*Köpek ve Şairi


 (...)

Bin: Bir
 
Yatak odasının kapısı açık!.. Başını uzatıp baktı, yatak boş; hazırlayıp bıraktığı gibi, dokunulmamış. Bir ân, oracığa kıvrılıp uyumak istedi mışıl mışıl; varsın ne yaparsa yapsın yukarda, yenibaştan o ömür törpüsü suskunluk... Ama uykunun zerresi yok gözlerinde. Ne yapacağım peki, ne yapacağım öyle ısıtıp ısıtıp...
Sigara yakıp çöktü yatağa; bunalmış, sıkıntılı, öfkesi burnunda. Ne yapıyor peki yukarda öyle sessiz... ışık da yandığına göre hâlâ? Yok be, ne okuyacak!.. Göz atmaya atmıştır belki ama daha üçüncü beşinci sayfada, Deli bu!.. deyip atmıştır elinden; gelemez sıkıntıya o. Öteberiyi karıştırıyor desen? Yapar mı yapar valla! Kim bilir, fotografları buldu belki, belki mektuplar... Aman allahım, defterler!.. deyip de fırlamasıyla çöküp kalması bir oldu; Yapamaz canım... yapmaz, herhalde... o kadarını yapmaz artık! Hoş, yaptıysa bile... Geçmiş olsun! dedi yenilmişliğine acınarak; Geçmiş olsun, koza delindi bi kere!

Eskinin, ikide bir yuvarlandığı o aşağılanma batağında kayarken hissetti kendini bir ân; demek hepten, en çıplak haliyle elindeydi artık... sonsuz, çaresiz, zavallı! Onsuz tek bir ânının bile geçmemiş olduğunu okudukça şimdi satır satır, kim bilir nasıl bir daha bir daha kabarıyordu koltukları: Avcumda işte... hep avcumda! Avcumda, sonsuz köpek!..

Eh, n’apalım! demişken alttan alta kıpırdanan sevinci farkedip kaldı, Fena mı... görür işte aşk ne demek! dedi ama avutamadı kendini; tersine, hep de eteğine yapışıp kalmış arsız sevgisiyle yüz yüze, midesi bulandı: Köpeklik işte... ne yapsa köpeklik. Her şeye rağmen hâlâ vazgeçmeyen şu çaresi yok tutku, köpeklik!

Şişeyi yukarda bıraktığına yazıklanıp yeni bi şişe açmaya yeltenen içinin peşinde gitti geldi; kahveye niyetlenip öyle oyalandı bir zaman; dışarı atmak istedi kendini tekrar, geceye, yıldızlardan olma o lâci kadifeden mücevher kutusuna... eli alnına kenetli, yataktan banyo kapısına, kapıdan yatağa volta atıp durmakla kaldı... Eh, çarelerden bi çareydi tabii, kahvesini de yaptıktan sonra yeni bi şişe kapıp geldiği gibi geceye taşınmak yeniden... ama böyle, ensesinde hep, kanında hatta, ruhunun kendine bile yabancı kuytularında gölgesiyle kıpırdanıp durdukça o, ne yapsa, neye sığınıp oyalansa, kendi değil artık... artık değil! Aklı almıyordu: Burda, evinde, tüm taşlarını tek tek kendinin ördüğü bu dünyada hem, kaçmak, sığınmak zorunda kalmak... Hem de bin ömür özlenmiş sevgiliden! deyip çöktü. Güldü... Acıdı.

Sigaralı eli alnının tam ortasında, dizini dirsekleriyle dele dele derinlerin derini o suda çırpınırken nefessiz, bir yandan için için de olsa kahkahalara teşne gülümseyişine, bir yandan feryat figan acısına bakıp... Beş dakka öncenin mi işte, yarım saat, bir ân öncenin birden açmış o ebemkuşağını hatırlayınca...

