Bilge anlatırken Zafer, Serdal'ın yakalanış öyküsünü de öğrenmişti.
En güvendiği arkadaşlarından Serdal yakalanmıştı. Günlerce
direndiği işkenceden kurtulmak için "silahların yerini
göstereceğim" diye, polisleri atlatmaya çalışırken kurduğu
tuzağa düşmüştü. Dedesinin boş tarlasına
götürmüştü polisleri, silahların yeri burası diye.
Sonra da araçtan iner inmez kaçmış. Tam üç
kurşun isabet etmiş kalçasına ve başına dayanan silaha
küfrü basmış. Bir öğretmen çocuğu olan Serdal
içe kapanık, sormadan konuşmayan biriydi. Acaba o
büyük eylemi verdi mi diye düşünürken eylem
gelmişti gözlerinin önüne.
Serdal...
Serdal'a mektup yazmış ama postaya verememişti Zafer.
21 Ağustos 1981, Raşadiyye
"Sevgili Serdal,
Sana uzun
süreden beri yazmak istiyordum ama bu bir türlü
gerçekleşemedi, çünkü uzun süre işkencede
kaldığını biliyordum. Aylarca da hastanede yattığını öğrendim.
Şunu bil ki, sen içeri düştükten sonra seni daha
çok sevdiğimi anladım. Belki de bu suç ortaklığının
tanımlanamayan tadından kaynaklanıyordur kim bilir? Bizim gibi yaşayan
insanların, hayatlarında zorunlu duraklardan biri hiç kuşku yok
ki hapishanelerdir, eğer yaşıyorsak. Eh ben de burada yaşıyor sayılırım
nefes aldığım varsayıldığında. Ağır hayatlar yaşanınca insan bizler
gibi olabiliyor hiç istemese de, kırılgan ve sert. insanın her
yerde yalnız olduğu gerçekliği gelip buluyor
günyüzü gibi. Çaresizlik değil dert konuşturuyor
insanı.
Serdal, hayat
büyük bir ormana benziyor. Kendi gölgen bile
kaybolduğunda anlaşılacak bir gerçek, yüzüne yağmur
damlası gibi tedirgi düştüğünde anlıyorsun bunu. Sesler
git gide azalıyor çevrende.
Güney
Lübnan'da bir kayanın üstüne oturarak yazıyorum sana bu
mektubu. Oysa ben çöllerin kıyısında da sakal uzatabilecek
bir insanım. Tanıdığın diğer arkadaşları soracaksın bana biliyorum ama
zaman hemencecik değişiverdi Serdal. Sen, tatlı yarınlar için
biriktir kendim ve çiçeklen.
Biliyorum,
sen ağlamayı bilen bir yürek taşırsın, tutma kendini ve ağla.
Yüzleştiğin her olayda mutluluk kapılarını yeniden arala.
Gözlerinden öpüyorum.
Zafer."
Bilge konuşmasına devam ederken Zafer, mektubunu hatırlamıştı birden.
"Yırttılar, yırttılar. Ben Türkiye'ye dönmek istiyorum," diyordu Bilge.
ihanet çığlığı gibi gelmişti Bilge'nin son söyledikleri kulaklarına;
"Nasıl olur Bilge, nasıl dönersin Türkiye'ye. Her tarafta aranıyorsun sen."
"Eee, sen de Zincirdere cehennemine düşmek istiyorsun öyle mi?"
"Bana bir şey olmaz oğlum."
Bilge iyi motosiklet kullanırdı. Bir keresinde, çay kaşığını
kullanarak kamulaştırdıkları honda marka motosikletleriyle polis
tuzağından Bilge kurtarmıştı Zafer'i. ODTÜ'de Makina
Mühendisliği bölümünde okuyordu Bilge. Kaldıkları
hücre evi polislerce tespit edilmişti. Evlerinin bulunduğu sokağa
geldiklerinde önleri kesilmişti; askerlerden, polislerden oluşan
güçler tarafından. Polis ve askerin "Dur!" ihtarına
uymamışlar ve arkalarından açılan ateş sırtından terletmişti
onu. Polis otoları arkalarında karanlığa karışmışlardı, iki saat siren
sesleri dinmemişti sokaklarda.
"Bilge, sen alçakgönüllülüğe değer veriyor musun?" diye sordu.
