Takvimlerde
ne çok kutsal gün var. Ne çok yasaklanmış mevsimler
var, hatıralarda. Oysa sorulacak ne kadar çok sorum var benim.
Neden durmadan açılıyor içimizdeki yaralar? Tanrı mı
suçlu, bu kapanmayan yaralardan? Yoksa asıl suçlu,
Tanrı'nın açtığı yaraları durmaksızın çoğaltan bizler
miyiz?
Bu yaralara rağmen yeni bir dünyayı her arzuladığımda, "Tarihe
saygılı ol, kurbanların kanıyla beslenir hayat ve bu yara hiç
kapanmaz!" diyorlar bana. Örtmek istiyorlar üstünü
umutlarımın. Hayallerimi yarama gömmek istiyorlar. Şehirler
kurbanların kanıyla yıkanıyor. Bitmiyor savaşlar ve hiç bitecek
gibi görünmüyor. Bütün bunların nedenini
hayallerim sorduruyor bana. Oysa onlar bu hayallerimi suçlu ve
tehlikeli sayıp onları umutlarımdan yapılmış bir idam sehpasında
asıyorlar. "Hayallerimi yaşayamazsam, kendime saygım kalmaz;
bütünlüğüm parçalanır, bir anlamım kalmaz,"
diyorum onlara. Onlarsa bana, "Hayallerini, düşlerini bu
gerçeğe rağmen yaşamak istersen, duygularını o yaranın altına
gizlemezsen sen zararlı çıkarsın; başka bir hayat yok; tren
giderken onu yakalamalısın, yoksa dışarıda kalırsın," diyorlar ve
yaramı içine gizlemem için bir kabuk veriyorlar bana. "Al
bunu ve içine girip gizlen, gizlen ki hiçbir acı,
hiçbir aşk işlemesin sana!" diyorlar.
Bu kabuk, beni sevgilerden, iyi ve olağanüstü, yani yaşamın
ta kendisi olan şeylerden kopartır. Bu kabuk, beni acıdan,
büyüden, ürpertiden, hazlardan yoksun bir robot haline
sokar. Bu kabukla ben kendim olamam. Durmadan büyüyen bir
kasvetle, derinleşen bir boşlukla hep bekletirim kendimi. Dokunamam
hayata. Bu kabuk varken, ben kendimi sevemem. Kendimi sevemeyince
zehirlerim ömrümü, yaşadıkça, her şeyi ve
bütün varoluşu zehirlerim. Sadece bir yaradan ibaret olurum.
Ne kadar zorlasalar, tehdit etseler de o kabuğun içine
gizleyemiyorum ruhumu, düşüncelerimi, duygularımı. Bu defa
intikamları kötü oluyor. Kan kokusu almış köpekbalıkları
gibi saldırıyorlar bana. Acı çektiğimi, yaramın bir daha
hiç kapanmayacak kadar büyüdüğünü
görünce, garip bir şölen tadı alıyorlar bundan.
Anlıyorum ki ruhunu bir kabuk içine gizlemek istemeyen birisine
acı çektirdikçe ve beni kendileri gibi olmadığım
için yarama düşman kıldıkça can sıkıntıları
azalıyor, o kötücül varlıklarından hoşnutluk duymaya
başlıyorlar. Yaramı derinleştirdikçe, onlara daha çok
boyun eğeceğimi düşünüyorlar.
Bazen tahammül edilmez oluyor çektiğim acı. Paniğe
kapılıyorum. Belki karşılıksız bedeller ödeyerek yaşadıklarımı
onlara anlatırsam, bu içtenliğimden etkilenir, içlerinde
bir merhamet duygusu uyandırırım, belki onların da benzer anıları
vardır, belki bunlar bizi birbirimize yakınlaştırır, diye
düşünüyorum. Tam aksi oluyor oysa, anlattıklarım,
yaramdan akan o başı boş kan, bana saldırmaları için daha bir
kışkırtıyor onları. Kışkırtıyor, çünkü onların bana
anlatacak sahici bir öyküleri olmadığını ve çalıntı
bir enerjiyle yaşadıklarını anlıyorum. Birbirlerinden hayatlar ve
anılar çalarak... Hissediyorum, kendilerinin değil arzuları.