İç içe işte hep... her şey, hep iç içe!.. Sevinçle keder, Aşk’la Acı, düşle gerçek, doğruyla yalan, gerçeklik ve hakikat, gülle kan... biri ötekinin kardeşi hep. Tümü, bir’den bin’e her şey, bir o, bir öteki! Sevinç işte... neş’e, bir neş’e bir keder, hem neş’e hem keder! Aşk, elbette yalan, yok hatta... ama ne var ki ondan başka!.. Hakikat, o ele geçmez, o Kaf Dağı’nın ardı hakikat, Aşk değilse ne?.. Acı da mı bu o vakit... asıl Acı, som Acı, bu mu?.. Bu, Aşk mı demek hem?
Uykuda gibiydi... Uykuda, rüyada gibi bir dinginlik, bir umursamazlık, bir... suçu günahı olanca yücegönüllülükle kabullenmiş de ömrünün son üç beş adımını yürüyor... ipe, baltaya, kurşuna, sonsuz uykuya...

Kulaklarından da çok yüreğinin tıp tıp’larında yankıyan çanların, o sürdükçe sürdükçe gümbürtüye hamle eden, varlığına kastetmiş çınlayışı birden!.. Sevgiliyi... Aşkı öldürmüş de ölümünü hazırlamış... öyle, az sonra bitecek, sonunda bitecek olmanın rahatlaması mı şu şimdinin ay aydınlığı ruhundaki; ferahlığı barışmanın, som katışmanın?..

Bileklerinde acıyı hissedince baktı... kaba urganı görür gibi olunca da bir ân, ürküp silkindi; yüzünü ovuşturup duran elini farketmekten şaşkın, az öncenin düş-gerçek ikileminde bir ona bir berikine seğirtip duran aklının elinde kaldı yaya. Sigara yaktı. Gerçekti... gökmaviden sarıya, kırmızıya, beyaza geçişlerle tümünü birden bir ve aynı vareden şu şimdinin kibrit alevi, gerçek!.. Genzini yakan ecza, duman... katili olduğu kadar dünya-ahret yegâne yâreni duman, gerçek; üst katta Peri... Peri burda, gerçek!

Uzun etme! dedi; Başa gelen çekilir... uzun etme!

Örgü... tüm ilmeklerini gönlünce atıp özene bezene bir kendine ördüğünü sandığı gömleğin şu şimdiki deli ilmekleri de kendi ellerindendi, kesin: Elbette, elbette mektup yazıp da davet edecek hali yoktu ama şunca yıl sabah akşam, sabah akşam her ân çağırıp duran kimdi kendinden başka? Ne güzel ki işitip gelmiş işte!.. İşitip gelmiş, bundan âlâ son mu olur şu yarım yazıya; bundan âlâ kavuşma!.. Olmaz  mı, hiç mi olmaz? diye sayıklayan aklına dalıp güldü; Ömürler verilesi güzel hem... demişken de kaldı: Ya o güzele peki... o ömürler verilesi güzel kavuşmayı getiren güzele ne verdin? Ömür, vermek için zaten, Aşk’a ne verdin asıl?

Ayaklandı, sigarayla kibriti kapıp odasının yolunu tuttu başına gelecek her şeye hazır. Ne vardı... ne diye yoksun bırakacaktı ki der demez tepinmeye başlamış şu at sürüsünü? Aşk, hayata özünü katan, hayatı hayat yapan Aşk değil miydi şu şimdi uçsuz bucaksız çayırlarda doludizgine çağıran; neye, neyin inkârı ki hâlâ? Şu pınarı da hatta, şu silme dil... şu bir ömrün tüm yollarında, konaklarında o dile kavuşup da öyle açmayı özlemiş şu aslı şen şakrak şakımayı da işte, daha ne kadar kilitli... niye? Var mı... allahaşkına, var mı! diye gürledi içinde, dizini döver gibi; Allahaşkına, tek istediğin... bir ömür bir onu özlediğin başka bi güzeli var mı şu dünyanın?

Ayak seslerini işitip yetişeceğini ummasından belki... hemen oracıkta, kapıya dayayıp da tüm gövdesi ruhuyla içinde kaybolacağı, her şeyi unutacağı kucağın hazzıyla kendinden geçeceğini düşüne düşüne coşmuş ordu, yükünü kıyıya boşaltmış da kendine kapanmış dalgalar gibi geri çekildi, kaldı... Masada da yok!..

Beyninde çakan sevinç mi keder mi olduğu belli değil şimşekten bir acele sıyrılıp korka çekine ilerledi... uyuyor!