"Neden soruyorsun ki?"
"Alçakgönüllülüğün, sevgisizlik
olduğunu düşünüyorum," diye sorusunun cevabını kendisi
vermişti.
Bilge'nin yüzüne anlamsız anlamsız baktıktan sonra, kendisine
doğru gelen Dırgam'ı görünce Bilge'nin yanında ayrılarak
Dırgam'a sarıldı. Yaşadığı yoğunluğu anlamaya çalışıyordu
Dırgam. Dırgam, Iraklı bir komünistti. Sessiz, sakin
görünüşlü altında İrak'ta meydana gelen
öğrenci olaylarında iki polisin tabutunu çiviletmişti.
Edebiyata olan yakınlığı ise, gizli bir duygusallık yaratmıştı
aralarında.
"İstemeden oldu," diye başlamıştı sözlerine akşam güneşi
batarken oturdukları kayanın üstünde Dırgam; "Bir
gösteride koruma görevi yapıyordum. Sivil iki polis kolumdan
tutmaya çalıştığında, belimde duran ateş beni içine aldı
ve ikisini birden indirdim oracıkta. Sonra örgüt olayı
üstlenmeyince kırıldım. Günlerce aç susuz dağlardan
yürüyerek Lübnan'a geldim ve işte
gördüğün gibi ben de senin gibi paralı askerim şimdi,"
derken gözleri dolmuştu. Ona şiirler, Arapça şiirler okurdu
Dırgam. Irak edebiyatını anlatırdı. Onu anlamadığı yerde taklite
başvurur, komik durumlara düşmeyi göze alırdı. Dırgam'ın
sayesinde Mahmud Şükri el-Alusi, Cemil Sıdki ez-Zehavi, Sadi
Yusuf'u ve daha başka Iraklı edebiyatçılar tanımıştı.
İnkar ülkesi masallarını dinlerken mutlu gibiydi.
Akşam yemeği için çağrıldıklarında sanki derin bir uykuda gibiydi.
Kamp, Golan eteklerinde Raşaddiye kasabasının mezrasının yakınlarındaki
bir zeytinlik içinde kurulmuştu. Golan'a çok yakın
köylerden biriydi burası. Kampın hemen yakınlarında da Suriyeli
askerlerin mevzileri vardı. Falanjistler hemen karşıdaki tepelerin
ardındaydı. Kampla, Golan tepeleri arasında en uçta da Kürt
gerillalarının da içinde bulunduğu Demokratik Cephe'nin kampı
vardı.
Üç grup halinde ağaçların altında oturmuş yemek
yerken, bir yandan Bilge'ye bakıyordu. Bilge çok obur olduğundan
aynı kaptaki yemeğin çoğunu yedi. Onunla aynı sofraya oturmak
istemese de aynı bölgenin militanları oldukları için, onu
kollama adına, aynı sofrayı istemeye istemeye paylaşırdı. Gıddah
çok güzel etli bamya yapmıştı. Yemek yenilirken hava
kararmıştı bile.
Bilge:
"Refik*, şu çayı sen yap, yoksa şerbet içeceğiz."
"Peki," demişti Bilge'ye.
Yemekten sonra kampta her zaman çay pişirirlerdi. Arap
gerillalar büyük bir kazanda suyu, çayı, şekeri
birlikte kaynatıyorlar ve çay diye içiyorlardı. Araplar,
Zafer'in demlediği çayı beğenmiyorlardı ama alışmışlardı.
Çünkü daha sonra istedikleri kadar şeker katıp
karıştırabilirlerdi çaylarını.
Gece nöbetinin çizelgesi yazılmıştı. O, beş-yedi
nöbetini tutacaktı. Sessizce Sami yaklaşmıştı yanına. Sesi
mutsuzluktan titrer haldeydi.
"Refik, biraz dolaşalım mı?" Ne demek istediğim anlamıştı Sami'nin.
Sami yürek sızısını anlatacaktı ona. "Olur," dedi
tereddütsüz.
Yemek sonrasında nöbet saatini öğrenmiş ve uykuya dalmıştı.
