İki
arkadaşın da sonunda huzursuzlukla bekledikleri gün gelmişti. İkisinin de
günlerdir gözlerine uyku girmiyordu. Her şey bir yana, ne oturdukları yerde, ne
yattıkları yatakta, ne de gezindikleri şu bahçede, içlerinin sıkıntısından ve
daralmasından yere göğe sığamıyorlardı sanki; zira, artık onların da yaşları
icabı devlet tarafından yönetilen bu yetiştirme yurdundan çıkarılmalarının
zamanı gelmişti.
Hüseyin ve
Nail tam on sekiz yıl önce, ikisi de henüz yeni doğmuş bir bebekken, babaları
tarafından getirilip bu yetiştirme yurduna bırakılmışlardı. İki kader
arkadaşının da, geldikleri yer olsun, getirildikleri bu yurt olsun İstanbul’un
ayrı ayrı semtlerindendi. Birbirlerini hiç tanımayan, hiç görmeyen iki ayrı
ailenin çocuklarıydılar. Önce annelerinin terk ettiği bu iki bebeği, sonra da
babalarının onlara bakamayıp bebek halleriyle bu yetiştirme yurduna bırakmalarıyla
başlamışlardı buradaki hayatlarına; ta ki,
bu yaşlarına gelinceye kadar.
Yıllardır,
yurttaki bütün çocukların eninde sonunda büyüyüp de on sekiz yaşlarına
girdiklerinde kaçınılmaz olarak başlarına gelen, işte şimdi de onların
başlarına gelmişti. Çıkışlarına ait formaliteler tamamlanmış, imzalar atılmış,
mühürler basılmıştı. İki arkadaşın da yurtta kalacakları son geceleriydi bu
gece. Bu akşam yurdun bahçesinde saatler geçmek bilmemişti, bu sabah da sabah
olmak bilmeyecekti onlar için.
Hüseyin, babası tarafından yetiştirme yurduna
getirilmesinden itibaren hiç kimsesiz kalmıştı; zira annesini ve babasını da
kaybetmişti ve artık onun hayatta olan hiç kimsesi yoktu. Aslında yurtlardaki
çoğu bebeğin yazgısı hemen hemen birbirine çok benzerdi ve Hüseyin’in yazgısı
da işte bunlardan sadece biriydi. Çocuklar, orada büyüyüp de geçen zaman içinde
ana, baba hasreti içlerini kor gibi yakmaya başladığında, yurtta kendileri ve
geçmişleri hakkında bir şeyler öğrenebilme çabasına düşerlerdi ve gerçekten de
yine birbirleri ve kendileri hakkında o kadar çok şeyler duyar, o kadar çok
bilgiler edinirlerdi ki, kendi hayatlarının özünü çıkarırlardı adeta. Buna
paralel olarak da yurtlarda büyüyen çocuklar ilk hayat tecrübelerini kendi
geçmişlerine dair öğrendikleriyle kazanırlardı. Çoğunluğu hiç kimsesiz olan
çocuklar, neyi beklediklerini, nereye varacaklarını bilemeden geçirdikleri yıllar
boyunca, ilk olarak kendi geçmiş yazgılarında olgunlaşırlardı. Bazıları,
okudukları sınıflarında içlerine kapanıp, sessizliği yeğlerken, bazıları da
sınıflarında kendi üstünlüğünü sergilemeye ve egemenliğini kurmaya çalışırlardı. Hüseyin de sınıfında olsun, bulunduğu yerde
olsun kimsesizliğinden dolayı, kendi özgüveninin kuvvetli olmasını “Sertlikte”
arayan çocuklardan sadece biriydi.
Hüseyin’in
kendi geçmişi ve ailesi hakkında öğrendikleri ise, babasının evden kaçan annesini
öldürdükten sonra girdiği hapishanede kendisini asmış olmasıydı. Çocuğun, adeta
bu zehir zemberek hayat geçmişi, sonuçta onun yazgısındaki kesin yalnız ve hiç
kimsesiz oluşuydu.. Hüseyin, başlarda en yakın arkadaşı Nail gibi sessiz,
efendi bir çocukken, nedense geçmişindeki bu aile dramını öğrendikten sonra
tamamen değişmiş, bambaşka bir çocuk olmuştu adeta ve artık sınıfında olsun,
bahçede olsun bazı arkadaşlarına oldukça sert ve asabi davranmaya başlamıştı.
