Üço

                  



 

Otobüs Enver'in benzin istasyonunun hizasına geldiğinde muavin usulca omuzuna dokundu.

 - Amca uyan geldik.

Hızla kalktı yerinden. Ceketini aldı ve arka kapıya doğru yürüdü. Ağustos ayının en sıcak günleriydi. Vakit ikindiye yakındı ve sıcak or­talığı kasıp kavuruyordu.

Otobüsten indi. İçinde korkuyla karışık bir heyecan vardı. Derin bir nefes çekti. Benzinliğe doğru baktı. Sıcakta dışarıda kimse görün­müyordu. Yalnız bir traktör pompalara yanaşmış akaryakıt alıyordu. Kimselerin kendini görmemesi için hızlı adımlarla Bala- Damlacık yol ayrımına doğru yürümeye başladı.

Dümdüz ova, tarlalar ayağının altında uzanıyordu.

'Yoldan gidersem bir gelen olur, tanır' endişesiyle kendini tarlalara Yusufkuyusu Köyü'ne doğru vurdu. Oysa yıllar geçmişti... 'Tanırlar mı bunca yıldan sonra?...' diye düşündü.

Yumuşacık toprak ayağının altında dağılıyordu. Toprak kokusu kendini mest etmişti. Her adımda ayağının altındaki toprağı biraz daha fazla his­sediyor, ovadan gelen tozla karışık toprak kokusunu burnuna çekiyordu.

Dile kolay tam otuzaltı yıl sonra ilk kez geliyordu memlekete. Yıllar yılı Adana'nın Çukurovasında ırgatlık yapmış pamuk tarlalarında rençberlikte elleri patlamıştı.

Köyde Genco amcasının yanında yetim büyümüştü ve eşe dosta, akrabaya, yuvaya hasret, gençliğinin en güzel çağlarını da gurbet ellerde tüketmişti. İçin için 'bir gören olacak' diye hâlâ korku içindeydi. Ama artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Akrabaları, tanıdıkları köyü tarlaları gö­zünde tütüyordu.

Kimler ölmüş kimler sağ bilmiyordu.

Yusufkuyusu'na doğru tarlalardan ağır ağır yürürken arada bir asfalt­tan köye dönen araçları gördükçe tarlanın içine oturuyor görünmemeye çalışıyordu.

Yusufkuyusu'nun alt yamacındaki kil kayalıklarına yetiştiğinde güneş ağır ağır kızıllaşmaya tepelerin ardına doğru çekilmeye başlamıştı. Kil kayalıkları artık tamamen yok olmuş ufak tefek tümseklerin dışında bir şey kalmamıştı. Çocukluğunda tepelerden aşıp yanlarında getirdikleri küçük torbalan kille doldururlardı. Sabun nedir bilmiyordu o zamanlar. Beşe yengesi onun kafasını yararcasına hoyrat bir şekilde kili kafasına sürdüğünde çığlıklar atar, ancak banyodan sonra ışıl ışıl parıldayan saç­larını parmaklarıyla düzeltmenin zevkiyle her şeyi unuturdu.

Husebeke'nin yaylasından ovaya doğru ılık bir rüzgar ağır ağır esme­ye başlamıştı. Yusufkuyusu'nun alt yanından dereyi takip ederek köyü geçti. Büyük Damlacık'ın üst tarafına doğru yürümeye başladı. Köye yaklaştıkça heyecanı, korkusu daha da artıyor kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu.

Sıcaktan sırtındaki gömlek su gibi olmuştu. Ceketini omuzsuna atmış dere boyunca yukarıya doğru yürüyordu. Tepelere yaklaştıkça her şey daha da belirginleşiyor, onu alıp gerilere götürüyordu.

Kenger toplamaya çıktıkları, sürülerini güttükleri tepeler aradan ge­çen yıllara rağmen kendinden hiç bir şey kaybetmemiş, olanca doğallı-ğıyla uzanıp gidiyordu. Büyükdamlacık'la, Küçük Damlacık bir vadi gibi Hirfanlı barajına doğru uzanan tepelerin arasındaki iki derenin içi­ne kurulmuştu. Zamanla derelerden yukarı doğru evler çoğalmıştı. İki köyü arada bir tepe ile büyük bir dere ayırıyordu.

