M. Şehmus Güzel’in SÖYLEŞİLER: VİR-GÜL-ÜNE
DOKUNMADAN
isimli yeni çalışması Kaldıraç Yayınevi tarafından
1 Kasım 2008’den
itibaren okuyuculara sunuldu.
Güzel, yazar, sanatçı, şair, öğretim üyesi, ozan ve
müzisyen kadın ve erkek birçok kişiyle değişik konularda gerçekleştirdiği
söyleşileri belli bir tarihi düzene göre derlemiş, toparlamış 192 sayfalık bir
kitap haline getirmiş. İyi de etmiş. Ve
bilhassa sohbetlerde söylenenlerin virgülüne bile dokunmadan sunuyor. Kitabın
ismi de buradan ve kullanılan bu yöntemden geliyor zaten.
Bu kitap özellikle önce bu açıdan dikkat
çekiyor. Çünkü önemli olan söyleşmek
değil sadece, söyleşilenlerin aynen okuyucuya aktarılmasıdır da. Bilim adamı
olarak M. Şehmus Güzel bu konudaki titizliğini bu çalışmasında da sürdürüyor.
Söyleşilerin konuları arasında tarih var, özellikle
ve elbette toplumsal tarih. Onun yanında şiir var. Sanat, bilhasssa resim,
tiyatro ve müzik de var. Ve hepsini kucaklayan ve söyleşi yapılanlarınkilerini
de içeren hayat var: Hem onların hayatları hem de bizimki. Çünkü kitap
söyleşilerden bile oluşsa Türkiye’nin yakın geçmişinden günümüze kültürel,
siyasi ve toplumsal gelişmeleri
irdeliyor. Nitekim bizzat kendisi de tarihçi ve işçi tarihi üzerine çalışmaları
bilinen yazarın, tarihçi ve bilim adamı Taner Timur’la yaptığı söyleşiyle
kitabını başlatması bir rastlantı değil. Yazar böylece toplumsal tarihin önemini vurgulamak
fırsatını yakaladığı gibi, söyleşilerin toplumsal tarih için önemli bir araç
niteliği taşıdığını gösterme olanağı da buluyor.
Güzel, Ahmet Kaya ile Paris’te gerçekleştirdiği
«yorgun muhabbet»te onunla sanatcılığı ve sanat anlayışı üzerine ve Almanya’nın
1970’leriyle 1980’lerin sonundaki durumunu kıyaslamasına ilişkin meseleleri
konuşuyor. Güzel daha çok dinliyor. Az soru soruyor. Bu söyleşide Ahmet Kaya’nın dünyaya bakışını
ve genel değerledirmesini de özetle öğreniyoruz. Ahmet Kaya’nın dostluğu, içtenliği, hatta bir
yerde saflığı ve açık yürekliliği bu satırlara yansıyor.
Söyleşi yapılan ozanlar arasında Abuzer Karakoç ile Mehmet Koç da var:
Her biri kendi serüvenlerini, müzikle tanışmalarını, ilk konserlerini, ilk
albümlerini, ilk siyasi eylemlerini, ilk göz ağrılarını ilk kodes deneyimlerini
aktarıyor...Seslerini duyabiliyoruz böylece. Hani biraz daha ısrar etsek
türkülerini de dinleyecekmişiz gibi bir hava esiyor...
Müzisyenleri Okay Temiz’le yapılan ve birçok açıdan
orjinal nitelikler taşıyan bir söyleşi
tamamlıyor: Okay Temiz’in hayatı a’dan z’ye gözler önüne seriliyor:
Okay’ın ağzından ve en şirin
yönleriyle. Babası subay, annesi
müzik meraklısı ve müzisyen bir çocuğun
geçmişi ve günü son derece çarpıcı deneyimlerle dolu. Traktörle okula gitmesi
örneğin...1950’lerde Ankara’daki «gece hayatı» ...Dönemin Başbakanı Adnan
Menderes’le karşılaşması. Okay’ın jaz merakı...Konservatuar’dan «atılması»...
Şair olarak Ataol Behramoğlu ve Halil Uysal’ı
buluyoruz: Ataol şiiri ve şairi anlatıyor. Ruscadan çevirilerini de. Nâzım
Hikmet’in eşinin kitabını çevirisine ilişkin çalışmasını da. Dünyaya ve ülkeye
ve hayata nasıl baktığını da. Nasıl bakılması gerektiğini de. Ve örneğin
edebiyat alanında «rüzgarın doğudan estiğini» söylüyor. Son derece isabetli bir
tesbit.
