
Nerede bir ayıt ağacı görsem
aklıma hemen benim çocukluğumdaki o ağaç gelir.
Bitki olarak ayıt, en çok
iğdeye benzer; onun da yapraklarının üzeri hafif kadifemsi beyaz tüylerle
kaplıdır ve güne? vurunca gümüş gibi parıldar. Ayıtın çok hoş, kendine özgü bir
kokusu vardır. Bu kokuyu, ağacın yakınından geçerken fark edersiniz.
Öykümüzdeki ayıt da tıpkı böyleydi. Ancak zavallının
gövdesi çeşitli darbelerle ve çakılan çivilerle yaralanmış, dalları kırılmıştı.
Bu talihsiz ağacı, arkadaşlarımla
kuzularımızı otlatmaya gittiğimiz bir gün görmüştük.
O yıl, ilkokulu pekiyi
dereceyle bitirmiştim. Babam: "Oğlum sana bir kuzu alalım! Nasıl olsa
okullar kapandı, onu kırlarda otlatır, büyütürsün; kışa da keseriz!"
dedi. Ben bu habere çok sevindim. Artık yatıp kalkıp kuzuyu düşünüyordum. Acaba
süt beyaz mı olacak, karagöz ya da alacalı mı? Kulakları ne kadar vs. Aslında
ben kuzuyla birlikte ovaları, bayırları da düşünüyordum. Mahalledeki
arkadaşlarım her gün ovalardaydı. Ancak babam da annem de beni, daha küçüğüm
diye onlarla salmazdı. "Evin yolunu bulamayıp kaybolursan biz ne yaparız
sonra?" diyorlard
Ama artık büyümüştüm ve
okulumu da pekiyi dereceyle bitirmiştim. O hâlde kuzuyu hak ettim demekti.
Aslında bizim mahallede Çakır
Ahmet'in, Eskici İsmail'in, Ziya'nın kuzuları; Sığırtmaç Raşit'in,
Abdurrahim'in de kapkara delice bir oğlağı vardı. Hepimiz onu kuzulardan çok
severdik. Bir hoplar, bir zıplardı kimse onu tutamazdı.
Hayvanları otlattığımız yerler
belliydi. Sabah kalkınca, ellerimizde annelerimizin sürdüğü birer dilim yağlı
ekmek, doğru Kabaağaç'ın oraya, dere içine inerdik. Dere dediysem öyle küçük
bir şey sanmayın sakın. Kocaman mı kocaman geniş mi geniş. Burası eskiden, ta
kanal yapılmadan önce deli deli gelerek her şeyi silip süpüren Ilgın Çay'ın
yatağıdır. Şimdi sadece yağmur suları akar, o da pek derin değildir. Sağlı
sollu söğüt ve ayıt ağaçlarıyla doludur her taraf. Kabaağaç daha ilerde kalır.
Kabaağaç
deyince aklıma geldi: Ben korkmam da, diğer arkadaşlarım bu Kabaağaç'tan korkardı.
Neymiş efendim, eğer onun
dalından bir yaprak koparırsan insan ölür veya bir kazaya kurban gidermiş. Ben
inanmam böyle şeylere. Babam da bir keresinde: "Olmaz öyle!" demiş,
ardından da şunları eklemişti: "Kim görmüş, kim duymuş? Yine de bir ağacın
yok yere yapraklarının yolunması, dallarının kırılması hiç hoş değildir."
Ben, o zamandan beri ne Kabaağaç'ın, ne de diğer ağaçların dallarını kırmam.
Biz üç arkadaş dere yatağında
kuzularımızı otlatarak ilerliyorduk. Sığırtmacın Abdurrahim de küçük oğlağıyla
bizim biraz uzağımızdaydı. Ben ve Çakir Ahmet de o tarafa doğru gittik.
Yanımızdan iki kadın geçti. Kadınlar aşağı mahalleden Deli Kazım'ın annesi
ile, onun kızlarından biri idi. Önce aldırmadık ama sonra gizliden onları
takip etmeye başladık. Aslında biz oyun yapıyorduk. İlerdeki Abdurrahim'e
işaret ederek onun da takibe katılmasını istedik. Gidenler bir süre sonra
Kabaağacın tam karşısına düşen yaşlı ayıt ayacına yaklaştılar. Kadın yanında
taşıdığı bohçasından bir şeyler çıkarıp kızının eline yüzüne sürüyor, sonra onu
ayıtın gövdesine çivi çakar gibi çakıyordu. Biz de sabır ve merakla izliyorduk
onları. Böyle tam üç tane elmaya benzer topu, ayıtın köküne çakip yine aynı
gizlilikle, aceleyle çekip gittiler. Tabi biz de arkalarından seğirttik. Onlar
derenin sağına saparak söğüt dalları arasında kayboldular.
Abdurrahim, kaçan oğlağının
arkasından koşmaya çalısirken Ziya, Çakir Ahmet ve tez elden ayıt ağacının yanına vardık. Bizler, çok ilginç bir şeyle
karşılaşacakmışız gibi bakınırken, ortalarından çiviyle ağaca çakılmis üç tane
kocaman soğandan başka bir şey göremedik. Hepimiz şaşırıp kalmıştık.
Biz öyle bakarken, Abdurrahim,
soluk soluğa yanımıza gelerek sormaya başladı
— Ne oldu arkadaşlar? O kadınlar ne yaptı burada
— Hiç! dedi Ziya.
