Cumhuriyet Bayramı

  

 

         Her apartmanda vardı son yıllarda. Ya kara çarşaflı, ya  kara sakallı insanlar. Nasıl da  çoğalmışlardı…

      Kara çarşafının  içinde, zayıf olduğu anlaşılan ince yüzlü kadın Ayşe’ydi. Otuzunda var yoktu. Eşi Veli, işsizdi ama güçlü kuvvetli. Üç ay çalışsa, altı ay boş geziyordu. Şimdi de öyle…

İki yılda bir dünyaya getirdikleri dört çocuğuyla kirada oturuyorlardı apartman katında. Gecekonduluktular aslında…

       İki kız, iki erkek dört canavarla başa çıkamıyorlardı. Komşularından uyarı alsalar da,  bana mısın demediler. Gece yarılarına dek, çocukların gürültüsü eksik olmazdı evlerinde. Çekyatlarının açılıp kapatılırken, bilinçli biçimde birden bırakılması apartman sakinlerini korkutmak içindi. Arif olan anlıyordu. Karşı dairedeki komşusuna söylemişti:

       “Temizlik yaparken gürültü çıkarmak strese iyi geliyor.”

Islak halılarını balkonundan aşağı salıp, alt komşularının camlarını kirletmeleri olağandı ona göre.  Apartmanda terör estiriyordu sanki…

       Kara çarşafının  içinde sadece ince yüzü, ince kaşları, kömür karası kocaman gözleri görünüyordu… Kara çarşafının  altında sakladığı poşetlerdeki pideleri evine götürüyordu. Kız çocukların kuran kursunu evinde okutuyordu. Yeni yasalarla düzenlenmişti yeni yönetmelikler… Çocukların ailelerinden para da alacaktı. Yemekler, tarikat lokantasından geliyordu. Dokuz ve yedi yaşlarında büyük kızlarını, her sabah saat on sularında servis minibüsü alıyordu. Kara sakallı Hasan Dayı, kara gözlerini balkonlarına çevirir, kaş göz ederdi. “Gidiyoruz” dercesine. Şimdi o telâşları olmayacaktı… Resmi okula gönderemeyişinin nedeni, yoksulluğuymuş Ayşe’nin. Öyle diyordu konu komşusuna. İnandırıyordu. Acındırıyordu da kendini. Saflar çoktu memlekette. Saflar tutulmuş, saflar sıklaştırılmıştı onlara göre!..

       Merdivenleri sert sert basarak çıktı. Üçüncü kattaki altıncı dairenin kapı ziline bastı. Gürültü, bağırışma ile açıldı kapı. Beş ve üç yaşlarında iki oğlu, kapı açma yarışına girmişler, kapı eşiğinde itişip kakışıyorlardı. Açtı ağzını yumdu gözünü Ayşe. İki büyükçe ablalarına çıkışıyordu. Çıtları çıkmadı çocukların. Kapıyı öyle bir çarptı ki, bina sarsıldı gürültüden. Yan dairede oturan komşusu polis memuru Ali’nin  sesi çıkmıyordu. Üst kat Rumeli göçmeni Melahat Teyze gülüyordu keyifli keyifli. Çocukları çok sevdiğinden…

       Ayşe, eşi Veli memnundu apartmandan. Doğal olarak seviyorlardı da. Yönetici her ay değiştiğinden, kimse ilgilenmiyordu apartmanın olanı biteniyle… Kim kime dum duma, dingonun ahırı gibiydi apartman… Ayşe’nin kapı zili çaldı. Uzun uzun basarak açtı apartman giriş kapı otomatiğini. Kara çarşaflı iki öğretmenlerinin eşliğinde, otuz kız çocuğu kedi gibi tırmanıyorlardı merdivenleri. Din öğretmenleri, kara çarşaflı kadınlar susturuyorlardı hemen parmaklarını dudaklarına götürerek. Apartmandakileri rahatsız edip, şikâyet  olmasın düşüncesiyle…

Yerlere halı döşenmişti odalarında Ayşe’nin. Yılbaşı gecesi gizlice getirmişlerdi servis minibüsüyle. Herkes eğlencesine bakıyordu yani… Üç küçük oda, bir antre ne kadar tutardı ki halı…

      Öğle sularındaki yemek molası, gürültülerini çoğaltıyordu doğal olarak. Masum yüzleri, çekingen bakışlarıyla çevrelerindeki insanları etkiliyor, acındırıyorlardı kendilerini!..  Arapça ve Kuran okuma dersinde çocuklar seslerini çıkarmıyorlardı. Apartmanda kimden izin almışlardı kurs için? Neden resmi okullara göndermiyordu aileler kız çocuklarını?.. Çevreden de mi korkmuyorlardı?.. Toplumun, sistemin atmosferi mi onları cesaretlendiriyor, yüreklendiriyordu? Kim bilir?!.

Gece yarılarına  dek, koşup bağıran, televizyonu, kasetçaları yüksek sesle dinleyip oynayan dört kardeşin şimdi sesleri çıkmıyordu nedense. Ayşe, sesinin son düğmesine dek açtığı ağzını, açmaz olmazdı. Hem nasıl açsındı. Açsa da bütün dişlerinin çürük olduğunu mu gösterseydi. Yüksek sesle konuşmak, dine saygısızlık olmaz mıydı yani!..