Bu tavırlarından dolayı okulda sık sık disiplin kuruluna veriliyor ve ihtarlar
alıyordu. Onun yine böyle hırçın bir gününde, Nail ile teneffüs saatin de okulun
bahçesin de, otların üzerine oturmuş konuşuyorlardı. Nail, öfkeyle konuşan,
yurttaki arkadaşlarına ve hocalarına verip veriştiren Hüseyin’i sabırla sessiz
sedasız dinledi. Hüseyin konuşurken, sadece dinleyen, kendisine destekleyici
hiçbir söz söylemeyen Nail’e de sonunda dayanamayıp terslenip çattı.
- Senin de bu gün sohbetine doyum olmuyor yani ha!
Bu kadar laf ediyorum ben burada! Ne
yani, havaya mı konuştum ben şimdi?
- Ne yapayım yani, kızgınlıktan çenene motor
takmışın gibi konuşuyorsun sen de!
- Hadi ya! Kızmanın da kibarcası mı olurmuş? Ben de
sana arkadaş dedim de açıldım!
- Aslında senin derdin ne biliyor musun Hüseyin?
- Allah Allah, neymiş benim derdim?
- Sen var ya…
- Eeee, çatlatmasana insanı ya!
- Sen…sen anası, babası olanı, yani kimi kimsesi
olanı kıskanıyorsun arkadaş.
Hüseyin,
Nail’in bu sözünden sonra yerinde diklenip oturmuştu. Bir an düşündü ve
arkadaşının yüzüne bakıp konuştu,
- Sahi öyle mi yapıyorum dersin?
Nail, evet
anlamında başını salladı.
- Hiç farkında değilim, demek öyle yapıyormuşum.
- Bak gördün mü? yelkenleri suya indirdin hemen.
Sen kiiim, kabadayılık kim!
- Eh ben şimdi sana da baban var diye bir sopa
çeker miyim, çekmez miyim, görürsün şimdi! Diyen Hüseyin, Nail’i bir omuz
darbesiyle yere yıkınca iki arkadaş alt alta, üst üste şaka yollu dövüşmeye
başladılar. Okul zili çaldığında, ikisi de toz toprak içinde kalmışlardı.
Üstlerini başlarını silkeledikten sonra, kravatlarını düzeltip sınıfa
kıpkırmızı bir yüzle ve ter içinde girdiler.
Nail,
Hüseyin’e nazaran biraz daha şanslı sayılırdı; onun yine, ara sıra yurda gelen
babasıyla, yüzlerini hiç görmediği, hiç tanışmadığı birkaç akrabası vardı.
Nail’in ailesi Manisa’nın köylerindendi ve daha o doğmadan anne-babası
İstanbul’a göç etmişlerdi fakat daha sonra Nail’in bilmediği nedenlerden dolayı
annesi evi terk edince, babası da onu alıp bu yetiştirme yurduna getirip
bırakmıştı ve artık İstanbul’da kalmayıp, tekrar memleketi olan köyüne
dönmüştü.
Yıllardır köyün
de yalnız yaşayan Mahir, çok nadir de olsa İstanbul’a, oğlunun yaşadığı
yetiştirme yurduna ziyarete giderdi. Çocuk, babasının yoksulluğu olmasa onu
daha sık görmeye geleceğinden emindi; aslında, Nail, babasını her görüşte ona
acıma duygusuyla bakardı, onun için üzülürdü. Babası kırk yaşlarında, oldukça
güçlü yapılı bir adamdı. Ama her zaman tıraşsız suratıyla, bakımsız giyimiyle
en çok da biçare duruşuyla Nail’in içini burkardı. Çocuk, kendi içinde
bulunduğu durumu unutur, sırf bu biçare görüntüsü için babasına üzülürdü.
