ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

*Bir Yürek Çeşnisidir Yaşamak (II)

   


Yüreğim, pencerenizdeki savaş gözlü yürektir.
 
Göçebe ve avcılıktır görünüşüm, hem gezdirir,
Hem silahlandırır.
Daha iyi ve isabetli bir silah lâzım bana, dedim.
Esnek ağaçtan ve porsukağacından yay için
Dallar seçtim, çubuğun çeliğinden sap,
Uçlarına temren ve arkalarına telek taktım.
Sonra boynuz ve sinir, tunç ve demir kullandım.
Asıl savaşı ve savaşmayı, benzerlerimize karşı
Vermişiz.
 
Silahlı olmak, yalnız olmak mıdır, beraberiz!
Büyüklerimiz, kadınlarımız, arkadaşlarım...
Ve tekmil kabilem ve diğer kabileler.
Ünlülerden bazılarının isimlerini sayayım size:
Aslangözlü, Geyik Postunda Oğlan, Kuzudilli,
Kemik Kemiren, Kuş Sesli, Diken Çıkaran...
Ve daha başkaları, parmak parmak saymalı
Gözünü budaktan esirgemeyen aşiret erini:
Sürek avında izcilerimiz ve çığır açanlarımız
Yol bağlayanlarımız ve kuş çağıranlarımız;
Can ganimetinde, yabandan kadın ve erkek
Kaldıranlarımız.
Güzel günümüzde oyun oynayanlarımız
Şarkı söyleyenlerimiz.
Ve yakarışımızda yalvacımız,
Yasımızda, ölü kaldırıcılar ve mezarcılarımız.
Selden, afetten ve büyük çarpışmalardan sonra
Bizleri, “bir başa, bir taş hesabı”ndan geçiren
Sivil ve askeri şeflerimiz,
Ve onları yöneten büyük şefimiz.
 
Savaş gözlü yüreğimdir yürekliler seferinde.
 
Ömür bir savaştır; ömür çeker, ömür devreder.
Sayısız kadının rahmine akan bir damla sudan
Savaşımın ve zaferin en meşrusuyla doğdum,
Savaş tarihinin hiçbir sayfasına yazılmadı
Bu kutsal savaş.
 
Yaş kütüğüne yas biner, savaşla gelen,
Savaşla mı gider?
Hem düşman çok, hem de yok: her ikisinin
Prangasında yanarım!
 
Vurulmak, an meselesi, pis gözlü bir sürüngen
Bile, çat, diye çarpabilir.
Akşamları, dışarı çıkmak tuzak, zaten
Yaşamın kendisi, tuzakların cadı kazanı gibi.
Hal böyleyse, güvenlik içinde olmak
Ve yaşamın sürdürülmesi için silahlanmalı.
Başka türlü de silahlandım:
Silahlandım, yay ettim sevgimi, silahlandım,
Ok ettim kalbimi!
 
Yüreğim, savaş gözlü yüreğinize bakakalırken:
“Ölmekten korkulur mu” dedi birileri,
“Yeniden dirilmek varsa? ”
Ve devam etti geçmişin ve geleceğin karmaşık
Fikir yürütmesine:
“Ruhumu çözeyim derken çözüldüm, buluştum
Ölen atalarımızın ruhlarıyla! ”
“Ölmek, ruhların meclisinde tekrar bir arada
Olmaksa,” dedi, yeni kesilen boğayı yüzen biri,
“Yüzün derimi, sıyırın etimi, balçık bir bedene
Yerleştirin kemik kurgumu, gömün mezara,
Ölü Deniz’e nazır.
Ölü bir deniz gibi ölüm mü saçacak
Balçık bedenim,
Ben, hiç ölmedim ki, yaratıcı ellerinizde
Yaşıyorum, açın ellerinizi, bakın avuçlarınıza,
Beni görürsünüz! ”
 
“Yüreğim, savaş gözlü yürektir,” dedi biri.
Sevdiği ölü şefin dolaşan ruhuyla konuştuğunu
Israrla iddia eden bir avcı başıydı
Bu kara saçlı adam.
“Şimdi dar bir yerdeyim, odur ruhumdaki:
Zağroslar’da, Yarmo’da ya da Ergani’de,
Çayönü’nde taş örtülü bir mezarda mıyım...
Kanarım göç halinde, yanarım hiç halinde,
Ben nerdeyim?
Bir başka göçenle miyim,
Belki de Nil serinliğinde, Krallar Vadisi’nde
Bir mekândayım,
Kral oğlu kral Tutanhamon,
Benden çok sonraları gelmiş olacak? ”
 