Halil Uysal ise çocukluğu ve Nâzım Hikmet şiirleri
sayesinde şiirle ilk ilişkileri yanında, bilhassa 27 Mayıs 1960 askeri darbesi
sırasında Ankara’da Hukuk Fakültesi’nde okuyan
askeri bir öğrenci olarak yaşadıklarına ilişkin anı ve deneyimleriyle dikkatinizi çekecek. Türkçeye hediye ettiği
sözcükleri ve Fransızca şiirden ve şairlerden hırsızlanan şiirleri de anlatıyor
Uysal. Türkiye’de pek az bilinen veya
hiç bilinmeyen veya bilindiği halde üstü kapatılan ya da kapatılmak istenen meseleler bunlar.
Türkiye’nin en iyi yazarlarından olan ama değişik
nedenler sonucu henüz ve maalesef yeterince tanınmayan Sevim Burak konusunda M.
Şehmus Güzel’in Burak’ın dostu ve
oyunlarını Paris’te ve başka mekanlarda
başarıyla sahneye koyan oyuncu ve
tiyatro yönetmeni Luiz Menase nam-ı diğer Lulu ile yaptığı söyleşi ise Sevim Burak’ı
tanımak isteyenler için mutlaka alınması gereken bir «ilaç»: Yemeklerden önce veya sonra. Artık nasıl
uygun görürseniz..
Elias Petropulos’u Güzel’in anlatmasını rica ediyorum. O da anlatıyor: «Elias, kendisini ‘İstanbul diyen tek Yunanlıyım’ diye
tanımlayan ve yeri doldurulamaz (söyleşi
yapıldıktan bir süre sonra vefat etti)
dev bir yazar olarak çıkıyor karşımıza:
Hem büyük ve geniş açılı bir yazar, hem de çok iyi bir aydın. Hani ‘bilmediği şey yok’ denir ya işte o türden bir aydın. Hem okumuş hem de
yazmış ama yalancı dünyadan bıkmamış sevimli bir insan. Elias, ‘İyi giyinmeyi,
çıkmayı, çıkıp dolaşmayı, güzel kadınları hele Akdenizli olanlarını, içmeyi ve
iyi yemek yemeyi, hele peynirli makarnayı, çok severdi ve bizzat kendisi de Ege
ve Akdeniz yemeklerinin en iyisini yapardı. Makarnanın üstüne peyniri
rendelemesini seyretmenizi ne kadar çok isterdim. Uzo yerine rakıyı tercih
ederdi. Paris’te geniş bir çevreye sahip
şık bir Yunanlıydı ve en yakın
arkadaşları arasında birçok Türk vardı: En başta Abidin ve Güzin Dino, sonra
yakın komşusu Yüksel Arslan ve diğerleri . Yaşar Kemal Paris’e uğradığında
Elias ile muhabbet ederdi. Abidin’le birlikte olunca her şeyin tadı daha
Adanavari bir hava alıyordu elbette.»
Petropulos’un Avrupa’yı ve onun içinde Almanya ile
Fransa’yı karşılaştırması ve hatta kapıştırması ve hatta karmançorman etmesi
yanında her iki devletteki ve Avrupa’daki medyaları, aydınları, sinemaları
yerden yere vurması da göz ardı edilmemeli. Avrupa Birliği’ne ilişkin yorumları
da ilgi çekici: Birçok açıdan. Ama Ege’ye ve iki yakasındaki karşılıklı
komşularına gelince elinde değil ille Türkiye’yi tutacak. Evet bir Yunanlı için
inanılır gibi değil: Türkiye’yi onun kadar seven de az bulunur hani. Alem
adammış Elias. Güzel’in yalancısıyım. Ama Petropulos da söyleşisinde bunları
ispat edici birçok şey anlatıyor.