İç geçirdi... peş peşe, derinlerden de derin soluklarını kesintiye uğratan hıçkırıklarla başucunda dikilip şaşkın, yer aradı kendine; odada, dünyada, hayatta bir yer. Farklı... çok başka bir yeniklikti hissettiği; çırpına çırpına kaldı. Burnunu, ağzını kuşatmış saçlarını toplamak istedi bir ân; eğilip küçük bi öpücük kondurmak yanağına, beline kadar sıyrılmış üstünü örtmek... Boşuna olduğunu bile bile sandalye arandı odada, oturacak bi şey; çöküp kalsın başucuna, gün doğana kadar...

kardeşİlkti işte... Yaaa, şâhâne hayat, şunca yıl sonra ilk!
Ve Aşk!.. Sırtında... sırtında, aklında, dilinde, eti canıyla tüm ruhunda taşıdığı şu şunca yılın altında ne ufalanmış olursa olsun can cekişe cekişe, hâlâ dipdiri, hâlâ canlar verilesi Aşk!..

O cânım yorgunluklardan bir kerecik olsun sıyrılıp da seyretmemiş olduğuna yazıklandı; bir geceliğine olsun koyun koyuna gül uyku dışında bir başka gül güzelliğinin daha varolabileceğine böyle... gülün, kendi başına, kendi bahçesinde, tek kendine sarındığı!..

Nasıl, ne zaman başlattığını bilmeden Jimmy’yi mırıldandığını farkedip de şaşınca sonra... kendiliğindenliğin çağrışımı o çırılçıplak, o gök dile hasretin tırnaklarıyla kanattı etini bir de. Ciddi ciddi kaptırmış, yanaklarını şişire şişire Soytarı Wilhelm’i üflüyordu ki pes perdeden, sol yanağındaki damlayı elinin tersiyle savuşturup sustu yarıda... başucuna çökmeye atılan dizlerini tuttu, çöküp gül nefesini koklamak niyetinde aklını kovdu başından... gözü gülde, masaya geçti gönülsüz.

Bebeğim, uyansana!..

Tam bir ayaklanma halinde, bir acele sıvanıp da tüm defterlerin altını üstüne getirmek heyecanına kapılmış aklıyla, gözlerinden çok ruhuyla sevgilinin gül uykusunu seyre dalmış gönlü arasında gitti geldi... neyi niye seçtiğini soramadan kaldı sonra. Ne vardı ki şimdi böyle uyuyacak... nasıl? Uyan artık... uyan, uyan! diye yalvaran içiyle yüz yüze, az öncenin konuşmaya yeminli halini hatırlayıp saydırdı kendine... pat diye kalkıp karşısına dikilmesinden korktu, caydı.

Kahve... bari bi kadehçik, bi bardak su en azından... böyle boş boş?.. I-ıh, kılını kıpırdatmaya razı edemedi kendini. En doğrusu, başına gelebilecek en güzel şey hemen oracıkta uyuyuvermekti aslında ama öyle uzaktı ki şimdi o kutlu unutuş. Defterine uzandı...

Mektup!.. Allah allah, mektup yazmış... Arkası da dolu olduğuna göre dört sayfa tam... Ortadan kıvırmayı beceremediği kâğıda arkalı önlü dört sayfa. İlk harf, Gece!..

Sevinçti sevinç olmasına da... şu yanaklarına birdenbire kor alevler halinde yer etmiş utanç neyin nesi asıl? Suçlu, neden hep kendi... sonuna kadar?

Gece,

Hoş, değilsin artık... belli! En azından benim gecem değilsin. Bana mı demeliyim yoksa, bana Gece değilsin? Ama hangisi daha kötü haber bilmiyorum ama Peri de Peri değil çoktandır. Sana getirdiğim Peri değil yani, getiremedim. Biliyorum, getiremezdim, getirmemeliydim hatta ve ama geldiğim de Gece değil, bil! Aşktan meşkten söz etmeyeceğim senin gibi. Bilirsin, kansam kansam bir senin aşkına kanardım ama ona da ne kadar kandığım ortada. Ama, ama kanadığım da ortada işte sen inanmasan da. Bilmiyorum, âh, bilmiyorum Gece, aşkı çok başka anladık biz?