Güney masalı ilerledikçe kelimeler, küçük
birer hayal olarak algılandıkları yerde, onlara verilen biçim
olarak yavaş yavaş kaybolup gidiyorlardı. Çatışan doğruyla
eğrilerin, bir karate oynuyla buluştukları alan onu elbette her zaman
çekerdi. Yoksa onu kışkırtan, kara gözlükleri altında
yaptığı eylemler, kalbinin en derin yerinde kanayan birer yara olarak
hatırlanmazdı. Ele geçirilmez bir asiliği olmadığını biliyordu.
Beklentili çıkışları da sevmemişti hiçbir zaman, ister
doğru, ister yanlış yaşadıklarına taslakların ötesinden bakıyordu.
Üç gün önce gördüğü rüyanın
aynısını görür gibiydi yeniden. Engebeli bir vadide yanında
ince, güzel yüzlü, siyahlar giyinmiş bir kadın vardı.
Uçurumun yanında durmuşlardı. Uçuruma birlikte atlamak
üzere konuşuyorlardı. Önce görünenler bunlardı.
Sonra görüntüye tellerden örülmüş bir
örtü karışmıştı. Ayağıyla örtüyü
uçurumun dibine doğru itivermişti kadın. "Bu örtü
düşüşümüzü kurtarabilir," demişti kadına.
Omuzunu silkmişti kadın. Uçuruma önce kendisi atlamıştı.
Çığlık atmamıştı. Uçurumdan uçarak tekrar kadının
yanına çıkmıştı. Sonra yeşil çimenlerde taklalar atmaya
başlamıştı, îki aç dört derken yüzü kanlar
içinde kalmıştı. Koşarak kendisini seyre dalan kadının yanına
gitmişti. Yüzünü neyin kestiğim araştırırken, kadın
yüzündeki kanı yalamaya başlamıştı. Şaşırıp kalmıştı. Neden
sonra yüzünü parçalayan nesnenin, yerde kuruyan
bir portakal kabuğu içindeki jilet olduğun farkına varmıştı.
Üç-beş nöbetine kaldırdıklarında uykusunu almış
gibiydi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra yanında bulunan
silahını alarak nöbet yerine gitti. Parolayı verdikten sonra
nöbeti devraldı. Kendinden önceki nöbetçi, ailesi
Gazze bölgesinde yaşayan İsmail'di. Daha on besindeydi İsmail. Onu
çok severdi.
O geceki nöbet yeri, kampın biraz dışında incir ağacının altında
kazılan bir çukurdu. Yarım metre derinliğinde tandır
biçiminde kazılan çukurun dört bir yara kum
torbalarıyla çevrilmişti. Çukurun içine
önceki nöbetçiler tarafından konulmuş taşın
üstünde oturup çevreyi izlemeye başladı. Dışarıdan
ancak çok dikkatti bakılırsa nöbetçinin başı
görülebilirdi.
Koşmaktan değil de hatırladıklarıyla yorulduğu hissine kapılan Serdal,
gelip Sami'nin yanında sıcak kumların üstüne yeniden
uzanmıştı.
Birden gözlerinin önüne Hitit taşları gelip
çakıldı. Kızılırmak'ın kıvrımı içine yerleşen Hititler,
kış günlerinde kar yollan kapadığında, belli olsun diye yollara
belirli aralıklarla taşlar yerleştirirlermiş. Bozkırın
görünmez yerlerinden kalkıp konan tarla kuşları, en
çok Hitit taşlarının üzerinde ötüyordu. Nice
savaşlara tutulmuştu ve Hitit taşlarının ağırlığı gözlerindeyken,
Golan'ın eteklerinden sanki Rom atlıları geçip gidiyorlardı,
arkalarında bıraktıkları büyük ateşler daha sönmeden.
Atlarının ayaklarından düşen nallarında, kıvılcımlanan baskınlarla
uyanan seslerin doruklarında da Osmanlılar vardı. ' Eteklerinde
Dürzileri barındıran Golan'a gittikçe alışıyordu. Cebl-i
Şeyh Dağı görünüyordu uzaktan, güney yeli ılık ılık
esmeye başlamıştı. O an herhangi bir toz bulutuna karışmak isterdi
uzandığı yerden. Tam da seslerin birbirlerine karıştığı yerde, asma
yapraklarına takılıp kalmak, oradan da bir tilkinin seherde dişlediği
üzüm olmak istiyordu.