Hayatını çok da fazla bilmediği, doğru dürüst tanıyamadığı babasının, o iri yapısına
ters düşen, boynu bükük, omuzları inik, aciz ve ezik duruşunu da içine
sindiremezdi hiç. Babası, onca yolu o yoksulluğuyla gelirdi de, bir kez olsun
oğlunun başını sevgiyle okşamaz, sırtını sıvazlamaz; ya da, ona içtenlikle
sarılıp, bağrına basıp sevmezdi hiç. Oğlunu görmeye yurda geldiğinde öpmesi
için elini uzatırdı ve onu yanaklarından öper gibi yapardı sadece. Baba-oğul
arasında tekdüze
hal hatır sorulduktan
sonra da babası, geldiği gibi yine o sessiz, beden yapısına hiç
uymayan biçare
görüntüsüyle köyüne dönerdi ve sevgi
namına Nail’de hiç iz bırakmazdı; çocuk
için babası ha vardı ha yoktu…
Bir
keresinde Nail henüz on üç- on dört yaşlarındayken, babasını aynı köyden olan
orta yaşlardaki bir karıkoca, kırmızı eski model arabalarıyla yetiştirme
yurduna getirmişlerdi. Bu çiftin İstanbul’da bir işleri çıkmıştı ve nasıl olsa
bu yolu geleceklerdi; dolayısıyla, Mahir’e de durumu bildirmişler ve ona da
İstanbul’a götürmeyi teklif etmişlerdi. Daha sonra onu da yanlarına alıp İstanbul’a
yetiştirme yurduna gelmişlerdi; oğlunu görsün diye.
Mahir,
oğluna her gelişinde köyden kendince bir şeyler götürürdü. Eski gazetelerden
yaptığı külahlara leblebi, ay çiçeği, üzüm, incir, dut kurusu da koyar
getirirdi. Bu yemişlerin olduğu naylon torbayı oğluna verirken bile sanki çok
hasta, çok yaşlı bir adam gibi ezik dururdu. Bazen de sevaptır diye uzak
akrabaları Nail’e, elde örülme yün eldiven, çorap, kaşkol gönderirlerdi. Nail
iriyarı babasının, iki büklüm eziklik içinde kendisine verdiği bu hediyeleri
alırken, nedense hiçbir zaman içine sinmezdi.
Babasını
arabalarıyla getiren karıkoca, bir ara baba-oğulu yalnız bırakmak istemişlerdi
ve yurdun bahçesindeki kuytuya doğru gidip, ağaç altındaki gölgelik bir banka
oturmuşlardı. Onlar kendilerinden uzaklaşınca, babası yine her zamanki bildik sorusunu
sormuştu Nail’e,
- Eh, ne yaptın oğlum? Görüşmeyeli nasılsın, iyi
misin?
- İyiyim baba, sen de iyi misin?
- İyiyim iyiyim. Sağ olsunlar Bahattin ağabeyle,
hanımı, “Haydi sen de gel bizle, oğlunu görmüş olursun”, deyince, ben de geldim
işte.
Nail dayanamayıp babasına sormuştu,
- Evet ama niye geldin baba? Sen gelemesen de dert etme,
üzülmem ben!
Babası şaşırmış olarak oğlunun yüzüne bakmış ve
biraz da telaşla sormuştu,
- Niye ki oğlum?
-E, bu sefer neyse de…ben paranı yola harcamanı
istemiyorum baba, para sana lazım olur, niye yola harcayasın ki? Yola
harcadığın para beni üzüyor; hem ben büyüdüm artık, kendimi idare edebilecek
yaştayım.
Nail’in bu sözleri üzerine, babasının omuzları daha
da çökmüştü sanki; iyice suspus olmuştu.