Neden mi geldim peki? Hâlâ, sana bu kadar ettiklerimden sonra bile hâlâ neyi mi arıyorum? İnan yanlış bir yanıtı bile yok bunun. Hiçbir şey yok. Bilmediğin, yaranı sarmaya yarayacak tek bir söz bile söyleyemem sana bu konuda. Âh, âh keşke becerebilsem senin gibi dilsiz!
Ama benim kendim için bir yanıtım var, sevdiğim için Gece, seni sevdiğim için burdayım ben. Seni sevdiğim için, sadece seni sevdiğim için. Aşkın canı cehenneme! Ya da ben bilmedim hiç aşk ne demek. Umurumda da değil. Gece de değil, Peri de. Ben, tüm adlandırmalarından ve adlandırmalarımdan bağımsız olarak ben, bu kız, hâlâ seviyor seni. Bir şey yap diye de demiyorum, karşılık beklediğim yok yani. Ölene kadar da sevecek. Buna inandı çünkü o. Bir kere inandı ve artık inançsız olmasını bekleme ondan.

Bilsem gelir miydim diye sordum kendime ve yanıt hiç gecikmeden geldi. Evet Gece, koşa koşa gelirmişim hatta o zaman. Olmadı, sana bu mektubu yazmak için gelirmişim en azından. Mahzun yüzünü görmek için. Gözlerini. Sıcaklığına kavuşamasam da ellerini. Artık tümden kırçıl saçını sakalını. Küçük kadehini, kahvelerini, duman bulutu içinde başını.

Yaşadığım, bana yaşattığın, şaşırmak değil, hayır. Bozulmak da değil ve sıkıştığım her seferinde yaptığım gibi gene o en müşfik annenin kucağına büzülüp acı diyeceğim. Acı!.. Bilemezsin Gece, sesimin sana bile ulaşamadığı zamanlar, senin olmadığın zamanlarda da bana açık tek kapı acı! Boşver ama, hiç aşk yok!

Jimmy yalandı, haberin olsun. Jimmy meselesi yani, olmadı öyle bir şey. Hoş, kılın bile kıpırdamadığına göre sen de inanmadın zaten, herhalde? Sana tabii ama Jimmy’ye de yapamazdım, yapmadım da zaten. Ya da aslında bu potansiyel de var bende, biliyorsun. Biliyorsun, nefesim daha aşağılara da yeter, yetti, biliyorsun. Ama yapmadım, inan. Yapamazdım! Ama Jimmy’nin senden umut kestiği, hatta belki çoktan öldüğüne inandığı doğru. Senin kadar tanımıyorum Jimmy’yi, böylesi işine geliyor belki.

Üç gün Gece, tamam mı? Altı üstü üç gün müsaade et bana. Dinleneyim en azından. Hem allah kahretsin, özledim seni çok. Seni, artık çok daha iyi anlıyorum ki sesini, dilini, ellerini. Sanırım bunca sene sonra, bu kadar yol geldikten sonra çok görmezsin bana bunu. Konuşma, tamam! İtiraz etmeyecek, sesimi çıkarmayacağım ama yanında kalayım topu topu bu üç gün için. Bizim için bu kadarcık bir şansı dilemek zorundayım senden çünkü herhalde farkındasın ki bu sefer son. Artık son, son!.. Hayat birlikte yürüme şansı vermedi bize bu yolu. Halbuki hayata sen kapayacaktın gözlerimi benim.
Öfff, boşver!

Gitmeden önce, beni başından kovmadan önce yani, adımı söyle bir defa, başka bir şey istemiyorum senden. Adımı söyle ki kazınsın kulağıma. Ruhuma kazınsın o uç uç çınlama senin dilinden son kez. Adımı söyleyen o sıcak, sımsıcak gözlerin kazınsın ruhuma. Kazınsın. Âh, buzu ne bilirsin sen, nerden bileceksin!

Son söz ne olmalı sence? Ben karar veremedim. Ya da daha çen çen konuşup duracağıma göre yarın öbür gün, sondan bir önceki diyelim, bu mektuptaki son söz, ne olmalı sence? Ne demeliyim? Bunca yok arasından bir tane var seçmek mümkün mü sana, bana, ikimize? Söyle, Gece, var mı?
Ça ça ça... Çaça... Çaaa!..
Pırrrrrrrrr!

Der demez kâğıt kalem aranmaya başlamış elininin peşinde şaşkın, küfretti salaklığına; sular sellerle taşmaya hazır içini güç bela tutup masadan topladığı elleriyle kucağına taşındı... Nasıl, nasıl bi varoluş, nasıl bi yegâne varoluş algısı ki şu kâğıt kalem, birden, her zaman, her durumda biricik çare?..