Golan'ın eteklerinde yer yer gerilla ateşleri yanıyordu.
Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Çok uzaklardan bir
yerde, geceyi aydınlatmak için kullanılan bir fişek patladı.
Gökyüzü birdenbire berrak bir aydınlığa
bürünmüştü. Sanki savaş olduğu yerde, gece kendi
sesini kanın dökülmediği sularda yıkıyordu. Üstünde
oturduğu taşta, tıpkı babasıyla çerçilik yaptığı
günlerdeki gibi eşeğe binip ayaklarını salladığı anlarda olduğu
gibi keyifliydi. Babası başka köylere incik boncuk, boyalı şeker,
çir, terlik, tava, kazan satmaya giderken hep onu da beraberinde
götürürdü. Oysa ondan büyük iki ağabeyi
daha vardı evde erkek olarak, iki eşekle birlikte çıkarlardı
yola. Yoksul Anadolu köylerine yün, eskimiş naylon eşyalar,
yumurta, eski bakır leğenler, ibrikler vs. vererek karşılığında
istediklerini alabilirlerdi. Çerçilik günlerinde
babasına çok soru sorduğunda bazen azar işitirdi. Bir keresinde
yol boyu aralıklarla uzanan taşlan sormuştu babasına. Babası azarlayan
bir sesle, "Ne bileyim ben oğlum, eskiden yollan kar kapladığında yol
iz belli olsun diye bu taşlan dikerlermiş," demişti. O zaman aklına
gelmişti Hititler. Kızılırmak kıvrımı içinde yol oyunda dikili
kalmış taşların sırrını orda öğrenmişti. Hitit taşlan
üstüne konup kalkan kuşlar, bir bozkır kuyusundan sularını
içtikten sonra gelmişlerdi. Ah, o bozkır kuyuları... Susuzu
kandıran, sulanmışı sızdıran, bozkırı yeşillendiren serap....
Serap...
Gökyüzünde parlayan ay,
kösnüllüğünü kamçılamıştı. Uzun
süredir kadınsızdı. Bir hafta önce Beyrut'ta, Zeytuni'ye
giden arkadaşları şiddetle eleştirilmiş ve bu durum aralarında
neredeyse silahlı çatışma noktasına gelinmişti. Beyrut'un
karışık bir yapısı vardı. Şehirde Müslümanlar, Hristiyanlar,
Ermeniler, Dürziler bir arada yaşarlardı. Filistinli
mültecilerin Lübnan'a yerleşmesiyle birlikte de aralarındaki
çatışmalar iyice şiddetlenmişti. Doğu Beyrut'ta Hristiyanlar,
Bati da ise Müslüman topluluklar yaşarlardı. Tam sınır
kıyısında da Ermeniler vardı. Doğu ve Bati Beyrut'u ayıran sınırın
doğusunda kalan bölüm Zeytuni'ydi. Genelev de buradaydı. Daha
Şam'daki kıkırdamalar arasında genelevin orada olduğunu öğrenmiş,
ama kimselerle paylaşamamışti bu duygusunu. Beş-yedi nöbetlerinden
birinde erbadaş unus'unu* dürbünüyle yakınlarında
bulunan köyü dikizlemişti. Bu davranışından utanmıştı.
Dağların ardından güneşin kızıllığı görünmeye
başladığında o, uçaksavarın namlusunu köye doğru
çevirmiş, evlerinden, avlularından ya da açılacak
pencereden ortaya çıkacak kadınlara çevirmişti. Sanki
daha birkaç gün önce yanlışlıkla Suriye uçağına
ateş eden kendisi değilmiş gibi. Ne yazık ki, namluya takılı
dürbününe hiç bir kadın
görüntüsü gelmemiş ve kendi kendine sormuştu:
"Yahu, ben ne yapıyorum? Düşmana çevrilecek namluyu kadınlara çeviriyorum?"
Hasan ve Remzi, bir Beyrut gezisinde Zeytuni'ye gitmişlerdi bir
keresinde. Komşu kamptan biri, yakınlardan geçerken onları
görmüş ve kamp sorumlusuna şikayet etmişti. Neredeyse savaş
meclisi kurulmuştu aralarında. Yargılanan Hasan'ı sevgiyle dinliyordu.