       Saat on beşi gösteriyordu. Çıkış saati yaklaşıyordu. Servis şoförü Hasan Dayı, çıkmaz sokakta beklemesindi. Balkondan çevreyi gözleyen Ayşe’nin dudakları dua, gözleri fecfecir (!) okuyor, üflüyordu…

Çıkmaz sokağın oto parkında, ilk kez gördüğü adamlar geziniyordu. Yan apartmanlara, konfeksiyona gelmiş olmalılar diye geçirdi saf yüreğinden…

       Beyaz bir ford yanaşıyordu geri geri apartmanın giriş kapısına. Kara sakallı Hasan Dayı, şükür ederek çekti ayağını gaz pedalından. Minibüsünü durdurdu. Stop ettirdi. İlahi kaseti çalıyordu oto teybinde. Başıyla tempo tutuyordu kara sakallarını kaşıyarak… Çocuklar inerdi şimdi üçüncü kattan. Alıp götürürdü mahallelerine. Bir kaçı da gelmeye başlamıştı işte…

       Siyah minibüsten, özel otolardan inen medya çalışanları kameralarını, fotoğraf makinelerini işletmeye başladılar. Filme alıp, fotoğraf çekiyorlardı. Sokak girişi polis otomobilleriyle kapatılmıştı…

       Kameralar filme alıyor, flaşlar patlıyor, mikrofonlar uzatılıyordu kara çarşaflı öğretmenlere, küçücük kız çocuklarına. Şoför Hasan Dayı, muhabirlerin elinden sıyrıldı. Kaçmaya çabalıyordu. Sivil polisler, başını eğerek polis minibüsüne soktular…

       Demek şikâyet etmişlerdi. Hangi kâfir edebilirdi? Hangi din düşmanı, hangi dinsiz komünist? Kimlere zararları dokunmuştu ki?.. Çocuklara Arapça din dersi vermek, geleceklerini mi karartıyordu kara sakalları, kara çarşafları gibi?.. Yoksa beyinlerini mi donduruyordu küçücük çocukların karartarak?.. Atatürk düşmanı mıydılar yani?!.

Çevre apartmanlarda oturanlar, balkonlarından, pencerelerinden bakıyor, şaşkınlıkla dişlerinin arasından “cık cık” ediyorlardı. Ayşe, balkonda açtı ağzını yumdu gözünü:

       “Din elden gidiyor. Kâfirler bizi öldürecek.”

       Üçüncü katın altıncı dairesine dek girebilen üniformalı polisler, Ayşe’nin ağzını kapatmaya çabalıyorlardı. Zayıflığı, çevikliğine engel olamıyordu. Ellerinden sıyrılan Ayşe slogan atıyor, bağırıyordu. Ters dönmüş hamamböceği gibi debeleniyordu yerde. Balkonlarına ayyıldızlı bayrak asıp  alkışlayan yurttaşlar: 

       “Türkiye laiktir, laik kalacak.”

       “Mollalar İran’a”

       “Ne mutlu Türküm diyene”

       “Vatan bir bütündür parçalanamaz.”  

       “Tam bağımsız Türkiye”   diye bağırıyordu… 

       Astsubay emeklisi Basri Dayı, tüfeğini göğe doğrultmuş, parmağı tetikte, gözleri gibi ağzını da açmış misilleme yapıyor, cevap veriyordu.

       “İnanç sömürüsü yaparak bizleri dini inançlarımızdan soğuttunuz Allahsızlar. Şeriatçı şeytanlar, siz kimi kandırıyorsunuz terbiyesizler… Amerikalılar bile sizin gibi takiyyecilere  islamofaşist diyor, utanmıyor musunuz şerefsizler. Ahlâksız,  kültürsüzler…” 

       Balkonlarında Türk bayrağını açıp, İstiklal Marşı okuyan yurttaşlar, Basri Dayı’yı alkışlıyordu. Coştukça coşuyor, askerlerine nutuk çeker gibi konuşuyordu astsubay emeklisi Basri  Dayı.

       “Türk doğduk, Türk öleceğiz. Vatanımızı böldürmeyeceğiz. Biz Arap değil, Türkoğlu Türküz.  Ezan  Türkçe okunsun… “ 

       Dirençli Cumhuriyet Bayramı yaşanıyordu sanki  apartmanlarda, sokaklarda, caddelerde, meydanlarda… Ayyıldızlı Türk bayraklarıyla Adliye Meydanına yürüyüşe geçtiler. Atatürk Anıtına çelenk koyup, saygı duruşunda bulunmak için… 

       Özel bir televizyonun 19’daki anahaber bülteninde izledik. Şeriatçı bir örgüt evine yapılan baskında laiklik karşıtı, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı yetiştirmek isteyen kurs yöneticileri; otuz çocukla birlikte televizyon ekranlarından topluma gösteriliyordu!..


  Yılmaz Uçar

® 2001 H@vuz Yayınları   © H@vuz Bilgi Bankası                           © Şubat  2007  ISSN 1864-0524