Yerine, yenibaştan... bir daha, bir daha okudu mektubu, Taç!.. dedi ne dediğini bilemeden... durdu, içinde kendiliğinden şekillenmiş dili anlamaya çalıştı; Tanrım, taç... taç da onun elinde işte! Muhteşem ışıltılı, taşınmaz ağır... ve ben altındayım unufak! Ne peki hâlâ bu inat? Buna... bu dile rağmen bu inat? Bu, elimi ayağımı da ama varlığımı asıl, ilkten sona varoluşumun tüm adımlarını bir bir yoksayan şu sonsuz çaresiz olamayış karabasanı ne hâlâ; ruhumu her bir pınarında baştan ayağa ayrı kilitlemiş şu her şey dilsizliği, şu kendinden habersiz yemin, ne? Neden öpüp de uyandırmıyorum hâlâ... hâlâ, neden? Neden, kırk gün kırk gece hem, susadıkça bir daha susayan o gök dilin yedeğinde dilimi... elimi de, gözümü kulağımı da... bir bir tellerini de gönlümün, suya salıp gönüllü?..

Kulakları sağır ediyordu sayfa sonuna sığınmış da o ha bire çırpınan Pırrrrrrrrr!.. Pırrrrrrrrr!.. Pırrrrrrrrr!..

Bu çığlığa da mı yani?.. Bu çığlığa bile mi hâlâ sağır? Hâlâ, nasıl?
Böyle... asıl böyle değil miydi aşkın katili?.. Ne ince tüllere sarıp sarmalasa, asıl zalim... yakıp yıkan, tüm feryatlara sağır, kalbi kara zalim kendi değil mi? Aşkmış!.. Sevgilinin, hem de yüreğini yara yara açıp uçurduğu dillere bile kör sağır taş yüreklinin aşkından kime ne? Budala, nesi aşk bunun!..

Yeniden, tekmeleye tekmeleye duvara sıkıştırdığı, sinmiş köpek hali canlandı gözlerinin önünde... vurdu, vurdu, vurdu; görmeden, öç almak duygusu dışında, tüketmek... tükete tükete tükenip de en dibe inmeyi uman bir kapıp koyvermişlikte vurdu, vurdu, vurdu, vurdu... Tekme savurup duran ayakları yoktu; her tekmede bir daha paramparça köpek başı, kan revan içinde köpek, yok... olanı biteni seyreden gözleri yok; tekmelerle koşut boşluğu dövüp duran kolları, yumruk olup sıkılmış avuçlarında elleri, yok; şimdiye çoktan baştanbaşa yırtılmış olması gereken hançeresi, onu sarıp sarmalayan göğsü, o göğsün hayat ve her şey kaynayan kalbi, yok!..

Birden... bir ân, belli belirsiz bir ciyaklama işitip de can verdi verecek köpeğin gözlerinde peş peşe o kıvılcımların ışıldattığı sim duvarda açılan kapıya takılınca gözü, son darbe niyetine savurmaya hazırlandığı tekmesi asılı kaldı havada; köpek, kanlar içinde, lime lime derisi kendiliğinden çatlamış bir yumurtadan başverir gibi taze, kayarcasına kolay, çıkıp kurtuldu kabuğundan; uykusunu almış da gerinen bir bebeğin hayata çiçekler açtıran gülümsemesiyle kısacık gülüp sim duvarın silme yeşil... pür ışıkla kör kapısından süzülüp terketti sahneyi.

Yutamadı dumanı... aksırdı, tıksırdı; sigarayı aceleyle basıp su arandı... yok!

Taşıyamıyordu... Taşınacak şey değil!..

Tüm benliğiyle gözünün önünde canlananın büyüsüne kapılmış, çıldırmanın eşiğinde olduğunu düşündü, aklının dört bir yandan kuşatılmış, dört bir yandan, bin kollu bir cenderede tükenişine bakıp; çılgın atlarla kalkışmış... toynaklarının, azgın dişlerinin hemen az uzağında, cennetleri çağırıp duran kısrağa atılan, atılıp onu kendini tüketmeye... lime lime, paramparça yok etmeye kasılıp boşalan tekmelerine baktı içindeki zalimin... içinin en derin, en derinlerindeki kör kuyunun dibinden gümbürtülerle yükselen; ve bir yandan da kılı kıpırdamayan sessizliğine, akıllar durduran, som sessiz, kıpırtısız, olan biten her şeyin parçalarından bir parça olmanın içten içe ayık bilinciyle kabullenmişliğine her şeyi... hiç itirazsız, sitemsiz... kimseden, hiçbir şeyden şikâyeti yok.