Büyük Damlacık'a yetişmeden aşağılarda ağıllar vardı. Çobanlar bu ağıllara davar sürülerini getiriyorlardı.Uzaktan akrabası olan Şıdo çoğu zaman Büyükkışla'nın sırtlarından Kaynar'a doğru, oradan tam üç kö­yün orta yerinde uzanan dağlardan Damlacık'a doğru sürülerini indirir, çepeçevre Damlacıklar, Büyükkışla, Kaynar, Yusufkuyusu'nun ortasında ki dağların serin esen bir yerinde demledikleri çayları içerlerdi. Bazan Genco amcasının siniri tepesinde ekin biçtirirken sıcağa yorgun­luğa daha fazla dayanamazdı. 'Apo', derdi dağları göstererek, 'Karşı dağdaki mağaradan bir sakallı ihtiyar çıktı beni köyden çağırıyorlarmış' derdi. Kan ter içinde elindeki tırpanı ekinlere sallayan Genco Kürtçe küfürü basarak üzerine yürür ve 'Hunvarşino çabuk ekini destelemez­sen seni o ihtiyarın yanına gönderirim, ker küre ker!' derdi.

Daha çocuktu. Çok küçüktü. Yakıcı sıcak altında aç susuz, zor günler­di ama o zoru bile özlemişti. Açlığın susuzluğun en dayanılmaz anla­rında gözleri köy tarafında, atına binmiş tozutarak gelen Beşe yengesini beklerdi. Yufka ekmeğin içine dökülmüş tereyağlı pilav, soğan ve ya­nında testide buz gibi 'çalkama'ya aç kurtlar gibi saldırırdı.

Ağıllara fazla yanaşıp da çoban köpeklerine yakalanmamak için dere­lerin sellerle oyulmuş iç kenarlarından yürüyordu. Küçük küçük taşlar ayağının altından yuvarlanıp derenin içine dökülüyordu.

Anasını hiç tanımıyordu. Anası kendisini yaşama getirdiğinde acılar içinde kıvranarak ölmüştü. Babasını hayal meyal hatırlıyordu. Birden bir ürperti geldi babasını getirince aklına. İçinde yürüdüğü dereden korktu. Kulağına uğultular gelmeye başladı. Titredi. Ayağının altındaki topraktan kayarak elleriyle dereninin kıyısına tırmandı. Kavurucu yaz sıcağında üşütmüştü o an aklına gelenler.

Yağmurun fırtınanın her tarafı kararttığı günlerden bir gündü. Daha iki yaşındaydı. Evleri Damlacık deresinin hemen üst tarafındaydı. Şim­di susuzluktan kasıp kavrulan dere o fırtınalarda dağlardan, önce bir uğultuyla başlayan, ardından korkunç bir gürültüyle gelen sellerle dolup taşıyordu. Tepeden korku içinde azgın azgın Hirfanlı Ovası'na doğru akan sele bakıyorlardı.

Genco amcası yağmurun içinden dağdan derin derin gelen bağırışlara kulak kabarttı. Ardından uzaktan gelen bir silah sesiyle fırlamıştı dışarı. Onlar da ardından. Kurşun sesi sağanak halinde yağan yağmura rağmen bir dalga gibi yayılıp damlacığın tepelerinden köye doğru yayılmıştı. İn­sanlar korku içinde kafalarını kaldırıp yağmura kulak kabarttılar. Kötü bir hal olduğunun işaretiydi kurşun sesi. Şıvanları Hamo çamura bata çıka köye doğru geliyor bir yandan da feryatlar ederek bağırıyordu.

- Mısto sele kapıldı, Mısto sele kapıldı, Gencooo Mısto gitti!!!

Babası fırtınayla gelen yağmura dağda yakalanmıştı. Hamo'yla birlikte davar sürüsünü köye doğru sürmeye çalışıyorlardı. Koyunlardan iki üç tanesi dereye doğru gitmiş Mısto da ardından inmişti. Aniden çoğalan sel suları iki koyunu aşağı çekmiş hayvanlar suda çırpınmaya başla­mışlardı. Mısto derenin kenarında koyunlarla birlikte koşuyor giderek artan sel sularına aldırmadan zaman zaman kıyıya yaklaşan hayvanı yakalamaya çalışıyordu. Dağdan inen sel suları dere yatağının daraldığı yerlerde çoğalıyor, azgınlaşıyordu. Hamo'nun en son gördüğü Mısto'nun ayağının kaydığı ve bulanık suların içinde çırpındığıydı.