Güzel’in söyleşi yaptıklarından biri de iyi yazar
ve öğretim üyesi Nedim Gürsel. Güzel’e onu soruyorum. İşte yanıtı:
«Nedim artık bilinen ve tanınan bir yazarımız. Yazdıkları ve yaptıklarıyla. Söyleşimizde
bunları biraz daha açmaya ve açıklamaya çalıştık. Nedim de Elias’la arkadaşlık
etmiş bir dosttur. Nedim, bir ara Yunanlı bir hanımla evli olduğu için
Paris’teki ‘Küçük Yunanistan’ı iyi tanıyordu. Hatta o günlerde Paris’te yaşayan
birçok arkadaşına ‘Yahu madem Türkiye’ye gidemiyorsunuz bari bir Yunanlı kızla
evlenin, böylece tatilinizi Yunanistan’da geçirir ve hiç olmazsa hasret
giderirsiniz, çünkü Yunanistan Türkiye’ye çok benziyor’ diye sevimli, epey
‘uyanık’, ama sonuçsuz tavsiyeler yapıyordu. Nedim’le yazarlık, kimi
yapıtlarındaki bir tür masum veya utanğaç cinsellik ve benzeri binbir konuda
söyleştik. Aydın ve aydının sorumluluğu konusunda da. Ataol Behramoğlu’nun bu
konularda söyledikleri de son derece dikkat çekici ve yararlı.»
Paris uzun zaman ressamlarımızın birinci durağı ve
sık sık ta son durağı oldu. Çok eskilere gitmeden 1940’ların sonundan
itibaren gelenleri düşünecek olursak,
işte ilk akla gelenler Selim Turan’lar,
Avni Arbaş’lar, Nejad Devrim’ler, Abidin’ler, Remzi Raşa’lar, Albert
Bitran’lar, Hakkı Anlı’lar, Mübin Orhon’lar, Ömer Uluç’lar, Ömer Kaleşi’ler, Utku Varlık’lar, Yüksel
Arslan’lar... Hepsi evet hepsi buraya geldiler, burada tuval açtılar, çizdiler ha çizdiler, ressamlıklarını ispat
ettiler ve belli bir süre sonra, epey
perişanlık ta çektikten sonra, nihayet sadece ressamlık yaparak geçinebilmek
olanağını elde ettiler. Bu bir tür «milli piyango»ydu. Kendilerini
sevdirmesini ve saydırmasını bildiler.
Böylece zamanlarının tümünü hayatlarını adadıkları sanatlarına, resime
ayırabildiler. Bu herkes için ve her zaman o kadar kolay bir iş değildir. Bilen
bilir. Bu akım içinde ve gençlerden iki isim seçmiş M. Şehmus Güzel. Onları
kendisinin tanıtmasını rica ediyorum:
«Evet
Paris’te 1980’lerden bu yana demir atmış, kendilerine bir mekan ve çevre
yaratmış iki ressamımızı seçtim. Biri erkek, biri kadın. İkisi de son derece
dost, iyi sanatçı ve gerektiği zaman ellerini ateşe sokmaktan çekinmeyen iki
aydın: Biri İsmail Yıldırım, öbürü Ody Saban. Resimleri ve yaşamları
birbirinden çok farklı. Zaten birbirine
benzemelerinin bir anlamı da olmazdı. O açıdan anlattıkları da çok farklı. Ody
benim sevdiğim ‘delilerden’dir. ‘Deliliği’ biraz Abidin’i anımsatır. Yeri
gelmişken eklemeliyim, Abidin de Ody’nin resmini beğenirdi. Ody, kadınlar ve kadınlık konusunda
söyledikleri ve çizdikleriyle daha çok
tanınmayı hakeden bir sanatçı. Hayatı da başlıbaşına bir roman. Hangimizin hayatı roman değil ki ? İsmail’in hayatı da öyle. Nitekim
söyleşilerimizde her ikisinin hayatından kimi dilimleri bulacaksınız. İşin
çarpıcı bir yanını da böylece keşfediyoruz: Ody’nin İsrail’de bir «tur»
attıktan sonra, İsmail’in ise Lübnan’da Filistin özgürlük savaşçılarının
yanında savaştıktan ve savaş
koşullarında bile resim yapmayı ihmal etmeden, Paris’e gelmiş olmalarıdır. Bu iki iyi sanatcının ayrı ayrı zamanlarda ve
ayrı ayrı biçimlerde Paris’e gelmeleri Paris’in önemli özelliklerinden birini
bir kez daha sergiliyor: Evet Paris işte biraz da budur: Yolların, yaşam
çizgilerinin ve mesleklerin kesiştiği
bir başkent. Bir ugrak. Bir durak. Kimi
kez çok uzun ve hatta son durak. Şimdi her ikisi de Türkiye’de de tanınıyorlar.