Sonu belli yolu kim niye yürüsün ki? dedi gönülçelen kuşunu uçurup; Ben, niye artık?..

Gürültü etmemeye özen göstererek birini ötekine eklediği voltaların masaya yakın ucunda durdu, Kim derdi ki? dedi aklından da çok ruhunda çırpınan o Pırrrrrrrrr!.. sesini hatırlayıp; Kim derdi ki gelecek... gelecek, bir yazıyı yenibaştan... beni yenibaştan, kim?

Şaşkınlığı... ruhuyla uçup da boyluboyunca içine yuvarlanmış olduğu şu büyülenmiş hissediş; şu taşıyamadığı durayazmış akıl; öfkesi şu, acısı... şu pür, hiçbir şey yok sessizliği, kıpırtısızlığı, hepsi, hepsi, şu birdenbirelik karşısındaki hazırlıksızlığındandı altı üstü; Açık düştük işte, abartacak bi şey yok... uzatmanın, o gerçekötesilerin büyülü diline kapılıp kapılıp saç baş yolmanın böyle, âlemi yok!

Sakına sakına sümkürüp yanaklarını kuruladı... Gelip de durduğunu sandığı eşiği bilmenin heyecanıyla dirilmiş, temiz havaya kavuşmak isteğiyle kapıya atılıyordu ki farkedip döndü, beline, yuvarlaklarının tepelerine tepelerine sıyrılmış battaniyeyi çekti kollarına kadar. Kıpırdasa... bari uykusunda dönse diyen bir umutla ama korkarak da bir yandan, içinden sevdi saçlarını. Eğilsem, öpsem?.. Adını mırıldandı dileğini hatırlayıp, uzata uzata; hoşlanıp üçledi.

Son, ha? diye cevap bekleyen bi ciddiyetle sordu kendine sonra; Son, ha?.. Kim derdi ki o yedi paragraf, o yedi elma? Allahaşkına, kim derdi ki böyle? Kuş, tanrım... nerden de bi kuş?..

Öyle, suya yazar gibiydi kalem; suda, suyla, sudan, suyu... kendiliğinden!
Daha ilk harfle bir, kaçınılmaz, sade bu yüzden bile canlar verilesi güzel, bir ömür adanıp da aradığı kutlu ışıkla yüz yüze... tek yapması gerekenin arayı yürümek, ne yapsa, ne olsa sonunda kendine kavuşacak çemberin iki ucunu bir araya getirmek üzere asılmak olduğunu farketmenin sevinciyle, hemen önüsıra açılmış yatakta kendiliğinden... gönlünce akmak gibi güzel döktü dilini içinin; telaşsız, durup düşünmeden, takılmadan hiç; sonunda denizine kavuşmuş da coşkun dere, durulmuş, ağırdan... sindire sindire derin!

Kahveyi özledi, bastırdı; altınsuyu arayan elini kalemle avuttu; bir bardak su için yanıp kavrulan içini, Periyi-Pervaneyi az sonra kurtarmak üzere, aklının muhteşem bir beceriklilikle birinden ötekine sıçraya sıçraya çözdüğü kozanın ışıl ipeğiyle kandırıp daha yanmaya alıştırdı dilini damağını; dumanına sığına sığına yalnız, uçtu, içti, açıldı.

Bir dilin binbir dili çağırıp durmasını kovuyordu bir yandan, ha bire; yaratmasını hatta, bir dilin binbir dili birden!

Daha aklında belirmesiyle herhangi bir çiçeğin, peş peşe binbir çiçeğiyle sonsuz bahçeler kurmasını birdenbire... ama ne çekici olursa olsun o her açışıyla her biri ötekinden yüce, kutlu diller ülkesi, ruhunu bu şimdi önüsıra açılmış da bir akmasını bekleyen yatakta kilitli tutup uzaktan gibi göz kırpışlarla beklendiğini, daha gecikmemesini söyleyen nokta’ya doğru dala kulaçlaya, gitti, gitti, gitti...