Köylüler akın akın köyün aşağılarına dere yatağının genişlediği kı­sımlara doğru koşup derenin etrafını sarmışlardı.

Mısto, Mıstooo, diye bağıran köylülerin feryatları azgın selin gürül­tüsüne karışıp kayboluyordu. Babasının cansız bedenini saatler sonra Hirfanlı Ovası'na yakın düzlükte bulmuşlardı.

Damlacığın üstünü kara ağıtlar sarmıştı.

... ,

Bir süre dereye inmeden kenardan yürümeye devam etti. Güneşin kızıllığı ağır ağır azalıyordu. Dağın tepesinden hoş bir ikindi rüzgarı esmeye başlamıştı, arada bir uzaktan köpek sesleri geliyordu.

İki Damlacığın arasındaki dereden tepeye doğru tırmanmaya başladı. Köye yaklaştıkça heyecanı giderek artıyordu. Kendisini nasıl karşıla­yacaklardı?

Genco amcası hâlâ yaşıyor muydu? Beşe yengesi ne yapıyordu? Onu görünce ne diyeceklerdi.

Sırtındaki beyaz gömlek terden renk değiştirmiş vücuduna yapışmış­tı. Yorulmuştu Üço. Artık yaşı bir hayli ilerlemişti. Tozunu attırdıkları köyden köye yarım saati bulmadan yetiştikleri günler geride kalmıştı.

Dere yatağının içinde kendiliğinden oluşmuş mevzi gibi bir oyuk çu­kurun içine oturdu. Toprağını, kokusunu, havasını her şeyini özlemiş­ti. Bacağındaki kumaş pantolona, gömleğe bakmadan uzandı kortenin içine. Gökyüzünde bir tek bulut parçası yoktu. Masmavi bir deniz gibi seriliydi gökyüzü.

Etrafını inceledi biraz. Bu bitmek bilmeyen yolculukta anılar birer birer belleğinden dışarı fırlıyor, canlanıyorlardı.

Gittiği günü düşündü. Köyünü, toprağını, sevdiklerini bırakıp kaç­mak zorunda kaldığı günleri.

Böyle bir mevzide geçenlerden sonra ayrılmak zorunda kalmıştı köyden.

Bir ürperti sardı o an yeniden vücudunu. Ağustos sıcağında üşüdüğü­nü hissetti bir an.

Bir silah sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı.

'Bavo!', dedi yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle koştu. Bir çuku­ra attı kendini. Köşeye büzüldü. Korkudan titriyordu. Reşo dayısı mav­zerinin ağzına kurşunu verdi. Ona döndü. Kafasını okşadı;

- Matırsa lo zarokno... (Korkma çocuk...)

Daha onbir yaşındaydı. Ama Reşo dayısı yanındaydı. Sığındıkları çu­kurun ilerisinde tepenin diğer yamacından Büyükdamlacıklı Salih'in sesi geldi.

- Raşo ben Salih, ateş etme xalo, yanımda Nuri var.

Reşo duyulur duyulmaz bir sesle söylendi.

Namussuz asker kaçakları, eşkiyalar..., diye söylendi.

Reşo, Salih'le Nuri'nin askerden kaçıp geldiklerini, bu dağlarda mil­letin iflahım kestiklerini duymuştu. Nicedir atını topuklayıp o dağ senin bu dağ benim onların peşine düşmüştü. Bu yokluk zorluk döneminde halka zulüm etmelerini kabullenemiyordu. Zor yıllardı yaşadıkları. Sa­vaş gelmiş kapıya dayanmıştı.

'Yunan askeri Konya ovasına, Karacadağ eteklerine gelip dayandı', diyorlardı.

Atatürk'ün askerleri gelip köy yerinde harmanlarına el koymuşlar, köylüyü döve döve harmanları mühürlemişlerdi. Açlığın, kıtlığın kıran gibi gezdiği o dönemde, savaş var' denilerek ellerinde avuçlarında ne varsa alınmıştı. Ellerinde avuçlarında olansa bir yıl boyunca çalışıp ka­rasabanlarla sürdükleri topraklarından boy veren başaklar ve onlardan dökülen tahıldı. Bir yılı, o harman yerine döktükleri bir avuç tahılla geçireceklerdi. Un, tohumluk, bulgurlukları hep o mahsule bakıyordu. Ama jandarmanın dipçiğinin insafı yoktu. Neredeyse ellerinde ki bütün mahsulü alıyorlardı. Bir dayısı Reşo direnmişti jandarmaya.

