süre bu sancısı süreceğe benziyor. Bu zamana kadar yönetimler "sivil demokrasicilik oyunu" oynandı.

Bunun başlıca sebeplerinin en önemlisi, Türkiye'nin cok uluslu yapısı, bu ulusal yapıyı "tek dil, tek bayrak ve tek din" çatısı altında birleştirme, siyasal ve idolojik anlayışı Türkiye"yi her zaman "hassas" konular olarak baskı altına aldı.

Kendi çok uluslu yapısıyla barışık yasamayı değil, bu cok uluslu yapıyı "Türk"lük anlayışı içine alarak parçalamak istedi. Tabii ki bunun sonucunda Türkiye"de hep ulusal direnişler,toplumsal patlamalar ve siyasal uyanışları zorla bastırma yolunu seçti.

Kendi korumasında olan köyleri ve ormanları yaktı. Özelikle Kürt bölgelerinde her zaman devlet ile halk arasında büyük uçurumlar oluştu. Devletin tek kültür, tek din ve tek din anlayışına karşı kendi dilini konuşmak, kendi kültürünü yaşamak isteyen bu halkı  anlamayı ve sahiplenmeyi denemedi. Anlıyorum dediyse de başvurduğu  farklı uygulamalar, yöre halkına pahaliya mal oldu.

Bu çok kültürlü yapıyla barışma, onların hak ve kültürlerini koruma, geliştirme ve temsil haklarını sağlanan "demokratik"yapı hep askeri yapıdan dolayı parçalandı.

  Ali Zülfikar

® 2001 H@vuz Yayınları   © H@vuz Bilgi Bankası                           © Şubat  2007  ISSN 1864-0524