Çünkü her ikisi de resimlerini seven çevreler tarafından benimsendiler. Bir
sanatçı için önemli olan meselelerden biri budur: Çevresini, sevenlerini
bulmak. İsmail ve Ody’nin ortak
noktalarından biri de şudur: İkisinin de paylaşmayı bilmeleri. Ody son derece ve hakikaten cömertttir. İsmail de kendince öyledir.
Atölyesinin «kapılarını açık» bıraktığı
günlerden birinde ziyaretine giderseniz
eli boş çıkamazsınız. Aklınızda bulunsun.»
Güzel’e kitabına ilişkin birkaç soru daha sordum,
burada söyleşiler üzerine söyleşimizin bu bölümünü olduğu gibi takdim etmek
istiyorum:
- Neden bu kadar kapsamlı bir söyleşiler dizisi
yapmak ihtiyacı duydunuz ?
- Mina Urgan, Bir
Dinozorun Anıları’nda bir yerde
aynen şunları yazıyor: «Belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için, herkesin
anılarını yazmasını yararlı buluyorum.» Bu son derece yerinde bir tavsiye. Bunu daha önce ve daha
sonra ben de ve uzun yıllardan beri yorulmadan bütün eşe, dosta önerdim ve hala
öneriyorum. Ancak gerçekçi olmak lazım, geçen
zaman içinde gördüm ve gördük:
Türkiye’de anılarını yazmak meraklısı çok değil. Söze dayalı, herşeyi sözle
aktarmaya alışkın olduğumuz için sözün yeteceğini sanıyoruz. Bunun özünde
eleştirilecek hiç bir yanı
da yoktur. Ve
hatta ne iyi ki bunu bilebiliyoruz bile diyebiliriz. Ancak sadece
bununla
yetinilmesi sorun yaratıyor. Sadece sözün ve sözlü
aktarımların yeteceği
kanısında değilim. Söz uçuyor yazı kalıyor. Öteden
beri bilinen bir şeydir bu.
Hele sonbaharda, hele kışın: Ölü yaprakların alıp
götürdüğü sözleri,
sözcükleri, cümleleri işte her geçen gün hep
beraber üzüntüyle görüyoruz. Evet
bu beni üzüyor. Eh o zaman birilerinin öbürlerinin
yerine yazması gerekiyordu.
Yakınımda bulunan ve yapıtlarını okuduğum, izlediğim,
gördüğüm, dinlediğim ve
beğendiğim kadın ve erkekler için bu işi bizzat üstlenmek,
benim açımdan, biraz
önce isimlerini andığımız değerli sanatcılarımızın, yazar, şair
ve müzisyenlerimizin sözlerini kalıcılaştırmak arzusuna tekabül ediyor.
Elbette aralarında sıkı ve sahici yazarlar bulunuyor. Ama onlar kitapta yer
alan konuşmalarımızı pek yazmıyorlar. Veya isterseniz yazmıyorlardı diyelim.
Çünkü belli olmaz bakarsınız birkaçı önümüzdeki zaman dilimi içinde anılarını
yazmaya başlayabilir. Bu kitap bu işe de yararsa ne mutlu bana. Konuştuklarımın kimi ise hiç yazmıyor. Bakın
İsmail Yıldırım, Ody Saban (kimi makaleleri olsa bile), Mehmet Koç, Abuzer Koç
( birkaç yıl önce yitirdik), Ahmet Kaya (onu da yitireli sekiz yıl oldu
biliyorsunuz) hiç yazamadılar veya bu konularda yazmaya fırsat
bulamadılar. Bu söyleşilerin onların
sözlerini taşımasını ve meraklılarına ulaştırmasını birincil amacım sayıyorum. Bu işi bunun için
yapmış olmak benim açımdan gerekliydi. Elbette yeterli değil. Çünkü her birinin
anlatabilecekleri ve söyleyebilecekleri daha dünya kadar şey vardı ve birçoğu
için hala var...Yani bu söyleşilerle her şey çözümlenmiş te olmuyor. Daha
yürünecek epeyce yolumuz kalıyor...
- Söyleşilerin ne tür öneminden veya önemlerinden söz
edebiliriz ?