Bilmediği değildi ki hem, gitmediği, kalmadığı... Bahçe, çit, çiçek, tek tek tüm kuytuları derenin, burgacı, şelâlesi, bulutları, ışıl ışıl yıldızlarıyla koynunda yansıyan gökleri sonra, kımıl kımıl balıkları da hatta... bilmediği, girip de yıkanmadığı değildi ki, ne vardı bir daha bir daha oyalanacak!.. Bin gece, bin gecenin her birinden bir daha binbir geceye açıla açıla sarmaşdolaş, binbir çıldırmış kavuşma, binbir dîvâne beşik, binbir kapı, binbir dil, binbir yepyeni yazısını yapsa bile eskinin, niye çelinsin aklı... kanasa bile bin sonsuz ömür, hâlâ niye kansın?..

Öyle, etinin dili oldu kalemin yetişmeye uçtuğu; kanının  ve damarlarının; atların dirilttiği toprağın göz açıp kapayıncaya gök örtülerle yaydığı pınarları dereleriyle şen, uçsuz bucaksız ovaların; ufukları çoktan geride bırakmış o serdengeçti doludizgine yakışmak üzere koşturan göklerin açtığı gecenin dili oldu kalemin kendiliğinden yazdığı... ki seyretti, sade seyretti artık!

Bilmediği değil, bilip de inanmadığı... inansa bile kanmadığı konakları geçe geçe bir bir; sularda derin, göklerde öte, her bir penceresinde ayrı ünledi her bir katın. Yanağını serin mi serin bir damlacık halinde aşıp da dudağının sol kuytusuna bal tadınyla ulaşınca sonra o damla, o inciler gözyaşı, Demedim mi!.. dedi birden dilini kendini unutmuş; Ben, demedim mi!

İç geçirdi. Sigara yaktı. Gözünü uykuda bebeğinin ter içinde harelenen alnından alamadan, Demedim miydi!.. deyip kapadı defteri. Hafifti. Mutluydu hatta... artık, mutlu!

Tekmeleyip attı battaniyeyi Peri... dizlerine, ayak bileklerine kadar. Önüne sere serpe yayılan güzelliğe dalınca öyle, bir çırpıda unuttu yazdıklarını okumaya yanıp tutuşan içini; baktı, baktı, baktı... Resim gibi... romantiklerden kim bilir kimin, beş yüz yıl sonraya gelip de gördüğü güzel karşısında aklı durmuş, afyonlanmış halde çizip boyadığı bir tablo: Sol kolu, ensesine doğru yastığın altında... gömleği, meme uçlarına kadar açık; sağ eli, dizinden kırılıp da dikilmiş sağ bacağının kasık oyuğunda, kendinden habersiz kendini tutar gibi; uzunlamasına oyuğuyla yusyuvarlak, yassılmış göbeği, gömleğinin kurduğu o belli belirsiz çadır altından göz ediyor... ışık, gecenin!

Kapanıp öpmek istedi çiçeğini... Neydi o yumuşaklıklara kadifeler, tüller, uçuşlar, unutuşlar taşıyan kumaşın adı?.. O fildişi, apak, daha dokunmadan iç gıcıklayan kumaşı aralayıp bir kenarından, kapanmak... suyuna girmek, yitip katışmak... onun olmak, o olmak...

Çiçek değil o akıllım, diyecekti hoş; Çiçek değil o, yara!
Utandı. Harlanmaya gönülsüz ateşi söndü büsbütün. Acısına  sarınıp zaten kendinin olmayan rüzgâra sıkı sıkı kapattı ki kapıyı bacayı için için kendini yiyip bitirsin içinden işleyenin  ateşi... yanaklarında, göğsünde, kasıklarında yalım  yalım.
Ağırdı işte... her şey, tonlarca ağır! Evet, aynı ânda hem; ve kuştüyü hafif de bir yandan ama gene de tonlarca ağır! Yara, tabii ki yara!.. Hiç kapanmayan hem, kanayan, kanayan... ama işte bir’den bin’e açılan bi çiçek de aynı zamanda; gülkurusu rengiyle gül kokulu, bal sulu bi çiçek olduğunu hep, kim inkâr edebilir? Çiçekler doğuran bi çiçek olduğunu da... kim? Ya gözler peki o zaman, o her şeyin kapısı? Peki ya dil?

