Masallar da sosyalizasyonun bir
parçasıdır. Kadın ve erkek rollerinin öğrenilmesinde önemli bir yere
sahiptirler. Erkek çocukların masallarında “kahramanlık” vardır. Güç kullanımı,
savaş ve zafer kavramlarının ön plana çıkarıldığı masallarda, sağlam durmanın,
yarışmanın, “erkek olma”nın kuralları anlatılır.
Kız çocuklarının masallarında
yapılması gereken çok fazla bir şey yoktur: “Beklemek” ve “inanmak” gerekir.
Kızlar kahraman olmazlar, olmalarına gerek de yoktur. Onlar, uzun boylu, yeşil
gözlü, beyaz atlı prensin gelip kendilerini götürmelerini beklerler. İyi,
yardımsever, vefakâr ve cefakâr olmaları, sabırla mutlu sonu beklemeleri
yeterlidir. Belki en fazla bir kurbağa öpmeleri gerekir. Ki, o kurbağa öpülür
öpülmez yakışıklı bir prens olacaktır. O da sabrın ödülü.
Gerçek hayatta kadınların yaşadığı
sıkıntının nedenlerinden biri de bu masallardır aslında. Vaat edilen hayat, hiç
bir zaman masallardaki gibi değildir. Hep kötülerin; cadıların, üvey annelerin,
hain kurtların zarar vermek için fırsat kolladıkları “cici kızlar”, sonunda mutlak
mutlu olurlar. “Kötüler cezasını çeker, iyiler mutluluğa erer” ana fikri
masaldan çıkarılıp gerçek hayatta adaletin yerini bulması sabırla beklenilir,
huzurlu huzurlu uyunur. Asıl amaç da “uyutmak”tır belki de kimbilir. Hayatın ve
masalların gerçeği çelişki halindedir ve uzlaşmalarını beklemek hayaldir.
Kadınların sorunları, yıllarca
istenen, özlenen “mutlu son”a ulaştıktan sonra daha da artar. Tüm masallarda
cici kızları, yakışıklı prensler bulur ve saraylarına götürürler. Ya sonrası,
sonra ne olur? Beyaz gelinlik, yıldızlar, göz kamaştıran mutlu çift... Ve çift
arkasını dönüp o güne kadar kendilerine üzüntü verenlere sorarlar: “Kırk satır
mı, kırk katır mı?”, cevap alır, ceza verir, pembe bulutlu, çiçekli böcekli,
yüz uşaklı altın saraya giderler. Masal orada biter, hayat ise oradan sonra
başlar. Çocukluğundan itibaren prensin koluna girip saraya giden kızlara
öykünen kadınlar, “prensimsi”lerini bulduktan sonrasını düşünmediklerinden,
artık ne isteyeceklerini, ne bekleyeceklerini bilemezler. İşte ilk zorluk, ilk
kırılma ve masaldaki ilk sökük... Her hayal kırıklığında masallarındaki
sökükleri diker kadınlar, sonunda yamalı bir hayatları olur ama yine de
çocukluklarında anlatılan masallardaki mutlu günlere inanmaktan, onu
beklemekten vazgeçmezler.
Ayrıca, masalların sonunda “onlar
erer muradına, biz çıkarız kerevetine”. Oysa gerçekte kerevete çıkan olmaz;
herkes prensimsi ile prensesimsinin hayatlarına dahil olmaya çalışır. Kenarından
köşesinden onların yamalı hayatlarına bir sökük daha açmaya çabalayanlar, kendi
yarım kalmış masallarının acısını başkalarından çıkarır, kendi hayatlarında
“tip” olup, başkalarının hayatlarında “karakter” olma hırsıyla, zaten iri olan
egolarını şişirdikçe şişirirler.
Çözümsüzdür masal-kadın ilişkisi:
Kadınlar masallara inandıkça mutsuz olurlar ve her mutsuzluklarında dönüp yine
masallara sığınırlar. Hep o “bir gün”ün hayaliyle yaşar, gelmedikçe hüzünlenir
ama hayata da yine o bir güne inandıkları için tutunurlar.
Boşuna değildir, çocukların beyaz
perdelerden duvak yapmaları, komşu akraba düğünlerinde gelinlik giyip
dolanmaları, pasta pişiren annelerine merakla bakmaları, annelerinin elbiseleri
ve acemice sürülmüş kırmızı rujlarıyla ayna karşısından ayrılmamaları, bebeklerini
kucaklarına alıp masal anlatmaları. Mutluluğa giden yol, anneannelerin
hayatlarından devşirilmiş evcilik oyunlarından, her gece uykudan önce anlatılan
masallardan geçer.
Yedi kat yatağın altındaki bir
bezelye tanesinden rahatsız olup hassaslığı ve narinliği nedeniyle prensle
evlenme şansına erişen kızın anlatıldığı bir masal vardır. Tüm kız çocuklarının
zihnine kodlanan kadın tipidir o: Kibar, ince, naif... İnceldikçe incelir
kadınlar ve inceldikçe daha çok “kadın” olduklarını sanırlar. Kibarlıklarının
karşılığı olarak bekledikleri beyaz atlı prensin yerini zamanla “sinek kadar
kocam olsun başımda bulunsun”lara kadar çekilmiş kabulleniş alsa da, ummaya
devam ederler, kendileri için olmasa bile hiç değilse kızları için.
Tam da bu sebeple her gece aynı
hüzünle büyük büyük annelerinden miras masalları küçük kızlarına anlatır ve
inandıkları gibi inandırmak ister anneler: “İyi
uykular, tatlı rüyalar”(!)

Yük
Duygu Gücük
Liman Yayınları
2007, 1. Baskı,
62 sayfa,
Boyut:
13.5x19.5 cm
ISBN:
978-875-6201-28-2
Arka kapak yazısı
Parçalanmış dudakları alıp usulca dışarı bırakırsın. Oysa
dudaklarını bıraksan bile gözlerini ardın sıra taşırsın. Sonunda aynı yoldan
dönerken, ne kendi gözlerinin ağırlığına dayanabilirsin, ne de yanında
götürdüğün gözlere bakabilirsin.

Kaybolup giderdi Nizam, bir limon çekirdeğinde, şeker tanesinde, bir kızıl saç
telinde. Annesi banyodan sonra kendi yaptığı kokuları sürerdi. Babası
geldiğinde uyuturlardı Nizam’ı. Nizam, uykuyu sevmezdi. “Keşke babası
gelmese”ydi.

Geri dönmedi ama böyle de gidemezdi.
Kırmızı bavulun kapağını açtı, “hadi gir” dedi kızına “seni böyle götüremem.”
Nazlı hiç direnmedi, “anamın bir bildiği vardır” dedi,
uslu uslu bavula girdi.
Anası sıkıca kapattı bavulun kapağını,
açılmasın diye üstüne oturdu, oğlanı da oturttu,
Nazlı sesini yuttu,
bavul kapandı.
Anası, oğlanın elini tuttu, kendini yollara vurdu.
Kırmızı bavul iyice ağır oldu.
* Bu metin Duygu
Gücük'ün kitabından alınmamıştır. Kitaptaki
öykülerden ilerideki sayılarımızda yayımlayacağız.