- Kanımca sanatcıları, bilim kadın ve adamlarını,
yazar ve şairleri kısacası yaratıcıları tanımak
için onlarla söyleşi yapılması çok yararlı yöntemlerden biridir: Onları
ve yapıtlarını tanımak veya biraz daha iyi tanımak için bu tür söyleşilere
ihtiyacımız olduğundan eminim. Kendini anlatan, yazan anlamında, çok az sayıda
sanatçı vardır. Hele Türkiye’de. Kimi yazarımız, şairimiz bazı yapıtlarında
kendilerine, geçmişlerine ilişkin birkaç noktaya değiniyorlar. Ama bu genel
olarak yetersiz kalıyor. Ayrıca hiç bir sanatçı ve yaratıcı neden ve nasıl
yarattığını, neden ve niçin yarattığını yazmıyor. Bu konudaki istisnalar kuralı
bozamıyorlar. İşte bu nedenle de onları konuşturmak gerekli oluyor. İşte söyleşi zamanlarında, ve o zaman ve
sadece o zaman, onlarla yapılan söyleşiler sayesinde onlar ve yaptıkları veya
yapacakları hakkında yeni ve hatta yepyeni birçok şeyi öğrenmek mümkün
oluyor. Veya olabiliyor. Bunları her söyleşiyi okuduğunuz zaman siz de
göreceksiniz. Örneğin Taner Timur gibi
ciddi bir bilim adamı sayesinde
toplumsal tarihin resmî tarihle hesaplaşması gerektiği sonucuna
ulaşabiliyoruz. Bu yabana atılır bir saptama değildir. Evet herkes veya çok
sayıda kadın ve erkek resmî tarih(ler)in devlet-ulus(lar) tarafından nasıl
"yaratıldığını", uydurulduğunu dememek için bilmeyebilir, bilmez de, bu durumda bunu Taner Timur gibi
bir bilim adamının ağzından öğrenmek az şey midir? Değildir elbette. Ressamlar,
yazarlar, müzisyenler, ozanlar ve şairler ile yaptığım söyleşiler onların
sanatlarını, onların ağızlarından, kenarından köşesinden bile olsa aralamak ve
ilgilenenlere bir parça bile olsa anlatmak, açıklamak amacını taşıyor: Nasıl
yaratıyorlar? Neden yazıyorlar? Ne tür yöntemler kullanıyorlar ? Neden bu
yolları kullanıyorlar ? Ve bir dizi soru daha...Bunların ve benzeri birçok
sorunun yanıtını aramak başlıbaşına bir serüven. Şairle şiiri, yazarla boş
kağıt önündeki ilk çeyrek saati, daktilosu ve şimdilerde artık bilgiSARAYI, ressamla
tabloları, müzisyenle sözleri ve çalgıları arasındaki ilişkiler, "doğum
sancıları" ve daha binbir macera var anlatılanlarda. Kimi bakımdan
birçoğunda kesişen ortak şeyler de bulabiliyoruz. Bu söyleşilerde mutaka sizin
de dikkatinizi çekti: Çocukluğun ve çocukken yaşanılanların önemi sanatçılığa
giden yollarda epey belirleyici. Belki de epeyden biraz daha fazla belirleyici.
Öte yandan söyleştiklerimin tümüne
yakını ve hatta tümü bile diyebilirim,
anlattıklarıyla toplumsal tarihe katkı yapıyorlar: Öyküleri, yaşadıkları
ve/veya yaşayamadıkları ile. Çünkü burada söyleşi yaptığım ressamlar, şairler,
ozanlar, müzisyenler, türkü sanatcıları ve yazarlar öyle sıradan kişiler değil:
Okuyucular da görecekler ve bana hak
vereceklerinden eminim. İsimlerini andıklarımız anlattıklarıyla bilgi
hazinemizi genişletiyorlar: Yakın hatta çok yakın siyasi tarihimizin kimi
"anahtarlarını" bize sunuyorlar. Bu "anahtarlarla"
istediğimiz kapıları açmak artık bize kalıyor: Bana ise «Haydi hep beraber nice
yolculuklara, söyleşiler eşliğinde» demek kalıyor.
- Son bir soru olarak söyleşilerinizi yaparken nasıl
bir metod kullandığınızı açıklamak ister misiniz ?
