Nereden gelirse gelsin;
dağlardan,
kuşlardan, denizden,
insandan, hayvandan,
ottan, böcekten, çiçekten.
Gelsin de
nereden gelirse gelsin!..
Bir hişt sesi
gelmdei mi fena.
Geldikten sonra
yaşasın çiçekler,
böcekler, insanoğulları...
Hişt Hişt!
Birincilik Ödülü
Deniz Özlem Çevik
Hasan - Sabriye Gümüş Anadolu Lisesi
YAZGININ PANDOMİMASI
Pandomimci Sezai Sükûtzade'nin Istırapnâmesi
"Ne kadar uzun ve karmaşıksa da
her yazgı gerçekte bir tek an içerir;
insanın kim olduğunu anladığı an."
Jorge Luis Borges
Anlatamıyordum.
Orhan Veli'ninki gibi değil ama. Anlatabilecekken anlatamıyordum.
Ruhumdakiler haykırışlara sığmayacak kadar engin... Chopin'in
noktürnleri gibi, deniz gibi, sonsuzluğun insanlığa somut izahıdır
ruhum. Ve ben, mucizelerle dolu içimi boşaltmak için en
ıstıraplı yolu seçtim, belki de haykırışlara bile sığmayan
ruhumu sükûta sığdırmaya çalışarak.
Ruhumun dilsiz sancılarını anlatabilmeyi isterdim oysa. "O zaman dingin
bir deniz bulmalısın mürekkebini damlatacak, sığmaz
kâğıtlara." derdi birisi ben öyle söyleyince. "Tabii
kıskanmayacak bir deniz bulabilirsen." Bulamamış olacağım ki yine bir
tomar kâğıtla ayna tutuyorum dehlizlerime. Dehlizlerimde,
işlemeli sandıkların ta dibinde oyalı bezlere sarılmış duran bir
silahın masumiyetindeki yazgım bekler...
Yazgıya karşı çıkmanın utancını tekrar yaşıyorum bunları
yazarken. Asla yaşamadığım şeyleri yazdığım günlüklerimi
okurken hissettiklerimin aynıları... Belki de acıtan bir deja vu...
Kendini kendine bile itiraf edemeyen, kendinden firari bir hayatın
günlükleri... Olur, kendi yazgısını değiştirmek isterken
oğlunun yazgısının kehaneti...
Ruhunu, vicdan azabımı dizginlemek için sansürledim oğlum,
farkındayım. Seni dilsiz olduğu kadar kör bir pandomimaya
mahkûm ettim. Hayallerine giden yolun kelimelerle döşenmiş
raylarının makasını değiştirip kendi hayallerime çevirdim. Seni,
ben olduğumu sanmak istediğim bene nişanladım. Günlüklerime
ben, senin yazgını işledim bir oya gibi.
Karımın okuduğu gazeteden, çalışma masama uzanan
gözlerinin, az sonra gelecek sorunun habercisi olduğunu sezen
ellerim, mektubu, tutunamayan Selim'in Turgut'a yazdığı mektubun
üzerine iliştirip kitabı okumadığımı belli edercesine hızlı hızlı
çevirdiği sayfaların birinde rasgele durdu. Aynı ellerim, o gece
karımın burnunu dudaklarına bağlayan o dişil vadiden geçerek
boynuna dokunacak; ama her nedense avını pusuya
düşürdükten sonra serbest bırakan bir kaplanın
pençeleri gibi geri çekilecekti. Tutku tarafından terk
edilmiş şehvet... -Hiçbir işe yaramaz.-O akşamın hatırlamaya
değer tek ifadesiydi yüzlerimizdeki.
Gecenin öncü birliği karanlık, babamın kâğıda eğri
büğrü saçılmış kelimeleri gibi tırıs tırıs
çökerken denizin üzerine, piyade bulutlar boğazına
sarıldığında Üsküdar sırtlarının, onu da hatırlamaya değer
bulmayacaktım. Sönmekte olan bir mangalı andıran güneşin,
hükümdarlığını teslim edip intihar etmesiyle tepelerin
üzerinden bir gün daha bitmiş oldu yarından
tükettiğimiz...