- Bizleri aç bırakıyorsunuz, ne diye hepsini alacaksınız emeğimizin, demişti.

Jandarma komutanı karşısında yağız bir atın sırtında durup kendileri­ne meydan okuyan köylüye kızgınlıkla bakmış;

- Seferberlik var duymadın mı emirdir, bütün mahsule el koyacağız, demişti Atını yerinde durduramayan Reşo;

- Komutan hepsini alırsanız köylü ne yapacak? Bari birazını bırakın demişti.

Sıcaktan kızaran yüzüyle toza toprağa bulanmış jandarma komutanı öfkelenmiş, daha çocuk denecek yaşta ki bu gürbüz delikanlıyı 'devlete karşı geliyor' diyerek jandarmalara yakalamaları emrini vermişti. Reşoyu yakalamak kolay mıydı!

tını şaha kaldıran Reşo iki jandarmayı adeta tepeler gibi atını üzer­lerine sürmüştü. Komutan silahıyla nişan alana kadar Reşo Kaynar'ın eteklerine yetişmiş gözden kaybolmuştu. O günden sonra jandarma dağlarda devriye gezmiş ama Reşo'nün izine rastlayamamıştı.

Gözü karaydı Reşo'nun.

Güneşin daha kızıllığına dönüşmediği bir günün sabahında ovadan gelen motor sesiyle irkilmişti köylüler. Eski bir askeri kamyon mezarlı­ğın oradan ağır ağır köy camisine doğru ilerlemiş, köyün orta yerindeki caminin önünde durmuş içinden inen bir subay ve askerler camideki in­sanları dışarı çıkarmışlardı. Cami imamı köyün hoparlöründen komu­tanın söylediklerini Kürtçe olarak tekrar etmişti. O gün bir iki saat için­de köyde eli silah tutan hemen herkesi toplayıp savaşa götürmüşlerdi.

Ardından ay ayı kovalamış dönen dönmüş ama hâlâ bir çok köylü köye dönememişti.

Dedesi Üço'ya; Oğul, Yunan Karacadağ eteklerine kadar geldi. Asker­lerimiz perişandı. Hepimizi korku içindeydik. Bu gün yarın Yunan as­kerlerinin köyümüze giremesini bekliyorduk. Allaha yalvarmaktan başka bir çaremiz kalmamıştı. Hani derler ya 'kul bunalmayınca hızır yetişmez' diye. İşte Yüce allahım bu müslüman, mazlum halkın yakarışlarını gör­dü. Tam Karacadağ üzerinde uzun gagaları ve kocaman kanatlarıyla ebabil kuşları çıktı. Onlar allahın askerleriydi. Yunan ordusu neye uğradığını şaşırmış allahın askerlerinin bir kılıç gibi inen gagalarından kur­tulmaya çalışıyorlardı. Allahın askerleri 'Allah Allah' sesleriyle Yunan'ı Karacadağ'dan sürdü attı. Yoksa halimiz perişandı, diyordu.

Salih'le Nuri savaştan silahlarıyla birlikte firar etmişler, direk köyün yolunu tutmuşlardı. Yolda önlerine geleni soyuyor, dövüyorlardı. O dö­nem birçok insan uzun süren savaştan kaçıyordu.

Salih

- Lavo bu deli Reşo'dur. Kesin bizi öldürür. Çok yiğit, korkusuz ve silahıyla namlıdır. Mavzerinin sesi bütün Bilikan köylerinden tanınır. Biz nasıl edek? Bunu kandırıp öldürelim. Yoksa bu bizi sağ bırakmaz, dedi. Oturup planlar yaptılar çukurda.

Reşo, Bilikan aşiretinin gözü pek, attığını vuran bir yiğididir. Mustafa Kemal'in askerlerine karşı gelmiş dağları mesken tutmuştur .Onlarca jandarma üzerine gitmiş, kaç kez kuşatmaları yararak çıkmıştır. Çevre köylerin, Damlacık'ın, Büyükkışla'nın, Kaynar'ın köpekleri bile onun karayağız atıyla köye inişine susuyorlardı. 'Deli' diyordu köylüler cesa­retinden ona. Haksızlık eden devlete başkaldırmış, ama hırsıza, soygun­cuya aman vermiyordu.