Sonu işte!.. dedi; Sonunda, kaçacak yer yok!.. Hiçbi yer, bir yerden başka hiç!

Yalana, en hafifinden boşuna’ya varıyordu işin ucu ne yapsa! Ne yapsa yol yok. Ne yapsa, avunmak, kanmak, durulmak yok. Olmak yok ne yapsa, ölmek yok... “Hepsi bir!..” ne yapsa!

Kalksa, öpse işte taçlarından, çiçek... ve ama, Yara! der demez o, evet, biliyor ki yara. Girse kucağına çiçeğin doludizgin, bahçelerden ovalara, derelerden denizlere aka aka, çiçeğin gökler bahçesi hem... ve ama, Yara! demeyegörsün, atlar da kanaya kanaya birdenbire... bahçeler, dereler, denizler, gökler... hayat, baştanbaşa yara!

Neyin felsefesi ki bu allahaşkına gecenin bir vakti!.. deyip doğruldu canı sıkkın, bunalmış; Hak ver ama, dedi sonra içinde bir yerlerden imdat dilenip, Hak ver... böyle, hiç kolay değil!

Durdu, zor derken neyi kastettiğini çözmeye çalıştı aklının: Direnmek... hem de şu cennet vaadinin karşısında davranmadan durmak mı zor, az sonra, direnmekten katlanmaya tüm bağlardan âzade o gidiş mi yoksa... hangisi? İkisi de!.. dedi kurulmuş gibi, yakasını saatlerdir pençesinde ordan oraya savrulduğu akıl yürütmeden kurtarıp: İkisi de!.. Ne buna dayanmak kolay böyle... böyle yana yakıla bir yandan, ne az sonra dayanmayı, yanıp yakılmayı da terkedip büsbütün!..

Ve ama kolay da işte demek ki!.. Saatler saatler sonra bile hâlâ dayanabildiğime göre buna böyle, kolay!.. Uçmak... uçmak, biliyorsun işte, hep bildik... sade özlendiği için de değil artık, bir çocuğun omuz silkmesi belki topu topu!
Balkon kapısını açıp çıktı, havayı kokladı, soludu derin derin... ağarmasına ne kaldığını hesaplamaya çalıştı yıldızlara bakıp... işleri sıraya koydu... İnanıyor muyum sahiden? Olacak mı yani... sonunda? Çare bu mu hakkaten? Bitti?.. Her şey bitti?.. Yaka silkti tekrar. Kaçacak bin delik vardı üstelik; koyverse çünkü kendini, ne bitecek, niye bitsin? Biter mi... nasıl biter ki?.. Hem...

Bitti dersen ama... o milyarlar kere milyar çiçeklerden bir bitti çiçeğini alıp da takarsan yakana, tek gerçek, varolan tek gerçek, senin gerçeğin: Bitti!.. Bırak soruları itirazları, bitti’den başka, yok’tan başka bir şey yok hatta. Uzatma iyisi mi... hiç uzatma!..

Yaaa, dedi parmaklığı sımsıkı kavramış; Yaaa hayat!.. Kapıyı kapatıp döndü, masasındaki koltuğu kaptığı gibi başucunda bitti Perinin...

Görmüş olabilir miydi, birden şöyle bir bakıp da kendi kucağına kıvrılırken hemen?.. Battaniyeyi beline kadar çekip sırtını dönmüştü; avuçlarından birbirine yapıştırdığı iki elini yastık yapıp mışıl mışıl. Sayıklasa bari! diye umunca birden... Yok, yoktu aklında öyle bir şey. Yok, ne yorgunluklardan sonra olursa olsun ilk uyuyan o olurdu hep ama uykuyu saatlerce beklediği gecelerde bile işitmemişti sayıkladığını hiç. Ne hoş olurdu halbuki... sayıklasa, yankı verse, konuşsalar öyle, sabaha kadar...

Hatırlar mıydı sabah: Rüyamda Gece gelmiş?


(...)



* Romandan bir bölüm
  Bedirhan Toprak

® 2001 H@vuz Yayınları   © H@vuz Bilgi Bankası                           © Şubat  2007  ISSN 1864-0524