Kendilerini unutmak için başkalarının arzularında kaybolup
duruyorlar. Adına 'iletişim' dedikleri bu kayboluşa tapıp duruyorlar. O
zaman anlıyorum ki kendi olma korkularından, boşluklarından,
çalıntı anılardan yaptıkları tapınaklarında dolaşıp duran
zavallı birer müritten başka bir şey değil onlar.
Arzularımdan kendilerine bir hayat çıkartacaklarını sananlar,
önce büyük bir heyecanla yanıma yaklaşıp gözlerimi
görünce hemen uzaklaşıyorlardı yanımdan.
Çünkü o aykırı, o uçurumlarda sınadığım
varlığım, kendi başıma kurduğum dünya, yaşadığım her anın kalbimde
durmadan iz bırakması, en büyük korkusuydu onların. Bu
korkudan sıyrılabilmek için, kendileriyle ilgili durmadan
olmadık bilgiler veriyorlardı bana. Aslında bu bilgilerin kendi
hayatlarında hiçbir karşılığı yoktu. Gerçeği olmayan bir
görüntüden ibaretlerdi. Olduklarından daha fazla
görünmeye çalışıyorlardı. Sözcüklerinin
çöplüğünde boğmak istiyorlardı beni. Yan
yanaydılar, ama aralarında hiçbir gerçek bağ,
hiçbir gerçek yakınlık yoktu. Yan yanaydılar ama uzak ve
yakın arasındaki farkı bile yitirmişlerdi çoktan. Ne
birbirlerine gerçekten veda edebiliyorlar, ne de
kavuşabiliyorlardı. Bu kayboluşları, bu kimseye gerçekten
bağlanamadan.yaşayışları onları daha da bencilleştiriyor,
bencilleştikçe birbirlerine daha fazla hükmetmeye
çalışıyorlardı. Ruhlarını yitirdikçe, sahip olduklarına,
mülkiyetlerine, tapınaklarına, üniformalarına daha
büyük bir kıskançlıkla sarılıyorlardı.
Çünkü içten içe biliyorlardı ki sahip
olduklarından, paralarından, tapınaklarından ve mülkiyetlerinden
başka boşluklarını saklayacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu
yüzden durmadan hayatlarını yüceltiyor, durmadan
tapınaklarının duvarlarını yükseltiyor, onlardan farklı
düşünen, farklı yaşayan insanlara uyguladıkları cezaları her
geçen gün daha da arttırıyorlardı. Her gün
içlerinde yeni bir hain keşfediyor ve o haini görkemli
törenlerle kurban ediyorlardı. Aralarına yeni katılan genç
müritleri farklı sorulardan, onları benliklerinin keşfine
götüren anlam arayışlarından, yeni ve aykırı
öykülerden korumak için, yasaklarını ve tehditlerini
durmadan çoğaltıyorlardı.
Gözlerimi görünce önce gidiyorlar ama sonra daha
bir kuşanmış olarak geri geliyorlardı. Kendilerine katılırsam,
eskisinden daha güçlü ve saygın bir insan olacağımı
vaat ediyorlardı bana. Saygınlığın onlardaki karşılığı, iktidar
olmaktı. Güç ve saygınlık adındaki iktidarın ruhumda bir
karşılığı olmadığını söylediğimde, önce üstü
örtülü bir şekilde, sonra da açıktan açığa
tehdit etmeye, "hakkında öyle bir iftira yayarız ki bir daha asla
silemezsin onu," demeye başlıyorlardı.
Beni, bütün anlamları ve sevgileri yok eden boşluklarının
içine çekemeyeceklerini anladıklarında, sonunda
ölüm fermanımı çıkartmışlardı. Bana diz
çöktürmek için önce lanetlemiş, sonra da
dışlamışlardı. Evimin kapısına kırmızı boyayla çarpı işareti
çizmiş, kimse beni gerçekten tanımasın diye hepsi
hakkımda birbirini yalanlayan sahte hayat öyküleri yazıp
bunları dağıtmışlardı şehirlerde. Beni de bu belirsizlik çağının
kayboluşunda yok etmek için gerçeğimden kopartmaya
başlamışlardı. Asıl tuhafı, beni koşulsuz sevdiklerini söyleyenler
bile, bu sahte hayat öykülerine, bu bulaşıcı iftiralara
neredeyse hiç karşı koymadan inanıyordu. Çoğu kişi de
kendilerinden farklı olduğumu sanırken, aslında kendileri gibi biri
olduğumu öğrenince derin bir memnuniyet duyuyordu.