Yiğitti Reşo. Sözünde durur, verilen sözlere güvenirdi. Kaçaklar Reşo'ya 'Ateş etme geliyoruz!', diye bağırıp beyaz bez sallamışlardı. Salih ayağa kalkarken, ardından Nuri Reşo'nun üzerine kurşunlan bo­şaltmıştı.

Reşo, 'Kansız kancıklar...' diye inleyerek kanlar içinde yanına yıkıl­dığında Üço korkudan altına kaçırmış nefesini tutup bir top gibi büzü­lüp ağlamaya başlamıştı.

Salih'le Nuri Reşo'nun vurulduğundan emin olmak için tüfekleri elle­rinde parmakları tetikte onların bulunduğu çukura doğru yanaşmışlar­dı. Onlar yanaştıkça Üço adeta kirpi gibi kendini toprağa sokarcasma büzülmüş korku içinde ağlamaktaydı. Adamlar onu tanımamışlardı.

- Lo kuro kimsin sen, ne gezersin bu deli Reşo'nun yanında?

ço korku içinde ağlarken ağzından bir tek, 'Üço Mısto...' sözleri dö­külmüştü.

Dayısıydı Reşo. Onu çok seviyordu. Köye indiği zamanlarda onu atı­nın terkisine atıyor, dağlara götürüyordu. Çocukluk yıllarının en güzel anılarıydı. Reşo dayısının yanında onun kara, ağır mavzerini eliyle yoklayıp severken, adeta 'dağları ben yarattım' edasına bürünürdü.

Salih tüfeğin namlusunu Üço'nun alnına dayamış

- Lavo biz seni de öldüreceğiz, bizi gördün. Seni bırakırsak Male Be­zeler bizi sağ komaz, demişti.

Üço korku içinde ağlarken bir yandan da, Ape kurbanınız olayım beni vurmayın, Ben kimseye söylemem diye yalvarıyordu.

Salih tüfeğine davrandığında Nuri onu engellemiş ve "Salih yav ço­cuk bak söylemem diyor, yazık yetimdir, bırak gitsin", dedi.

O an korku içinde ağlayarak köye nasıl kavuştuğunu bilmiyordu. Ne ettilerse onu konuşturamamışlardı. Adeta dili tutulmuştu. Günlerce odadan çıkmamış, yaşadığı olayın dehşetinden kurtulamıştı. Adamların kafasına dayadıkları namlunun soğuk demiri hala tüm vücudunu üşü­tüyordu. 'Bir kelime söylersen seni de öldürürüz' demişlerdi. Büyükleri ne ettilerse ağzından bir kelime atamışlardı, 'ez nızanım' (ben bilmiyo­rum) diyordu sadece.

Reşo dayısının kanlar içinde üzerine yıkıldığı an hiç gözünün önünden gitmiyordu. Geceleri korku içinde uykusundan uyanıyor 'Daye, daye (Anne) diye bağırarak odadan kaçıyordu. Üço'nun bu tuhaf halinden en­dişelenen Beşe kadın onu köyün hocasına götürmüştü. Üço altı aya yakın camiye hocanım yanına gitti geldi. Duaların hepsini ezberlemişti. Ama hiçbirinin faydası olmamıştı. Aynı kabusları yine görüyor korku içinde yatağından fırlıyordu. Yatağına giren yılanlar, fareler onu çıldırtıyorlardı. Feryatlar içinde yorganı fırlatarak yatağından kaçıyor daha sonra oturup avucunun içinde soldan sağa doğru parmağıyla yazar gibi kuran okuyordu. Sakladığı bu sır her geçen gün ona ağır geliyor artık bu sırrı taşıyama­yacağını hissediyordu. Onüç yaşına basmasına günler kala Üço kimse­lere haber vermeden bir kuşluk vakti kendini yollara vurmuş köyü terk etmişti.

  
Tepenin başına vardığında iki köy de ayaklarının altında serili bir şe­kilde duruyordu.

