Korkular, Kurgular, Fantazyalar

“N’olacak böyle? Ne yapacağım ben? Sabır… nereye kadar? Neden hazır fırsatını da bulmuşken paşa paşa yatacak yerde daha sabahın köründe ayaktayım kaç sabahtır, dünyanın bütün işleri beni bekliyormuş gibi telaşlı, deli? Sonra ne o öyle Allah aşkına iliklerine varıncaya dek yaşamak tadı filan?.. Yalan değil, sabah, özellikle bu sabah, sevindim bile o yarım alaca ışıkla karşılaşınca kendimi bile unutup. Neden özellikle bu sabah peki? Dün?.. Dün, evet, korktum çünkü, çok korktum, öyle... birdenbire çok yakın... Evet evet, çok kötü korktum, banka kadar yürümeyi bile göze alamayıp hemen oracığa, çiçeklerin dibine çökünce öyle, Yani... şimdi... böyle durup dururken?.. diye sayıklarken dilim damağım kupkuru, soluğum kesik... titredim işte it gibi! içim acımış, hepsini, her şeyi birden ödemiş... Öyle aman aman yürüyüp kendimi yormuş da değildim oysa, heyecan filan da yoktu ortalıkta, bir gece öncenin zehrinden kurtulmak için çırpındığım da yok... ama nereden gelmişse gelmiş, göğsümün orta yerine çöreklenivermişti işte o güm güm davul ayini; kuşum, göz açıp kapanıncaya kadar tükenecekmiş gibi çırpınıp...”

Bedirhan Toprak, böylesine korkular yaşayan orta yaşlı bir erkeğin hayatından bir günü anlatıyor. Aslında anlatmıyor da, kahramanının hayallerini, korku ve fantazyalarını izlettiriyor okuyucuya; bilincin derinliklerine sızarak kabus dolu bir rüyanın ortasına bırakıyor. Hani rüyada olduğunuz bilirsiniz de bir türlü uyanamazsınız ya, işte öyle bir rüya bu; bir gün önceki kalp ağrılarınızın yarattığı korkularla fırlamışsınız yataktan, yatak odasında uyuyan kadını, akşam nerede karşılaştığınızı, hatta kim olduğunuzu bile hatırlamamış, bir türlü işyerinize gidememiş, bindiğiniz dolmuştan kentin ücra bir köşesinde indirilmişsiniz. Üstelik o ücra köşede rast geldiğiniz bir film ekibi yaka paça yönetmen koltuğuna oturtuvermiş sizi. Yönetmen olmadığınız anlaşıldığında güzel bir kadının arabasına atlayıp apar topar kaçmışsınız oralardan. Sonra kentin bin bir tuzak döşeli sokaklarında dolaşıp işyerinizi, kimliğinizi, bu duruma nasıl, neden ve ne zaman düştüğünüzü bulmaya çalışmış, belleğinizi zorladığınız her seferinde geçmişinizin acı veren anılarıyla yüzleşmek zorunda kalmışsınız…

İşte kahramanımız tam da böyle bir halde. Neyse ki, “çözeceğiz ama!.. Dert etmek yok!..” diyebilecek kadar soğukkanlı o. Zihninden yansıyan “bilmiyorum, henüz elimde değil hatırlamak ama gör bak, şöyle ya da böyle çözeceğim sonunda. Önce akşam... eve dönerim bir güzel, her bi şeyi çıkarırım ortaya; belli mi olur, bir bakarsın hiç ummadığın yerden bi ipucu çıkar, bulunca da rahatlarım attık; alır başımı gider, bir ay mı olur, üç ay mı... yan gelip unuturum şu işkenceyi... olmadı, unuttuğumu unuturum” cümlelerinden anladığımız kadarıyla belki hayata karşı biraz da kaygısız. Nasıl kaygısız olmasın ki; her sabah işe geç kalma korkuları, “boktan bir iş” uğruna yarıda bırakılan düşler, bırakın uzakları çat kapı şuracıkta bekleyen kıyılara bile uzak kalmışlık, tamamlanmamış ve tamamlanamayacak bir kitap, yitirilmiş aşklar ve teklemeye başlayan bir kalp, artık güzel günlerin çok gerilerde kaldığını hatırlatıyor ona.

Bir düş havasında ilerleyen hikaye boyunca hem o günü yaşıyor hem de bellekteki zamansal sıçramalarla geçmişinin peşine düşüyor adam; karşılaştığı olaylar kadar, o olaylar etrafında şekillenen duygu ve düşünceleri de ilk bakışta birbirinden kopuk, bulanık –hatta saçma- gelebilir okuyucuya. Oysa her biri simgesel anlam taşıyan bütün bu maddi ve manevi yaşanmışlıklar toplumun gidişatına ayak uyduramayan bireyin hüznünü eksiksiz yansıtıyorlar; ölüm korkusuna eşlik eden kendisini gerçekleştirememişlik, sevgisizlik, yabancılaşma, hiçlik ve yalnızlık duyguları… Hepimizin duygudaşlık edebileceği bütün bu yürek bukağıları içinde yaşadığımız toplumsal hayatın bireyler üzerine düşen karanlık gölgeleri; işte bu gölgeler “Gördüm Dün Gece Bir Rüya”daki kabusların simgelerine dönüşüyorlar...

