Serüvenciler

   Hücre kapıları duvara kenetlendi. Ortalığa zindanın kara sessizliği sindi. Bugün canlar için önemli bir gün olacaktı. Tecrit, her tutsak için bir ölüm, her tutsak ölümü, özgürlük ateşi için bir sönümdü.

   Tecridin duvarları katvekat kalın, yüksekliği derindi. Bir an benliğini unuttuğunda, düşüncelerini ansızın ötelediğinde, kuyu dibine düşmüş bir yalnızlığın hissi tüm bedenini sarar, kemirir. Var mı, yok mu yandan habersiz, karşıdakinden habersiz, arkada ne var ne yok ondan habersiz.  Bari bu sessizliğe bir su sesi katayım dersin. Musluktan susuzluğun “tısss” eden sessiz sesini duyarsın. Ya da ruhunu okşayıp, seni düşlerinde gezdirecek bir müzik sesi dilersin. Dileklerin umarsız bir düş sarmalında yuvarlana görsün, sessizliğin ağırlığı karşısında, cellat, ana kumanda merkezinde düğmeye basıp beynini parçalayan dangur dungur bir gürültü patlatmıştır.

   Tecridi kanıksamak tutsaklık koşullarında beynine ket vurup, yüreğini karanlığın ölümcül girdabında paslandırmak demekti. Sessiz, hani o meşhur tabirle beyaz ölüm başlamıştır. Kimsesiz, sessiz, özbenliksiz beton duvarlara gömülü bir mezaryaşam. Mezarda yaşayan bir ölü yaşayansınız. Kabullenmek bir kez daha kendini yadsımayı, yok saymayı, ölmeyi, öldürülmeyi kanıksamaktı. Her gün, her saat, her saniye ve salise… Sonra bir kez daha hücrenin kapısı açıldığında ölüm korkusu dalga dalga insan bölgelere yayılacak. Tecritteki ölümün kokusu kaplayınca içeriyi, sığmayınca kabına, soluğu dışarıda alacaktı. Sonra insandan geriye ne kalacaktı ki? Hiçbir şey. Beyinsiz, tarihsiz, tanışıksız, sorumsuz bir et kemik kütlesi. Özdeşti; ölüm tecrit, tecrit ölüm. Tecrit oldukça özgürlük ateşinden uzaklaşacak üşüyüp, üşüyüp donacak ruhsuz yüreksiz soğuk bir katmana dönecekti. Hesap böyle işliyordu, hesap kitap böyle yapıldı.

   Her tutsak, her ayrı duvarlar ötesinde, hücrelerindeydiler.İkili, üçlü, tekli… Çoğunlukla tekli, sağında solunda, önünde arkasında kimsesiz hücrelerin orta bir yerinde kimsiz, kimsesiz sessiz.  Sıkı kapılar, kalın beton duvarlar, tel örgülü görünmeyen bir gökyüzü. Duvarda pencere niyetine bir  küçücük gözenek. Havaya, güneşe, kuş cıvıltıları, insan seslerine hasret mi hasret ve soğuk, yalnız tecrit bir gözenek...

   Yaşam ve ölüm; iki karşıt varlık. İki çizgi arasında bir savaş. Tecrit eşittir ölüm, insansal eşittir özgürlük. Ölüm; tecridin ölümü ne sinsi ve ne korkak bir yüzle dolaşıyordun . Çaktırmadan yaşamdan her an bir şeyler kapıp götürüyordun. Bana önce canlı, hareketli gelen her şeyi birer birer önümde tüketiyor, bitiriyordun. Umuttu tüketilen, gelecekti karanlığa hapsedilen.

    Her zamanki gibi bugün de toplanacaklardı. Dokunmadan, görmeden, uzaktan ünlemelerle.. Adlarına serüvenci denilmişti. Bugün tecritte bir yeni serüvenin hesabı yapılacaktı. Günün önemi buradaydı. Ya üç gün yaşayarak yok olmayı, ya da yok olmamak için gönül torbalarında taşıdıkları umudu, umudun isyanını çıtlatıp, her yeni günde yeniden üreterek, özgürlüklerine kavuşacaklardı.

   Toplandılar, bilinçleri bilinçlerine ilmiklendi. Bir mevsimi ortak soluyan çiğdem gibi, lale, nergis gibi. Henüz kökümüz topraktayken büyümeli. Burayı delip çıkmalı gökyüzünün engin ve sonsuz büyüklüğüne dedi Aydan.

   Dedi Fatma: Köklerimize tutunacaksak, eğer dal budak olacak, zamanı geldiğinde bir tomurcuk bir  çiçek bir de meyveye duracaksak su gerek. Kana kana içeceğimiz, kiri pası olmayan dupduru bir su.

   Zeynep dedi ki: Ya güneş? Güneşsiz, havasız, tek başına su neyler ki? Çürümez mi kendi yatağında? Güneşsiz su, sudan içirmemiş sayılır. Güneş, ille de güneş gerek.

   Evet dedi, Semra: Güneş bir de toprak gerek. Hani burada ne su, ne güneş ne de toprak var. Altımız karanlığın bekçisine beton edildi. Üstümüzdeki güneşe kapak örtüldü. Suyumuzun damarları kesildi. Güneş altında, toprak örtüldü, su kurudu. Yaşam damarları celladın eline dolandı. Ölüm başlıyor. Yaşamı savunmak gerek. Yaşamak için ölümü yenmek gerek. Karanlık beyaz deliğe hücrelerimizden bir barikat kurmak gerek.