"İnkar yiğidin kalesiydi."
Hasan, Zeytuni'ye gittiğini inkâr ederken o içinden
gülüyordu. Kendisi bu duruma düşse ne yapacaktı? El-.
bette, o da inkar edecekti. Çünkü yok sayılan bir
cinsellik, tüm erdem ve sevmelerin özelliklerinden biri
sayılmadan ağır darbeler alıyordu. Kambur ve hesap işlerinden dikiş
tutmaz yanını yokladı Zafer.
Kösnüllüğünü hatırlatan
gökyüzünde tek başına parlayan yıldızlardan biriydi.
Önünü kabartan, adını bile hatırlamadığı kadınla
seviştikleri çukurdaki sahnelerdi.
Sonbaharın san mahremiyeti içinde yaşanan bir öğle sonunda,
evlerine gelen Selahattin'le birlikte şehre inmek için durakta
otobüs bekliyorlardı. Kalabalığa yakalanmamak için de iki
durak ötelerindeki son durağa kadar yürümüşlerdi.
Son durak, müdürün bakkal dükkanının hemen
önündeydi. Nerede çalışıp da müdür olduğunu
kimsenin bilmediği adama müdür deniliyordu. Adam bakkal
dükkanında dahi kravatını hiç çıkarmazdı boynundan.
Başındaki fötr şapkası ve günlük traşıyla belki de
müdürlüğü hak ediyordu eski bir unvan olarak.
Son durağın hemen yanındaki kara taşa oturmuş bir kadın dikkatini
çekmişti Zaferin. Kadın bir eliyle başını tutuyordu. Önce
"Acaba hasta mı bu kadın?" diye düşünmüştü. Kadına
odaklanmıştı nedenini bilmediği bir duyguyla. Mahallenin iffetli
delikanlısı olarak bilindiğinden kadına yaklaşmakta tereddüt
ediyordu, ama onun cesaretini kamçılayan bakışla karşılaştığında
kadına doğru yürümüştü. Kedere gömülen
gönlünün o zavallı efendisi güzel sesiyle onu
çağırıyordu. O sese ulaşmak için yürüdü,
yürüdü. Adımları sanki yüzyıllar sonunda gideceği
yere ulaşacaktı. Kara taşın üstünde oturan kadına başıyla
selam verdi önce. Kadın selamını aldı. Simdi şaşkınlık sırası
Selahattin'e geçmişti. Tesettürlü kadın
gülüşüyle onu uyarmıştı sanki;
"Ey sultanım efendim, üfleme bana soluğunu ben ki derin sulardan geliyorum büyü gücüyle yaşamadım hiç ama havalanıp gidebilirim birazdan halılar üstünde değil kendi gücünle taşı beni beni sar ve tahtına taşı,"
Diyordu çekik gözlerinin üstüne diktiği yerde.
Zalim ve tekin olmayan bir sesti gaipten gelen.
"Demek sen benim ey melek yüzlü konuğum, belalı konukluğumu
kabul ediyorsun daha şimdiden, ama ben gerçekten bahtsızlığımı
aradığım yerde bir nebze bile olsa dinlenmek istediğim kanı arıyorum."
"Hadi be sen de, yüksek bakışlarına kanacağımı sanıyorsun. Matem
havasına bürünme. De bana şimdi. Hemen söyle. Aldırış
bile etmem elinden bin türlü derdi denemeyi. Günlük
cezalan ben sana bırakırım, içini kemiren
hükümdarlarına söyle de şöyle çekilsinler
önümden, çünkü ben adaletin bile korkacağı
kancıkları biliyorum. Delikanlı öykülerini yani. Gitmemiş
bulunduğun diyarlar senin kötülükleri azmettirdiğin
gerçekler bile olamaz, kendinden korkma."
Derbeder kalmıştı sesle birlikte. Heyecanını yatıştırmaya ramak kala
otobüs gelmişti durağa. Herkesin otobüse koştuğu yerde o
oldukça sakindi. Kadın, Selahattin ile arka arkaya bindiler
belediye otobüsüne. ..."
* Erbadaş Unus: On dört buçukluk uçaksavar
Ejderha Yılları Roman Ekim 2005/ 188 sayfa Nokta Kitap/ İstanbul ISBN 975-9146-11-8