Bu kısacık görüşmelerinin ardından babası yolculuğa
çıkmadan önce tuvalete gitmek isteyince, Nail’de babasını getiren çiftin yanına
doğru yürümüştü. Karıkoca, arkaları dönük olarak oturdukları bankta bayağı
hararetli konuşuyorlardı ve Nail’in onlarla arasında üç dört adım ya vardı ya
yoktu. Onların konuşmalarında babasının adı geçince Nail, elinde olmadan bir an
duraksadı, ister istemez onların konuşmalarına kulak misafiri olmuştu.
- Şu bizim Mahir’de de hiç iş yok yani Perihan,
hayatta gördüğüm en pısırık adam; hani var ya, ben Mahir’i ne zaman görsem zor
tutuyorum kendimi; gidip omuzlarından sarsmak geliyor içimden.” Uyan adam uyan!
Silkelen şöyle bir yahu! Şu başını yerden al, doğrul!” diyesim geliyor inan.
- Çok haklısın Bahattin, bak gül gibi karısına da
sahip çıkmadı, çocuğa da yazık oldu buralarda. Hiç kalıbının adamı değil hiç.
- Ne işler kaçırdı şimdiye dek, hep çocuğuna acıdı
da iş verdi millet buna, sinir oluyorum yahu! Ahali işsizlikten kırılırken, bu
tembel kıçını kaldırıp da işe gitmemiş bile. Böyle hep aciz, biçare görünür, el
alem de acır buna dul diye, işsiz diye, çocuğundan ayrı diye!
- Oğlunu düşündüğünden filan değil canım,
tembelliğinden. Oğlunu düşünse zaten bu yaşında eşek gibi çalışır, nafakasını
çıkarırdı. Taşı sıksa suyunu çıkarır ayol!
- Kaç yaşındadır Mahir Bahattin?
- Kırk ya vardır ya yoktur. Pinekler durur
senelerdir. Şimdi kadınlar, çocuklar bile iş peşinde çalışabilmek için. Bunda
nerde o yürek. Bu çocuk on sekiz yaşına gelince ne olacak diye düşünüyor mu
sanki. Benim bile içim eridi çocuğa burada.
Nail, duydukları karşısında kendisine en yakın bir
ağacın arkasına geçip sinmişti ve elinde olmadan bütün konuşulanları dinlemişti
ama olduğu yerde de adeta taş kesilmişti. Daha fazla orada kalamayacağını
anlayınca, sessizce, karıkocaya hiç görünmeden oradan ayrılıp, yine babasının
yanına gelmişti. Babasını lavaboda ellerini yıkarken bulmuştu. Yanına gidip,
bir an evvel vedalaşmak istedi, kendisini berbat hissediyordu, babası ise ona
tıraşsız, bedbin yüzüyle bakmıştı.
- Baba, beni öğretmenim çağırmış, daha fazla
kalamam sizlerle, gitmem gerek, demişti.
- Öyle mi?, e hadi o zaman, biz de gidelim zaten
artık, dediğinde tuvalet kapısından dışarı çıkmışlardı. Dışarıda karıkocayı
onları bekler buldular ve yanlarına gittiler. Nail biraz önce duyduklarına
karşın nedense onlara hiç kızgın değildi, sadece tam bir şok içindeydi.
Durumunu elinden geldiğince belli etmemeye çalışarak konuklarıy- la vedalaştı.
Nail
yalnız kaldığında, beyni tam bir düşünme eylemine geçmişti.. Duydukları
karşısında yaşadığı şok devam ediyordu ve kafası çok karışmıştı. Aslında,
karıkocanın babası hakkında söylediği sözler onun da bildiği fakat babasına
konduramadığı, beyninde ve yüreğinde isimlendiremediği, yönlendiremediği, farkında
olmadan şuuraltına gömdüğü kendi öz düşünceleriydi. Nail, akşamın bu saatinde,
bahçede yalnız başına oturduğu bu bankta kafası karmakarışık, düşünceleri allak
bullak olmuş bir şekilde kendi kendisiyle yüzleşiyordu. Düşünüyordu da,
babasının onu her ziyarete gelişinde Nail, adını koyamadığı, kendisini de yiyip
bitiren bir sıkıntı duyardı. Bu karıkoca, duyulduklarını bilmeden söyledikleri
sözlerle sanki onun kendi öz düşüncelerinin yolunu açmışlardı, onun
bilinçaltındaki öz düşüncelerine ayna tutmuşlardı.