Beynim, hep yeni sorular ürettiği için ve bu sorular
yüzünden sürekli bulunduğum yerlerden uzaklara doğru
yürüdüğüm için, beni suçlayan
insanların bu sözlerinden çok da etkilenmiyordum.
Çünkü beni suçlayanlar hâlâ
yanlarında, içinden çıkmaya çekindikleri o her
tarafından kuşatılmış tapınaklarında olduğumu sanıyorlardı. Onlar
yanlarında sandıkları beni incitip hırpalarken, bense bir zamanlar
onlarla birlikte boşa geçen yıllarımı, tapınağın kimi
kurallarıyla uzlaşmış hallerimi yerden yere vuruyor, acımasızca
sorguluyor, sonra yine yoluma devam ediyordum.
Uzaklardan daha iyi fark ediyordum o tapınakta yaşadıklarımı, oradayken
başkalarıyla iletişim kurmak için onlar üzerinde denetim
kurmam isteniyordu benden. Çünkü onlar üzerinde
denetim kurmadan, onları kendi gerçeğinize inandıramıyordunuz.
Oysa başkaları üzerinde denetim kurarak kurduğunuz her ilişki,
yeni bir kölelik, yeni bir bağımlılık yaratıyordu ister istemez.
Denetim altına alarak kendime çekmeye çalıştığım
insanlarla, gerçek ve içten bir ilişki kurmam asla
mümkün olamazdı zaten. Oysa ben, gerçek ve sahici bir
ilişki kurmak istiyordum. Başkaları üzerinde denetim kurarak
yaşarsam, ruhumu, duygularımı, beni ben yapan özellikleri, bedeli
acıyla ödenmiş öykülerimi, bana zorla vermek istedikleri
o kabuğun içine gizlemem gerekirdi. Denetim kurarak yaşarsam,
kendim olabilmem ve içime doğru yolculuk yapabilmem için
hep başkalarına ihtiyaç duyardım. Oysa bu sonsuz bir teslimiyet
demekti. Kendimi başkalarının kırık aynasında boşuna arayıp durmam
demekti. Hep görünenlere, hep anlatılanlara hiç
sorgulamadan inanmam, inanmasam bile inanmış gözükmem demekti.
Görüneni değil, görünenin arkasında saklı olanı
bilmek istiyordum ben. Ama saklı olanı öğrenmem için
daldığım her derinlikte, her insanda, kendimde olan şeyleri de
yitiriyordum durmadan. Hiçlik karşılıyordu beni o derinliklerde.
O kaybolmuş yüzlerin belirsizliğinde, her anlamı, her duyguyu
zehirleyen boşluk karşılıyordu...
İşte bu duygularla geçtim uçurumların kenarından.
Hiçbir uçurum o kaybolmuş yüzlerin arkasında yatan
ve bütün duyguları yutan hiçlikler kadar
ürpertmedi beni. Karanlık ormanların o
ürkütücü uğultularını bile duymadım bu
sorgulamaları yaparken. Yanımdan sürtünerek geçen
yırtıcı hayvanların varlığı, geride bıraktığım hayatın boşlukları kadar
titretmedi beni.
Günlerce yürüdükten sonra beni kimselerin
tanımadığı bir kasabaya geldim. Geldiğim yerlerdeki alışkanlıklardan
tam olarak kurtulamamış olmalıyım ki ne yazıyor, diye aldığım bir
gazetede bir ilan ilişti gözüme. İlana dikkatlice bakınca
benim için verildiğini anladım. Evet, çok tuhaftı,
yanılıyor olamazdım, benim için verilmişti o ilan... Kalbim
hızlı hızlı çarpmaya başladı. Öyle heyecanlanmıştım ki ilk
cümleyi tam olarak anlayamadım. Bir kez daha okudum, sonra bir kez
daha... İlanda şunlar yazılıydı:
"Alıp başımızı bizi kimselerin tanımadığı yerlere gitmeyi, gözden
kaybolmayı, izimizi yok etmeyi biz bilmiyor muyuz? Zaten hepimiz
kaybolmuş değil miyiz, ha burada, ha o uzaklarda, hepsi aynı değil mi?
Bak biz kaybolduğumuzu bile bile bulunduğumuz yerden ayrılıyor muyuz?
Sen kendinden değil, içindeki yaradan kaçıyorsun. Unutma,
o yara artık kapanmaz. Kaybolduğuna inanmayıp kendini yeniden bulmak
için varlığını tehlikeye atsan da o yaradan kurtulamazsın.