Gözleri doldu. Evleri uzaktan seçiliyordu. Köyde bir çok evin kapısı­nın kapandığını, ıssızlığı farketti.

İnsanların çoğu şehirlere göç etmişlerdi. Köyde kalanlar çoğunlukla ihtiyarlar ve kadınlardı. 'Kimselere görünmeden eve yetiştim...' diye sevinirken gelen sesle irkildi.

- Merhaba Brano.

Sesin geldiği yere dönerken korkudan donup kalmıştı. Az ötede bir eşeğin sırtında ihtiyar bir adam yayladan Büyük Damlacık'a doğru ini­yordu. Olduğu yerde kaldı.

İhtiyar eşeğin sırtında geldi ona yetişti. Yorgun hayvanın sırtında ada­mın ayakları nerdeyse yere yetişecekti. Başında kirli bir kasket, sırtın­da omuzu sökük bir ceket vardı. Ağarmış sakalları birbirine karışmıştı. Onu tepeden aşağı süzdü.

- Du kiye? (Sen kimsin?)

Nasıl söyledi kendi de bilmiyordu ama ağzından o iki kelime şaşkın­lıkla çıkmıştı.

Ez Üço, Üço Mısto... 

Pee, Üçke Mıstoo, du Üçke Mısto (sen Mıstonun Üçlersin)

Eşeği tepikledi hemen ihtiyar adam.

Büyük Damlacık'a doğru inerken bir yandan da bağırıyordu

- Üço hatiye... Üçke Mısto, Üço hatiye günde...(Mısto'nua Üçler köye gelmiş)

Beşe kadın ilerleyen yaşına rağmen diriliğinden hiç bir şey kaybet­memişti. Üço'yu görünce gözpınarları yağmur gibi yaş boşaltmaya baş­lamıştı. Onu sıkı sıkıya göğsüne basmıştı.

- Üçom kurbanım, benim talihsiz yetimim..., deyip kokluyordu.

Beşe kadın o gün bir çocuk gibi yudu yıkadı Üço'yu. Yılların hasre­tiyle ona güzel yemekler hazırladı. Genco ağarmış sakallan, aksayan ayağıyla oturduğu köşede, derinden gelen iki damla yaşla onu izliyordu. Bir yandan da korku, sıkıntı sarmıştı yüreğini. 'Niye geri geldin oğul, seni yaşatırlar mı' diyemiyordu.

Bir tek oğul bildiği, evlat diye büyüttüğü Üço'ya, 'Durma tekrar git buralardan...' diyemiyordu.

- Uzaklardan geliyorum Beşe, diyordu Üço.

Çok uzaklardan geliyordu. Tam otuzaltı yıl geçmişti. Bir ömürü kaçak sürgün yaşamıştı Üço. O gece Bese'nin dizinin dibinden kalkmadı Üço. Damlacığın derelerinden çok sular akmış, kaç sel almış götürmüştü her seferinde onarılan köyün köprüsünü. Şimdi betondan yüksek bir köprü yapmışlardı. Dayıları akrabaları her biri bir yöne dağılmışlardı. Male Bezeler ile Büyükdamlacıklı Gıncoklar arasında ilk kurşun Üço'nun kaçıp gitmesi yılını doldurmadan sıkılmıştı. Büyükdamlacık'ın E5 ka­rayoluna bakan tarafındaki geniş ovada, bir gece Salih'le büyük oğlu ve yeğeni kurşunlanıp öldürülmüştü. Köyler ayağa kalmış, yas çığlıkları civar köyleri sarmıştı. 'Ölümün, kan davalarının soğuk yüzü bir kere inmeye görsün...' diyordu ağlayarak anlatırken Beşe kadın.

Male Bezeler iki yıl sonra, Reşo'nun ölümünün ardından silahlarıyla köye inen Salih'le Nuri' yi duymuşlardı. İntikamı Reşonun yeğenleri, Hacıosman'la, Resul almışlar, Damlacık ovasında şehirden dönen Salih, oğlu ve yeğenine pusu kurmuş, kurşunlarını üzerlerine boşaltmışlardı. Tam yirmi yıl Bezelerle Gıncoklar arasındaki kan davası durmamış her iki aileden de gencecik fidanlar, delikanlılar toprağa kavuşmuşlardı. Bezeler sonunda 'Yeter' deyip köyü terketmiş şehire göç etmişlerdi. Yine de bu kan davası bitmemiş, yeni yetişen nesillere de taşırılmıştı.