“Önce hayaller öldü”

Bu açıdan baktığımızda, “Dün Gördüm Gece Bir Rüya”daki düş, kabus ve fantezilerin büyük kentlerin bunalmış –erkek- entelektüelini tanıyan okuyucular için daha anlaşılır olacağını söyleyebiliriz. Çünkü toplumsal kimliklerin, özellikle de erkek ve kadın olmanın anlamı tarihsel bir tartışma sürecinden geçiyor ve her seferinde yeniden üretiliyor. Roman kahramanımızın erkeklik kimliği de dahil olduğu toplumsal kesimin tahayyül ve pratikleriyle belirlenmiş. Onun erkeklik kurgusu içinde ne bilek gücü ne de Yeşilçam nezaketi var; maço değil ama centilmen de sayılmaz, ayakkabılarının arkasına basmıyor ama “Gucci” takım elbise de giymiyor, tesbih de çekmiyor arabasının anahtarlığını da sallamıyor... Bütün bunların yerine koyduğu bir başka erkeklik kurgusu var kahramanımızın; tıpkı Yiğit Bener ve Barış Bıçakçı’nın son romanlarında karşılaştığımız entelektüel erkekler gibi, o da kadınlara karşı gücünü zihni ile dili arasındaki organik ilişkiden; bilmekten ve konuşmaktan alıyor!... Böyle bir silahın kadınları etkileme gücünü bilemiyoruz elbette, ama romanlardaki entelektüel erkeklerin bu silaha güvendikleri çok açık. Mesela “Gördüm Dün Gece Bir Rüya”nın kahramanı karşısına aldığı kadını bilgisi ve konuşmasıyla şaşkına çevirdiğinden emin. Tam bu anda ikinci bir kurgu daha devreye giriyor ve -sonrasında kendisine “salak” demek pahasına- kahramanımız kimliğine yakıştığını düşündüğü “cool” bir tavırla kalkıp gidiyor masadan. Bir başka düş içerisinde ise kendisini yıllar önce terk eden sevgilisi ile karşılaşacak ve onun pişmanlık itirafını dinleyecektir kırık kalbiyle…

Sadece entelektüel erkeklik halleri ile sınırlı kalmıyor; hayatla bir hesaplaşmayı da barındırıyor “Gördüm Dün Gece Bir Rüya”. Ancak çok radikal bir hesaplaşma değil, yaptığı seçimlerden aslında emin bile değil kahramanımız. Bu ikircikli hesaplaşma, Bedirhan Toprak’ın başarıyla kullandığı bilinç akışı tekniği ile vurgulanmış; “ama niye dönek olayım ki, ne korkacağım? Kim boşa geçirdi peki onca yılı, kim diz boyu salak… ha? Yenildin oğlum... yenildin işte, tatlı geldi hayat… açık konuş, hayatı seçtin sen, hem her sabah yalancıktan küfrede ede bi de: istemem, yan cebime koy! Üstelik adam gibi seçmiş olsan gam yemem; kapı kapı iş peşinde, gece gündüz aşk peşinde... Sonra da hiç utanmadan; namazda gözüm yok ki ezanda kulağım olsun!..”; ya da bir başka yerde “Dayanılmaz... ben dayanamazdım... hiçbir başarı, hiçbir garanti adına katlanamazdım sabahın köründe kalkıp işe koşmalara da, yağı donmuş fabrika yemeklerine de, o evde kalmış rüküş karılara da. …. Yani şimdi bunlara katlandı diye mi akıllı o? Katlandı, yükseldi, eli para, kıçı koltuk gördü... ev, araba sahibi oldu, tatillerini beş yıldızlı köylerde geçiriyor diye mi?”

Rene Girard, romanesk söylemin gücünün kişilerin en doğal, en kendiliğinden görünen duygulanımlarının bile bir toplumsal dolayımdan geçtiğini görebilmesinden ve gösterebilmesinden kaynaklandığını; bu romanların insan arzularının başka arzuların taklidi olduğunu, insanların hep kendilerine birer model seçtiğini, ama çoğu zaman da bunun farkında olmadıklarını ve kendi içtenliklerine kendilerini inandırdıklarını gösterebildikleri için önemli olduğunu işaret etmişti. Bedirhan Toprak da ironik bir dille aktardığı hikayesinde kahramanının düş ve kabuslarının böyle bir toplumsal dolayımdan geçtiğini, model ve birey arasındaki yarılmayı gözler önüne seriyor. Hayata muhalif durmaya çalışan roman kahramanının kendi trajedisinin kimi zaman farkına varması ise, onun ruh daralmışlığını, çaresizliğini ve yorgunluğunu daha da belirginleştirmiş. Nitekim günün ilerleyen saatlerinde arayışından tümüyle vaz geçecektir adam; “Hoş... bakmayın, umursamıyorum artık, vazgeçtim; neyse ne, kafa patlatmanın alemi yok; hatırlamıyorsam bir bildiğim vardır mutlaka! Aklım... bellek ya da... ya da ruh, adı her neyse işte, canım hatırlamak istemiyor demek ki!”