Gece, evimize akacak bir yer aradığında babamın satırları, vücudum
ile birlikte dönüp duruyordu yatağın içinde. Yatağımın
yanı başındaki pencereden izliyordu geceyi uykusuz ben. Çekildi
perde, dolunay çoğaldı kendisini süzen baykuşun
gözlerinde. Babamın satırlarının siluetleri belirdi mehtabın
gölgesinde: Üsküdar... Üsküdar'dan elini
uzatıp kız kulesini tutmak marifet değil ki... Yalnızlığını tutabilir,
kollarının arasına alabilir misin kız kulesinin?... Perdeyi
üzerlerine çekmemle birlikte ürperdi satırlar, birer
örümcek ağı gibi kayboldular.
Karıma döndüğümde saatler öncesinden dibe
çöken tutkusunun, ona dönmemle su yüzüne
çıkan şehvet tortularını gördüm yüzünde.
Babamın mektubunun eğri büğrü satırları bu sefer karımın
keyifsiz yüzünde beliriyor, homurtularına karışıyordu:
Düşler... Oğlum... Düşlerdir her gece karın yerine Marilyn'i
öpmeni sağlayacak olan. Düşlerdir, seni benim mahkûm
ettiğim etten kemikten Celal'in dışına çıkartacak olan.
Düşlerdir, sana senden çaldığım yazarlığını geri verecek
olan. Düşlerdir, Poe'yu tek gerçeğin kendileri olduğuna
inandıran... Senden çaldıklarımı sana gerçekler olarak
verebilmem için bu mektubun bir intihar mektubu olmaması
gerekirdi oğlum, "İntihar mı, o mu şaşırıyor, ben mi?" Yaşadığında
yaşamın ne kadar acıtıcı olduğunu bilemiyorsun,
öldüğünde de ölümün... Bu yüzden
yaşarken korkarız ölümden, öldüğümüzde
değil. Ölüm, bir zamanlar yaşamış olduğunun bir kanıtıdır
sadece, eğer öldüğünde bile hâlâ kim
olduğunu bilemiyorsan. İstedim ki sen, ölüm noktasına
gelmeden kim olduğunu bul. O yüzden çareyi düşlerini
sana vermekte buldum. Düşlerde, yalnızca düşlerde bulacaksın
babanın hapsettiği gerçek seni. Kim olduğunu, kim olmaktan
kaçtığınla yüzleştireceksin. İşte o zaman mektubumun
başındaki epigrafin ne demek olduğunu anlayabileceksin.
O gece babamın satırlarını duyan tek kişinin ben olmadığımı anlamam
'düş' kelimesini duyar duymaz, düşler kralının gelmesiyle
hemen hemen aynı anda oldu. Baykuştan çaldığı parlak
gözleri öfkesinin, yumruk yapmış olduğu parmaklarının
arasından sızan kum taneleri ise iş başında olduğunun birer
sembolüydü. Yanı başıma çömeldi: "Düşe
susamış olduğunu hissediyorum. Düşlerin zincirlenmiş; ihtiyar,
pişman bir itirafçı söyledi. Yalnız, kana kana içme
düşleri. Su gibi değil, şarap gibi iç. Aksi halde
çarpar, etkisinden kurtulamazsın. Gözlerini açsan
bile, göz kapaklarının arasında kalan düş tortularını da
dünyana getirirsin. Hoş geldin."
Rüyalara uyandığımda İskenderiye Kütüphanesi'nin, kim
olduğu hakkında hâlâ fikir birliğine varılamamış kişi
tarafından yakılmazdan önceki halinde dolaşan,
kütüphanenin tozlu raflarını karış karış bilen, hayatında
hiç görmediği antik yazıları okuyabilen ve bu duruma
hiç şaşmayan, bazı yönleriyle bildik, tanıdık; ama aslında
bana Kaf Dağı'nın ardı kadar uzak bir bendim. Önümde, pupada
yanan bir mumun aydınlattığı kara kaplı eski bir kitap duruyordu.