- Üçom, kurbanım, Gıncoklar herşeyi senden biliyorlar...' demişti. Üço o korku dolu günleri bir kez daha anımsamıştı. Dev gibi gövdesiyle Deli Reşo göğsüne, başına aldığı kurşunlarla bir çınar ağacı gibi üzerine yıkılmıştı. Namluların soğuk ucu hâlâ alnını üşütür gibiydi.

Ürperdi.

- Base ben sözümü tuttum. Bu sırrı kendimle sakladım, dedi duyulur duyulmaz bir sesle.

O gece köyde bir çok evin gaz lambası geç vakitlere kadar sönmedi.

Loş ışıklı köy odalarında Üço'nun gelişi konuşuldu. Geçmişin yaprakla­rı birer birer tekrar açıldı.

Sohbetler uzadı gitti.

Dolunayın ortalığı gündüz gibi aydınlattığı gecenin ıssızlığını uzak­tan uzağa gelen ve giderek yaklaşan nal sesleri bozdu. Genco'nun evi köyün sol başında derenin hemen üst yanındaydı.

Dereye doğru kocaman bir bahçe yapmış, meyve ağaçları ile dol­durmuştu. Evlerinin üst yanında tepede arka arkaya Male Bezelerin bırakıp gittikleri ıssız iki ev vardı. Terkedilen evler ayışığında yanma­yan ocakları, ıssızlıklarıyla bir harabe gibi duruyorlardı. Akşamın ilk saatleriydi.

Derinden gelen uğultulara ilk kulak kabartan Genco'nun köpeği Balak oldu. Kafasını kaldırdı. Tepe tarafından gelen uğultuları bir süre dinledi. Önce yavaş yavaş hırladı, ardından havlayarak tepeye doğru fırladı gitti.

Genco akşam namazını yeni kılmış, Üço'yla birlikte çay içiyordu. Balak'ın havlamalarıyla zorlanarak ayağa kalktı.

- Hayırdır inşallah. Gene bahçeye meyve çalmaya geldiler, dedi.

Üço'yla birlikte çardağa çıktılar. Köyün en büyük bahçesini yapmıştı. Hemen her çeşit meyve ağacını yetiştirmişti. Her yaz kayısı, elma ağaç­ları meyveden kırılacak kadar eğilir, meyveler ağaçların altında çürür-dü. Neredeyse tüm köyün meyvesini karşılar, para almadan köylülere meyveleri dağıtırdı.O meyve bahçesini kurabilmek için tek başına tam ikibuçuk yıl dağdan kazarak bahçeye su getirmişti. İsteyen herkese öyle veriyordu. Ama çocuklar gençler yine de geceleri dereden bahçeye ini­yor meyve çalıyorlardı.

Yaşı çok ilerlemişti Genco'nun. Beyaz sakallan göbeğine yetişiyordu. Gözleri de iyi seçmiyordu.

Gecenin sessizliğini bozan nal sesleri giderek yakınlaşmaya başlamış­tı. Sesler evlerinin arka tarafındaki tepenin yamacına dek gelmişlerdi. Balak'ın ısrarla havlayan sesi hiç kesilmiyordu. Genco'yu bir korku sar­dı. Ateş bastı her tarafını. Üço'ya döndü. Daha ağzından Üço... lafı çıkmamıştı ki acı bir kurşun sesi köyün sessizliğini bıçak gibi yardı attı. Balak'ın sesi kesilmişti.

Çardakta öylece donmuş kalmışlardı.

Yedi sekiz kişilik bir atlı grubu ayışığında görkemli bir şekilde evlerinin önündeki bahçe çitinin kapısına gelip dayanmışlardı bile. Köylü merak ve korku içinde kapılara fırlamış, Üço'ların evine doğru bakıyordu.

Kimselerden çıt çıkmıyordu. Köyün köpekleri bile seslerini kesmişler olacakları bekler gibiydiler.

Atlılar ay ışığında heybetli bir şekilde duruyorlar, atların sabırsız nal­ları toprağı dövüyorlardı.

- Üçoo!..., dedi yaşlı, ama tok bir ses.

Üço olduğu yerde donmuş kalmış, korkudan ne yapacağını bilemez olmuştu.