— Ama ben gördüm! Kadın, kızın
yüzüne bir şeyler sürdü ve o şeyleri ağaca vura vura çaktı!
— E... ne olmuş? Onu biz de gördük, diye yanıtladı Ziya
Ayıt ağacının yaralı gövdesine
az daha sokulup çivinin çakıldığı yerlere elimi sürdüm. Ayıt ağlıyordu sanki;
beyaz, süte benzer sular sızıyordu gövdesinden. Üç iri soğan öylece çakık,
duruyordu.
Küçücük çocuk aklımızla bir
türlü bunun anlamını çözemiyorduk
Sığırtmacın Abdurrahim başını
yukarıya kaldırarak
— Bakın bakın, burada neler var! dedi.
Neden sonra, yeşil yaprakların
gizlediği dallarda asılı olan renkli kumaş parçalarını gördük. Bu ilginç
görüntüler yüzünden etrafımızı unutmuş, kuzuları kendi hâllerine bırakmıştık.
Onların her biri bir tarafta otluyordu
Ziya beni dürterek,
— Sen bu işten bir şey anladın mı Ali, dedi.
— Hayır! Bilmiyorum, diyerek omuzlarımı silktim.
Ağacın arka tarafına
dolaştığımızda, burada daha farklı bir görüntü vardı. Bu taraf yoldan görünmediğinden,
gelenler getirdikleri renkli kumaş parçalarını daha çok bu yandaki dallara
bağlamışlardı, ayıt ağacının gövdesi delik deşikti. Her yanı, çivilenmiş
büyüklü küçüklü soğanlarla doluydu.

Birden kulağımıza, sürüklenen
çalı çırpı sesleri geldi. Arkamı döndüğümde, bizim Kargılı sokaktan tanıdığım,
Karaman'ın Ayşe Teyze'nin geldiğini gördüm. Sırtına yüklediği ot demetini
taşıyordu. Zavallının ağzındaki tek dişi gülerken, konuşurken dudaklarından
dışarı fırlardı; bu yüzden de zor konuşurdu. El ettik, onu da yanımıza
çağırdık,
— Gel Ayşe Teyze gel!
— Of çocuklar çok yoruldum, deyip yükünü yere attı. Daha
onun soluk almasına fırsat vermeden başladık sorularımızı sormaya...
Önce ben söz aldım,
— Ayşe Teyze, bu çaput parçalarını neden ayıt ağacına
bağlamışlar? Peki, ya bu soğanların işi ne burada?
— Durun durun, biraz dinleneyim veletler!
Ayşe Teyze, sırtını yere
bıraktığı ot yığınına vererek yaslandı ve şalvarının cebinden çıkardığı tabakasından
bir sigara sarmaya başladı. Onun hiç acelesi yoktu çünkü.
Oturduğu yere iyice yerleşerek
derin soluklandı. Tek tek yüzümüze bakarak,
— Onlar mı? Ne var onları bilmeyecek. Evde kalmış kız
bozuntularının nasiplerini açmak için çakılan soğanlar. Güya o soğanlara
okunup üflenir, ayıtın gövdesine çakılırsa kırk gün içinde kızlara koca
bulunurmuş. Ne bileyim ben, öyle diyorlar işte.
— Peki şu sallanan renkli bez parçaları ne işe yarıyor?
— Canım onlar da askere giden yavukluları için genç
kızların fistanlarından kırparak bağladıkları bezler; yani dilek bezleri.
— İyi ama Ayşe Teyze, baksana ayıtın gövdesi çakılan
çivilerle dolmuş. Yazık değil mi bu ağaca! Hem kim biliyormuş her dileğin böyle
soğan çakarak kabul olacağını, kim söylemiş, deyip içimi acıtan soruyu sordum.
— Tabi ki çok yazık oğlum, yazık olmaz mı? Ağaca da
soğana da kumaşlara da yazık. Kim demiş'e gelince, onu da köyümüzün o anlı
şanlı Recep Hocası; hani kitaptan herkesin yıldızına baktığını söyleyen adam
dermiş.
Recep Hocayı içimizde
tanımayan yoktur. O, büyü yapar, büyü bozar, kızları sevdiği dedikanlılardan,
delikanlıları kızlardan soğutur, evlileri eşlerinden ayırırmış.
— Sanıyorum bu ayıt ağacı yakında kurur, dedim Ayşe
Teyzenin sözünü bölerek
— Elbette kurur, dedi. Kimbilir belki de kışa çikmaz,
yaprakları, dallan kavlayıverir. Çakılan bunca çiviye, özsu mu dayanır a
evladım!
Dereden çıkıp evin yolunu
tuttuğumuzda güneş çoktan Sakarkaya'nın ardına inmişti. Ziya'nın, Çakır
Ahmet'in ve benim kuzularımızda, Abdurrahim'in oğlağı da iyice karınlarını
doyurmuşlardı. Bizler güle oynaya evlerimize giderken bu gün Ayşe Teyzeden yeni
şeyler öğrenmenin sevincini de yaşıyorduk...

Yaralı Ayıt Ağacı
Çocuk Kitabı
2008/ 62 sayfa
BİR-YAY Yayınevi/ İstanbul
ISBN 978-975-8610-78-5