Açtım ve Latinceyi bir çırpıda okumaya başladım:
"Caesar'ın Soyundan Geldiğine İnanılan Sanatkâr Caesai'nin Trajik
Yazgısı" Başlığın altındaki söz, beni uzunca
düşündürecek olan o söz... Tanrım, bu
sözü söyleyen çıldırmış olmalı: "Düşler,
ulaşılamaz hayallerin çağrışımlardan olan gayrimeşru
çocuğudur." Babamın satır aralarından gelen sesi, pupada yanan
mumun alevini titreştirdiğini sanmama sebep olacak kadar
gerçekti: Okumaya devam et...
Alkış hırsızı tiyatrocu Caesai hakkında İmparator Jül Caesar'ın
İstanbullu bir kadından olma oğlu olduğuna dair rivayetler vardır,
isimlerindeki benzerlik ve Caesai'nin hemen her gösterisinde "Ah,
Konstantinopolis!" nidaları atması bu rivayeti kuvvetlendirmekte ve
asiller arasında sohbet mevzuu olmasına sebep olmaktadır.
Gökyüzü kadar yüksek tavanlı kütüphanenin
içinde, düşler içinde miydim, yoksa o düşler
yıllarca benim içimde miydi, düşündüm sıkılıp
kapadığım kitaba bakarak. Düşünmeyecektim belki de yazgı
hakkında bu denli, o sıkıntılar içerisinde gözüm bir
an kitabın ismine ilişmeseydi. Yazgı... Başımıza gelenin, başımıza
gelmesini istediğimize karşı kazandığı zaferdir yazgı. Kabullenişlerin
en makulü. Babamın günlükleriyle değiştirmeye
çalıştığı pandomimciliğidir yazgı. Konuşamazlığını gizleyen
pandomimidir. Benim burada, bu kitabı okumamın sebebi-mi?-dir.
Sayfalar, babamın dizelerinin nefesi rehberliğinde hızla
çevrildi: Zannetmeyesin gerçek bunları, hepsi
rivayetkerde; oku yine de zira miratını bulacaksın kendinde. Hışımla
çevrilen parşömenlerin yaydığı koku ve toz bulutunun
oluşturduğu antik sis dağıldığında babamın dizelerinin, okumamı
istediği sayfanın başlığını görebildim: Rivayat. Okudum. "Aslında
Caesai'nin ömrü rivayetler denizinde yüzmeyi
öğrenmekle geçti diyebilirim; ama öğrenememiş, siz de
katılacaksınız bu fikrime. Geçmişteki cumhuriyete, emsali
görülmemiş bir tutkuyla bağlı idi o ve Caesar'ın Dictator
Perpetuus söylemlerini hazmedemiyordu." Uzatma artık! "Caesai'nin,
Coliseum'un orta yerinde dili kesildi. Bir zamanlar yaşamış olduğunun
bir kanıtı olmasın diye, öldürmediler onu. Sonra meydanlarda
sessizce çırpınan bir adam peyda oldu. Sükûta
boğulanların gürültülü sessizliğiydi bu:
pandomimus. Pandomimusun tarifine baktığımızda..." Okuyacağımı mı
sandın... "Caesai'nin ölüp ölmediği konusu ise
hayatındaki rivayetlerin son halkasıdır. Hakkında gerçek
olduğuna sıkı sıkıya inanılan tek şey onun bir yazgı kurbanı olduğuydu;
fakat onun mahkûm edildiği sessizliğe rağmen sanatına devam
etmesi ile yazgısı bir masal oldu. Ne de olsa kader karara kadardır."