Sesin sahibini tanımıştı Genco. Genco - Ne istiyorsun Mıçe... dedi.

Atlıların en önünde konuşan Gıncokların Salih'in ağabeyi Mıçe'ydi.

- Genco Üço'yu gönder onunla konuşacağız...Genco;

- Var git yoluna Mıçe..., dedi.

Ama atlıların gitme niyeti yoktu. Mıçe atın dizginlerini çekerek ufak bahçe çitinin üzerinden avluya girdi. Onu diğer atlılar izledi. Üço Genco amcasının koluna sarıldı.

- Dur Apo, dedi ve çardaktan aşağı doğru indi.

Kaçışı yoktu. Bu geçmişiydi. Geçmişiyle yüzleşmek, hesaplaşmak zo­rundaydı. Üço çardaktan inip Mıçe'ye doğru iki adım atmıştı ki Beşe kadının tüm köyü titretip ürperten çığlığı duyuldu

-Üçooooo!...

Beşe kadın yaşına bakmadan adeta yuvarlanırcasına çardağın merdi­venlerini indi ve Üço'nun önüne geçip kollarıyla onu siper etti. Atının üstünde kızgınlık içinde duran Mıçe mavzerini Üço'ya doğrultmuş ağır­ca ilerliyordu. Mavzerin namlusu ayışığında ışıldıyordu. Gece olmasına rağmen ortalık gündüz gibi dolunayın ışığıyla kaplıydı.

- Çekil önümden Beşe kadın!

Besey; Var git yoluna Mıçe, ne istiyorsun, diye feryat etti.

Mıçe atını durdurmamış tek tek adımlarla onlara yaklaşıyordu. Arala­rında çok az bir mesafe kalmıştı Besey kadın çaresizlik içindeydi.

- Yetmedi mi bu kadar can Mıçe, Üço'mun bir suçu yoktur varın gidin yolunuza.

Mıçe atını ağır adımlarla kadının üzerine sürüyordu. Beşe kadın bir­den Mıçe'nin atının dizginlerine doğru atıldı. At irkildi. Mıçe, atı kadını ezmesin diye var gücüyle dizginlere asıldı, atı şaha kaldırdı.

izlerinin üstüne çöktü Beşe. Ve başındaki tülbenti çekip Mıçe'nin atının ayaklarının önüne fırlattı.

- Git işine Mıçe. Üçomun bir günahı yok. O sözünde durdu. Buraları terketti. Yetmez mi verdiğimiz bedeller? Edi beşe lavoo, edi besee...

Besey kadından böyle bir hareket beklemeyen Mıçe şaşkınlık için­deydi. İlerleyen yaşına rağmen atının dizginlerine var gücüyle asıldı. Olduğu yerde atı iki ayak üstünde tekrar şaha kaldırdı. Neredeyse Besey kadını çiğneyecekti.

Durdu.

Besey kadın ağaran saçları dağılmış bir şekilde feryat ediyor, ağlı1yordu. Mıçe, kızgınlık içinde, ama eli kolu bağlanmışçasına duraladı. Kadın tülbentini açmış, namusunu orta yere koymuştu.

Düşmanlık da olsa töre vardı. Onu çiğneyip geçemezdi. Mavzerinin namlusunu ağır ağır yukarıya dolunaya doğru çevirdi ve tetiğe bastı. Bir ateş çıngısı içinde kurşunlar göğe doğru yükseldi.

Bir tek Damlacık değil civardaki bütün köylerden duyuldu kurşun­lar. Köylü kadınlar korku içlerinde dizlerini dövdüler. Civar köydekiler gecenin karanlığına sıkılan bu uğursuz kurşun seslerine kulak kabart­mışlardı.

- Kimin ocağına ateş düştü ola...

Atlılar atlarının yönlerini tekrar dağlara doğru çevirdiler ve karanlı­ğın içinde yitip gittiler.

Geride, karanlıkta ne olup bittiğini tam anlayamayan evlerde, dizleri­ni döven Damlacıklı kadınların Kürtçe ağıtları kaldı.








Nisan 2008, Köln
Berfin Verlag
ISBN 3-934807-11-8









  
 Murat Alpavut

®  Öz Yapım oHG   © H@vuz Yayınları                                  © Ocak - Şubat 2009 ISSN 1864-0524