Nail,
hiçbir zaman babasının yoksulluğuyla utanç duymazdı; zaten, içinde bulunduğu bu
yetiştirme yurdunda kendisi de dahil herkes yoksuldu. Parasızlık belini bükerdi
burada çocuğu olanların. Eğer çocuklar hiç kimsesiz değillerse, onları ziyarete
gelen yakınlarının çoğunluğunun erken çöken yüzlerinde, nasırlaşmış ellerinde,
yorgun duran bedenlerinde verdikleri hayat mücadelesinin çok belirgin, çok
bilinen izleri olurdu. İşte babasında olmayan buydu.
Babası, sağlıklı,
kapı gibi bedenine karşın ve taşı sıksa suyunu çıkaracak yaşta olmasına rağmen
ne kendisi için, ne yıkılan yuvası için, ne de tek oğlu için hiç mücadele
etmemişti ve işte şimdi adeta kafasına dank etmişti; evet işte babasında
olmayan buydu. On da hiç mücadele izi yoktu. Babası gencecik yaşında bile
zavallılığı seçmişti; tembelliği, kendisini acındırmayı kendisine iş edinmişti
ve acizliği gönüllü seçip, kabullenip onuruna yedirebilmişti.
Şimdi artık babasını her görüşte yaşadığı ama adını
koyamadığı sıkıntısının sebebini biliyordu. O babasının “Onur yoksunluğundan
utanıyordu”.
Hüseyin’le
Nail, hiç beklemedikleri kadar samimiyetle ayrıldılar yetiştirme yurdundan.
Müdüründen öğretmenine, çocuk bakıcılarından, hademelere kadar kucaklaşıp
vedalaşırken, yılların verdiği tanışıklıkla çoğalan arkadaşları tarafından da
hüzün için de vedalaşıp oradan ayrıldılar. Daha sonrası yazışmalar için
birbirlerine sözler verildi, küçük kağıt parçalarına adresler yazıldı.
Ne yazık
ki devlet bundan sonrasına hiç karışmıyordu. On sekiz yaşına gelen her çocuk,
ailesi ve gideceği yer olsun olmasın , kız olsun, erkek olsun kapının önüne
konuluyordu.
Hüseyin ve Nail, tam on sekiz yaşlarının geçtiği bu
binanın bahçe kapısından da çıktıktan sonra, dönüp son bir kez hüzünle binaya
baktılar ve sırt çantalarına tıka basa tepip koydukları eşyalarıyla birlikte hafif
yağmur altın da yola çıkıp yürümeye başladılar. Otobüs terminaline
geldiklerinde Alanya’ya giden son yolcuydular; onlar da, yerlerini alıp
oturunca zaten çalışır vaziyette olan otobüs yavaşça garajdan çıktı, böylece
gece yolculuğu başlamış oluyordu. Bu yolculukta, iki kader arkadaşı, yurttan
ayrılmalarının hüznü içinde, kendilerini bekleyen yeni bir hayata doğru yol
alıyorlardı ve ikisi de ilk defa İstanbul’dan ayrı bir şehre gidiyorlardı.
Onlardan kısa süre evvel yetiştirme
yurdundan ayrılan arkadaşları Nuri’nin, onlara bulduğu işten dolayı verilen
adrese, Alanya’ya gidiyorlardı. Nuri, memleketi olan Alanya’daki büyük bir
turizm otelinin inşaatında işe başlamıştı; bu inşaatta çalışacak her türlü
elemana ve ameleye ihtiyaç vardı. Nuri’nin sayesinde işleri hazırdı. Otobüs,
şehrin hareketli ve bol ışıklı görüntüsünü yavaş yavaş terk edip, giderek daha
ıssız, daha ışıksız otobanda, uyumaya hazırlanan yolcularıyla ilerliyordu.