Kendine kapanarak yaşayamazsın. İnsanlara yakınlaşman için o
yara gereklidir. O yakınlığın içinde kötülük
vardır. Başkalarına kötülük yapamadan kimse yaşayamaz,
bunu unutma. O yarada Tanrı'yı yaralayan hepimizin suçu var. Bu
suçtan kimse kurtulamaz. Sen de kurtulamazsın. Unutma ki bizler
bu suçu yaşarken senin bundan kurtulmak için aramızdan
ayrılman hepimizi küçümsemen anlamına gelir. Bu
küçümseme Tanrı'yı yaralamaktan daha büyük
bir suçtur. Dön artık geriye! Sen bize gereklisin ve
buradaki insanların sana ihtiyacı var. Geri dön, seni çok
merak ediyoruz!.."
Bu ilan, geldiğim yeri özetliyordu sanki. Suçsuzluğa
tahammülleri yoktu. Çünkü en büyük
suçtu onlar için aralarından birisinin kendi yarasına
eğilmesi ve onu sorgulaması, onun neden var olduğu üzerinde
düşünmesi. Tapınağın ayakta kalması için, herkesin o
yarayı ve onu var eden kötülükleri hiç
sorgulamadan benimsemesi gerekiyordu. Tapınak üyeleri bu yaraya ve
bu suça öylesine sarılmışlardı ki onu sorgulayan birinin
varlığı hayatlarını tehdit ediyor, kaybolmuşluğun aslında bir kader
olmadığını hatırlatıyordu kendilerine. Ama başka türlü
yapamazlardı artık. Birbirlerine acı çektirmeden,
kötülük yapmadan yaşayamazlardı. Çünkü
orada herkes birbirinin kurbanı ve celladıydı. Ve acı çektirip
durmadan o kayboluşun boşluğuna ittikleri kurbanlarından biri
yanlarından uzaklaşınca aralarındaki bağların gevşeyeceğinden korkuyor,
kurdukları o sahte yakınlıkların anlamını kaybedeceğini
düşünüyorlardı. Çünkü ne zamandır
tapınaktaki insanları, birbirlerine çektirdikleri acılar ve
hemen herkesin uzak ya da yakın ama bir şekilde suç ortağı
olduğu cinayetler bağlıyordu. Her yeni kurbanın ve her yeni cinayetin,
tapınaklarını ve hayatlarını biraz daha güçlü ve
yıkılmaz kılacağına inanıyorlardı.
Şimdi artık daha iyi anlıyordum, neden geldiğim yerlerde aşkın hep acı
ve utanca gömüldüğünü. Anlamıştım, neden
insanların birbirlerini severken öldürdüklerini.
Sevgilerin, neden kısa bir sürede nefrete ve kayıtsızlığa
dönüştüğünü... Neden kimsenin kimseyi
gerçekten sevemediğini ve bağlanamadığını... Ne kadar uzağa
gitsem de içimdeki o yarayı yok etmeyi başaramamıştım. Onu
görmüş, ona dokunmuş, onu başkalarına değil kendime doğru
çevirmiştim. Artık işlediğim bütün suçları
biliyordum. Bunlardan kurtulmak için kendime kapanmamın
suçlarımı silemeyeceğini de biliyordum.
Geri dön dedikleri için değil, ben istediğim için
bir gün elbet geri döneceğim yaşadığım o yere. Ama bu defa,
içimde gizli değil, açıkta olacak o yara. Öylesine
açıkta taşıyacağım ki onu, bana bakan, önce yaramı
görsün istiyorum. Bana bakan, dünyanın bütün
suçlarını bende görsün. İşlenmiş ve işlenecek
bütün cinayetleri varlığımda görsün. Beni seven
böyle sevsin. Hiçbir sevginin masum ve saf olmadığını
bilerek sevsin beni. Ve o da benim gibi eğilip çıkarsın yarasını
gizlediği yerden ve o da üstlensin işlenen bütün
suçları. Tıpkı benim gibi yapsın o da, onu gören yarasını
görsün önce. Çünkü o artık benim
içimde gizli bir yerde değil, çok açıkta. Artık
yüzümde olacak o yara...

Ölürsem Beni Seninle Ararlar Şimdi
Nisan 2008/ 215 sayfa
Tekin Yayınevi/ İstanbul
ISBN 978-975-478-249-3