Recaizade Ekrem’den Bedirhan Toprak’a

Baştan sona bir düş bulanıklığı içerisinde, zamansal sıçramalar ve bellekteki kırılmalarla ilerleyen “Gördüm Dün Gece Bir Rüya”nın olay örgüsü -olaylar arasındaki bağlantılar- gevşek dokunmuş. 24 saate sığdırılan olayların çok hızlı aktığı, her bir olayın kahramanın bilinç katlarındaki bambaşka anıları tetiklediği, aydınlanma anlarının hiç yaşanmadığı, yaşantı parçacıklarının ardındaki tarihsel/toplumsal süreçlerin zaman zaman hissedildiği bu traji-komik hikayede Bedirhan Toprak’ın asıl başarısı bakış açısını ve dili çok iyi kullanabilmiş olmasında. Yer yer iç ve dış monologlara da yer verilen, bilinç akışı tekniği ağırlıklı aktarılan hikayede her sözcüğü, cümleyi, düşünceyi, duyguyu ve olay anlatımını vermek istediği bütünlüğe uygun biçimde seçmiş yazar. Kahramanının iç dünyasındaki ve bilincindeki yarılmaları okuyucuya göstermesini biliyor. İşte bu nedenledir ki, metinde açıkça telaffuz edilmeyen kimi duyguları ya da yaşanmışlıkları, yani eksik parçaları yerlerine yerleştirebiliyoruz.

Bireylerin dış dünya izlenimlerini ve bu izlenimlerin getirdiği çağrışımları konu edinen, insan yüreğindeki tutkulara, acılara, korkulara, ruhun derinliklerine ışık tutmayı amaçlayan romanlarda bu amaca en uygun anlatım tekniği “bilinç akışı”dır. Bu teknikte “aracısız olarak okuyucuya gösterilen gerçeklik artık nesnelerin; yani ağacın ya da kül tablasının kendisi değil, bu nesneleri gören bilinçtir”. Ne var ki, bilincin akışını dolaysızca yansıtmak o kadar basit değildir. Bireyin zihnindeki düşünce süreçlerini tam da olduğu gibi, yani şekilsizliği, karmaşıklığı, tamamlanmamışlık ve çelişkili halleriyle sergilerken doğrusal bir mantık üzerine kurulan ve düşüncenin yapısını matematiksel bir formüle dönüştüren dilbilgisi kurallarıyla sınırlanmıştır yazar. “Gördüm Dün Gece Bir Rüya”, daha ilk baştan ismindeki kuraldışılıkla bu sınırları zorlayacağının işaretini veriyor. Bedirhan Toprak, dilin yerleşik kalıplarının dışına çıkarak kurduğu cümle yapılarıyla, dilbilgisi kurallarına aykırı noktalama işaretleriyle, soru ve cevabı aynı cümlede barındıran ifadelerle yazdığı metninde Türk romanında az rastlanan bir anlatım tekniğini ustalıkla kullanmış.

Dünya edebiyatında V.Woolf, J.Joyce, W.Faulkner, Türk edebiyatından Oğuz Atay’la hatırladığımız bilinç akışı tekniğini roman tarihinde ilk kullanan yazarın Recaizade Ekrem olduğunu hatırlatırken, onun “Araba Sevdası” romanıyla Bedirhan Toprak’ın ”Dün Gördüm Gece Bir Rüya”sı arasındaki ufak tefek benzerliklere de dikkat çekmek istiyorum. İronik bir dille ve bilinç akışı tekniği ile yazılan her iki romandaki erkek tiplerinin akrabalığı ilginçtir. Her ne kadar Recaizade Ekrem “Araba Sevdası”ndaki batı kültürüne aşık, edebiyat sever, kadınlara karşı nazik roman kahramanını “züppe” olarak tarif edip alaya almışsa bile, yaşadığı toplumsal hayata ayak uyduramayıp acı çeken bu insan tipi, yaşadığı toplumsal hayatta değer kaybına uğrayıp “entel”likle suçlanan günümüz entelektüelinin prototipi sayılabilir.

Kaynak: http://www.pandora.com.tr/turkce/elestiri.asp?yid=208

  A. Ömer Türkeş

® 2001 H@vuz Yayınları   © H@vuz Bilgi Bankası                           © Şubat  2007  ISSN 1864-0524