   Kuşandılar yaşamı, yaşam hücrelerini. Damarlarını dolayıp ellerine yumak yapıp, bir ucunu da yüreklerine doladılar. Zeynep, Aydan, Fatma, Semra… Su alacak, güneşi çekecek topraklarına tutunacaklardı. Olmayanları olur kılacaklardı. İmkansız denileni yaşayacak, gelecek olanlara yeni yaşam armağan edeceklerdi.

   Aynı zamanda başka başka tecritlerde de aynı şeyler konuşuluyordu. Kiminin toprağa tutunacak gücü, güneşi emecek inancı kalmamıştı. Kimi yaşama tutunmayı kendi soyundan bırakmazcasına kapıp almıştı. Şimdi bunu başkalarına armağan etme devriydi. Al bayrağı yukarı/Ver bayrağı bayrağı/Koşuyoruz güneşe/Ey özgürlük özgürlük/Sen varlık aşkım cümle varlığım…

   Anlayan anladı, dinleyen dinledi. Sonra yaşamın gücü su, toprak ve güneş için yürekler bilenmişti.

   İçini dinle... Bilincini, yüreğinin gümbürtüsünü dinleyin demişti, tarihin ulu çınar gövdesinde birer yaprak olanlar. Dön arkana bak, bastığın yere geleceğe nasıl yazılacağına. Su, güneş, hava, toprak…. Hepsi çıkınında. Bunları yüreğine sığdırmayı bil ve geleceğe atıl. Özümse bunları, büyü dal budak sal. Hücreleri parçala, gökyüzüne fırlamış olan zincire halka ol. Özgürlük ol, zulmün pençesindeki her bir insana!

   Saat gecenin ortasına yaklaştı. Şimdi tecrit odalarında yürekle, sesle birleşmenin zamanı. Bakın türkü sesi ulaştı bile. Türkü sesi tıpkı su sesi gibi. Biri “Hekimoğlu”nu söylüyor. Ardından Malatya Hapishanesinden Ali’nin istek parçası diye ünlenen “Dersim dört dağ içinde” başlıyor. Sonra tüm ağızlar birleşiyor: “…Ve serüvenciler düşer yollara” diye gökyüzüne bir umut ezgisi, bir yol havası yükseliyor. Bedenler tecritte, bilinçler kaynaşık. Karanlık kar etmiyor. Tecrit çaresiz. Duvarlar yarılıyor tutsakların sesinden. Sesleri kökleri Pir Sultan’a uzanıyor. “Karşıki yaylada göç katar katar” hep bir ağızdan tüm hapishaneyi sarmalıyor. Mahpusun ışığı, dağları dağları yalıyor.

   Yıkıldı duvarlar, ayrı ayrı seslerden bir sel oldu tutsaklar. Suyu kökten çeker gibi bir gövdede kaynaştılar. O gövdenin kökleri ki verimli bir toprak üstündeydi. Onun üstünde oturmuş, onun üstünde emeklemiş, koşabildiğince koşmuşlardı. Toprakları boldu. Hani “toprağı bol olsun” denirdi ya. O toprağa her daim can vermek, o topraktan geleceğe yükselen çınarları büyütmek demekti.

   Su akıyordu hücrelerden hücreye bir türkü olarak. Direncin damarlarında su akıyordu, nağmelerden örülü coşkun bir ezgi olarak. Güneş yüreğimizin tıpırtısı, beynimizin aydınlık yüzünde. Semra, Aydan, Fatma, Zeynep dediler: biz bu toprakla, suyla, güneşle geleceğiz. Geleceğe erişmek için tez elden çıkmalıyız yola. Tecrit bizi çürütmeden, biz çürüyenlere can vermeliyiz. Yolumuz uzak.  Belki dokuz ay, belki dokuz yıl, belki ötesinin sabrıyla bilenerek. Kalkın ey canlar kalkın. Bugün yarına kalmasın ki, yarın bugündeki gibi olmasın. İçinde olduğumuz tecridi yıkmak için, içimizdeki özgürlüğü kuşanalım. Gelecek bizi bekliyor, gökyüzünün altındakiler bizi bekliyor, bize kadar ulaşmış olan zincirin halkası tarihe imza düşmek için halka olmamızı bekliyor. Son söz söylenmeyi bekliyor.

   Son söz söyleniyor. Tecridin duvarlarından muazzam sesler yükseliyor. Sarsıyor, deşiyor. Karartıyı, çürümüşü temsil eden tüm şeyleri. Duvarlar celladının üstüne yıkılıyor. Yürekler patlıyor… Ulu çınarlar suya doygun, toprağa doygun, güneşe sabırsız habire yükseliyor. Dallarda yeni yapraklar boy veriyor. Yemeyi beklediğimiz meyvelerini bize sunmak için.

   Ateş kopartılmıştı bir kere zalimin elinden. O günden bu yana değil miydi yaşamanın herkes için olanaklı oluşu. İnanç ve sabır umudu içine çekmiş ateşi, hep eline geçirdikçe yaşadı, yaşattı. Yeni yaşamlar için ateş serüvencilerin koynunda, zalimlere karşı koruma altında. Ateş çalınmasın diye yeni serüvenciler düştü yollara.

                                                                                 



  Hatice Eroğlu Akdoğan

® 2001 H@vuz Yayınları   © H@vuz Bilgi Bankası                           © Şubat  2007  ISSN 1864-0524