Göz kapaklarıma düşler kralının kumlarının dolduğunu fark
eder etmez uyandım. Rüya öncesi fark ettiğim mektubun satır
aralarından göz kırpan 'intihar' kelimesi gelmeliydi aklıma şimdi,
beni harekete geçirmeliydi. Nefesimin ivmesi ile uyandı karım.
Soluklarımın arasına kelimeler serpiştirdim. "Rüyamda...
İskenderiye... kütüphanesine... gittim... kitabın birinde...
babamın... hayatı... yazıyor... gibiydi..." Zamansız bir espriydi belki
de bir an önce babama gitmemi engelleyen. "Yanışını da izledin
mi?" Tüm bu konuşmalar birer vakit kaybıydı. "Ne yanışı?" Devam
ederse onu susturmalıydım. "İs kokuyorsun." Güldü. O gece
istediğini alamamış olmasının intikamını alarak muzırca
güldü. "Bu gece başkasına randevun olduğunu söylesen
ısrar etmezdim, ter içindesin de." İçeri giderken bir
şeyler söyledi. İskenderiye'ymiş, buna benzer şeyler... Dişil
söylenmeler.
Oda karanlık. Yazgı mı bu? Bu da nereden çıktı? Oda karanlık.
Elinde bir bardakla karım beliriyor. Bardakta su, serinlemem ve
kâbusun etkisinden kurtulmam için olsa gerek.Ya bir
zehirse... Birbirine tutsak iki insandan biri hapisten kaçmayı
kafasına koyduysa... Ve bunun için hapishaneyi yok etmeyi
göze almışsa... "Düşler, rahat bırakın beni!"
"Ne bağırıyorsun, sakin ol, hepsi geçti! Haydi iç şunu sevgilim."
"Su... Su...sadığımı sanmıyorum. Bir şeyler içmiş gibiyim kana
kana. Çarpılmış gibiyim. Göz kapaklarımda bir şeyler
çırpınıyor dışarı çıkmak için."
"Lenslerinle mi yattın hayatım?"
"O kadar gerçeksin ki karıcığım, yere bıraksam kırılıvereceksin."
Babamın evinin bulunduğu sokaktaki haşmetli evler arasına ne zaman
girsem kendimi üzerine basılmış bir köpek kakası kadar mahzun
hissederdim. Her bir konak ayrı ayrı hal hatır soruları
bekliyormuşçasına eğilirdi, gelene geçene. "Ekselansları,
konsolos konağı hazretleri, bugün nasıllar acaba?" Cevap yok. "Bir
dahaki sefere lakırdı ederiz artık sizinle."
"Nasılsınız, Pandomim eşrafından Sezai Bey'in konağı?"
"Bugün pek rahatsızım, sırtımda bir ağrı var, kamburlaşıyor muyum
ne? Birileri beni aşağı çekiyormuş gibi tavanımdan."
Akşamcı, şişman bir leylek olabilir miydi evin çatısına konan?
Hacı leylekten akşamcı olur mu? Bu ihtimal zaman kaybı... Bir yıldırım
da bükmüş olabilir konağın belini. Görünmez bir
cellat olabilir miydi peki? ipini asmış bizim ihtiyar evin tavanına,
sağlamlık denemesi yapıyor; ama evi onu ele veriyor bu tanıdık yolcuya.
Onu tahta merdivenleri ile gıcırtılı bir yolculuk yaptırarak yukarı
çıkarıyor. Hiçbir kelimenin tarife yanaşmayacağı o
karşılaşma anında, genç Celal'e ihtiyara söylemek
istediklerinin suflesini veriyor ev, usulca.
"Sessizliğin boy atmış gene, kilo da almış."
Gerisi duyulmuyor bile. Bir replik olamıyor, sığamıyor tırnak içlerine.