- Hayır
açıklamak istemem «bu bir meslek sırrıdır» demek var ama demiyorum. Böyle bir
yanıt size ve bu söyleşimizi
okuyacaklara karşı hoş olmaz. Dahası bu söyleşimizi okuyucakların da
umarım kendi çevrelerinde bu veya benzer yöntemi uygulayarak konuşturmak
isteyecekleri insanları konuşturmalarını, şiddet kullanmadan
bilhassa ( !), çok isterim. Dolayısıyla söyleşi yönteminde dikkat
edilmesinin yararlı olacağını umduğum birkaç «anahtarı» onlarla paylaşmak benim
için bir zevk olacaktır. En başta
söyleşiye gitmeden önce söyleşi yapılacak kişinin hayatını ve yapıtlarını iyi
tanımak lazım. Öyle «kafadan» ve artık klasikleşmiş, hatta gına gelmiş sorularla
kalkıp söyleşi yapmak için yola çıkmamak gerektiğine inanıyorum. Yazarsa
yapıtlarını, ressamsa eserlerini, müzisyense
müziğini, türkülerinin sözlerini, tiyatro sanatcısıysa oyunlarını
bilmeden söyleşiye gitmek ve ona
özgeçmişini anlattırmak onunla söyleşi anlamına gelmez. Tartışmak ta dahil
hazırlıklı olmak lazım söyleşiye. Bu bir futbol veya boks maçı değildir ama
okuyucuya kimi konularda açıklayıcı, hayatında ve kültürel eylemlerinde işine
yarayıcı unsurlar sunucu bir armağan olmalıdır. Bunun için de gerekirse söyleşi
yapılanla tartışmaktan kaçınılmamalıdır. Dostunuz bile olsa. Tabii nazikçe.
Söyleşilerde bir başka altın kural «susmayı bilmek»tir. Söyleşilerdeki en
önemli altın kural da budur. Söyleşi yapılanla aşık atmak için söyleşi
yapılmaz. Söyleşinin amacı onu konuşturmaktır. İki kulağımızın bir ağzımızın
olması bu işte çok işimize yarar/yarıyor. Kulaklarımızı dört açmak diye yeni
bir kural getirmek, yeni bir deyiş önermek bile olası. Gözlerimizi kabatmadan
elbette. Söyleşi yapanların kiminin vazgeçemediği, hele televizyonlardakilerin
maalesef gelenekselleştirdiği gibi
sürekli olarak «Bakın ben de ne kadar çok biliyorum» havası verilmesinden
özenle kaçınılmalıdır. İki de bir söyleşi yapılanın sözü kesilmemeli, kusuru
olursa/varsa kusuru yüzüne vurulmamalıdır.. Oraya bağcıyı dövmeye değil
üzümünün tadına bakmaya gidildiği unutulmamalıdır. Bu deyiş burada elbette
fırsatçı anlamda kullanılmıyor, rasyonel/akılcı anlamda kullanılıyor. Bunun
tersi hem ayıptır, hem de işin amacına ters düşer. Zaten bizde iyi bir kural
biçimine dönüştürülmüş hoş bir deyiş
vardır: Konuşanın sözü kesilmez denir. İşte
unutulmakta olan bu kuralı anımsamak ve bizzat uygulamak gerekiyor.
Kanımca o zaman okuyucunun işine yarayacak, yol gösterici ve kalıcı bir söyleşi
gerçekleştirmek olanağı bulabileceğiz. Bu amaçla herkese iyi söyleşiler
diliyorum. Hele uzun kış gecelerinde. Televizyonlarınızı lütfen kapayınız,
nene, dede, anne, baba, amca, teyze, dayı, abla ve yaşlıları konuşturunuz,
seslerini kaydediniz önerisini de yapmama lütfen izin veriniz. Kolay gelsin.
Başarılar herkese..
Kaldıraç
Yayınevi,
Hüseyinağa Mahallesi, Topçekenler Sokak, no: 18/1
Beyoğlu/ İstanbul
Telefon ve faks: 0212 251 68 61
www.kaldiracdergi.com
kaldiracdergi@gmail.com
ilişki kurulması gereken: ÜLKÜ GÜNDOĞDU
ANKARA İRTİBAT: Mithatpaşa Cad. No: 34/F Daire: 33
Kızılay/ Ankara,
Telefon ve faks: 0312 434 39 71