Dün geceden, mektubun elime ulaştığı geceden beri konuşamaz
sandığım babamla konuşuyorum, ömrümde ilk defa. Hayatın
aslında önümüze yazgı diye sunulduğunu anlamışsın; ama
bununla birlikte yazgıya karşı duygularımız bir atalet girdabında değil
artık. Yazgının gözleri kör, kulakları sağır... Ama bizim
değil. Ölmelisin baba. Susturulduğunda nasıl konuştuysan yaşamaya
zorlandığında da öyle öleceksin. Yazgı beni buraya belki de
seni caydırmam için getirdi. Tanrı, son kez çıktı
sahneye; ama bilemedi, biz çoktan 'perde' demiştik.
Ev, heyecanla getirdiği misafirini perperişan göndermeden sokağın
kalbine, kütüphaneye gitti yolcunun ayakları. Kitabı aldı
yolcu. Selim'in Turgut'a yazdığı mektubun tam da üzerinde
duruyordu mektup. Şaşırmadı. Yazgı mıydı bu? Bilemedi. Mektubu cebine
koymasını bekleyen ev, hızla sokağın kalbine attı onu.
Nereye gitmeliydi şimdi? Üzerinde taşıdığı bu gerçeği,
babasının bir kâğıt biçimini almış, kuytulardaki sinsi
yaşanmışlıklarını nereye bırakabilirdi. Alkol tutkunu bedeninin
önerisiyle el yazmasını bir şişeye koyup boğaza salabilirdi.
Yıllar sonra, tüm bunlar eğer sahiden bir yazgıysa, torununun
torunu o şişeyi bulup kendisinin sonunu okumaya korktuğu mektubu
okuyabilirdi. Bunu Celal mi geçirdi içinden, yoksa
satırların kendisi mi?
Yazgı... Tekrar yazgı... Bu kez kendininkini değil, İstanbul'unkini
düşündü. Silivri'nin terk edilmişliği... Bir kurtuluş
mu? Ayasofya'nın devşirmeliği... Bir kader mi?
Mektubun sonunu okumadı. Artık sonuçlara ihtiyacı yoktu. Her
yazgının içerdiği o tek 'an'da idi şimdi. Gözkapaklarının
ardında kendisini bekleyen, onu zihninin madenlerine ulaştıracak
aşılmaz yollar; çıkılmaz dağlar; yüzülmez denizler;
düşülmez uçurumlar keşfetmişti. Kim olduğunu
henüz bulamamıştı belki; ama çok önemli bir şeyi
bulmuştu: Kendini nerede bulacağını. "Öncesizsin Borges..." dedi
hınzırca gülerek "Her yazgı gerçekte tek bir an
içerir; insanın kendisini nerede bulacağını anladığı an."
Vakit geç. Gece... Yakamozların kaçıştığı vakit. Deniz
sağıveriyor ayı ufuk çizgisine doğru. Kâğıttan bir sandal
giriyor hem denizin hem gecenin koynuna. Usulca ilerliyor,
ürperterek denizin tenini. Demirliyor Kız Kulesi eteklerine.
Çözüyor sandalın dilini Kız Kulesi ve okumaya
başlıyor. Sözcükler, ilk kez içilmiş bir mey gibi
damlıyor dudaklarından sözcükler bakirenin:
"Kim olduğumu biliyorum demeyi çok isterdim Borges. Kim olduğumu
henüz bulamadım belki; ama çok önemli bir şeyi buldum:
Kendimi nerede bulacağımı... Ben Woolf'un yolunu seçtim; oğluma
ise Poe'nun yolunun haritasını verdim. Godot'yu bekleyenlerin aslında
kendilerini bekledikleri gerçeği gibi oğlum da yazgının kendisi
için neler getireceğini bekleyip duruyordu; ama artık biliyor,
bizim hayatı değil, hayatın bizi yaşaması olduğunu yazgının. Onun
için endişelenmiyorum. Kadere tutsak olmayacağını biliyorum. Ne
de olsa kader karara kadardır."
Pandomimci Sezai Sükûtzâde

Öğrenci Öyküleri
İstanbul Liseleri Arası
3ç "Hişt Hişt Genç Sait Faik!"
Öykü Yazma Yarışması
Darüşşafaka Eğitim Kurumları