“Yüreğim, silahsız savaş gözlü yürektir,”
Dedi, tek gözlü birisi.
“Dinleyin, beni, geleceğin sesidir sözlerim,
Sesim tanıktır buna; bende yanan hak,
Silahsız savaşma hakkıdır!
Yuvada yavru, memede ağız zamanıydı,
Güneş, havada tutsaktı ve tutsaklığında
Yalım yalım yanıyordu.
Ve ben, ateşimde ateşinizle eriye eriye yanarken
Göklerin savaşını ve havanın puştluğunu gördüm.
Yaşadım Güneş’in savaşımını,
Duyumsadım ışığın korkusuzluğunu.
Bir daha yaşadık zamanın bel kırmasını:
Hastalar yataktan kalkamaz oldu
Yaşlıların revan kervanı bozuldu,
Daldan, havadan mercan gözlü kuşlar düştü...
Bebeler soldu bebeler, ne ölümlerle acılandı
Gümrah boylarımız!
Yüreklerimiz, savaş gözlü yürek olsun
Soykırımın böylesine karşı!
Ve bu savaşı da kazanmalıyız, dedik,
Koştuk su boylarına.
Kaça kaça gitmez olaydık,
İnsanın, insana düşmanlığını savaş olarak,
Oralarda meslek haline getirmişiz.”
 
Yüreğim savaş gözlü yürektir, yazıya dönüktür.
 
Ey yazıcı, yaz kamış kaleminle tablet yüreğime!
İşle ki, geldiler sarı sıcak altında çölleri aşarak
Geldiler develeriyle, sızdılar silahlı çobanlarıyla;
Akad’ı yurt edindi, Akad’ı başkent eyledi Sargon.
Ordular kurdu yağma için, talan için, krallık için,
Ur’u, Uruk’u, Eridu’yu, Lagaş’ı...kuşatıp
Ele geçirdi imparatorluk için.
Tapınaktaki rahibi, kanaldaki suyu, bahçedeki
Hurmayı, ambardaki tahılı, avludaki boğayı...
Ocaktaki tuncu, bakırı, demiri ve çalışanları
Mülk edindi.
 
Yüreğim, savaş gözlü yürektir, işleyene açıktır.
 
Ey yazıcı, yaz kamış kaleminle tablet yüreğime,
İşle ki, geldiler kona göçe batı topraklarından,
Servetine vurulup gelmişler güzelim Babil’in
Ve onlardan, Babil’i Babil eden kanuncu kral
Hammurabi!
 
Ey yazıcı, kaz elmas kaleminle
Yüreğimin orta levhasına,
İşle ki, kuzeyden geldiler dalgalı bir nehir gibi,
Savaş arabalarıyla, öldürücü silahlarıyla
Ve eğitilmiş, zalim savaşçılarıyla,
Rütbeli köylü ordusuyla geldiler
“Tanrı Kapısı” kentin surlarına dayandılar!
Yağmalandı Babil...yağmalandı Babil...
Yağmalandı.
 
Ve binlerce yıl sonra, yine yanar belâsına
Mezopotamya!
Oku yazıcı, yüreğimden oku, çağın kanamasını,
Bağdat caddelerinde dehşet manzaraları
Tıpkı zehirli gazla yakılan
Kürt’ün Halepçe’si gibi!
 
Hal bu üzre; bir uygarlık aşamasıdır savaşmak.
Hal bu üzre hal; bir yürek kanamasıdır yaşamak.
Hal bu üzre haldır ki bir emek koşumudur
Ezilmek
Ve kendi penceresinden izlenecek ışıması.
 


Şafağın alaca seyrinde bir karaca yavrusu,
Filize gebe toprak gibi kıpırdayan yüreğiyle
Yanar düşümde, ateşin vahşi çalınışından
Geçen zamanın bende kalan sahnesinde;
Seyrine, dolu dolu kanayan ezilen gözlü
Yüreğim.
 
Benden habersiz, gönüle damlayan yürek,
Sılada değil, savaştasın bir zorlu savaşta,
Savaşın beli, tutan eli, susan dili sendedir.
 
Derler ki tanrı beyanıdır, baş üstüne, baş ola!
 
Okutup büyütemezdim seni, bilim okulunda
Kuşandırıp silahlandıramazdım seni,
Bilinç ülkesinde!
 
Anla, anlamalısın beni, ezilen gözlü yüreğim!
Niçin günahkâr olalım, elmayı ısırdık diye,
İnsanca sevdik kadını, bölüştük elmasını,
Niçin savaşalım, insanca yaşamak varken
Ama koymazlar bizi, bizim devran halimize.
 
Emir, “kendini tanı” diyen Apollon’dan mı?
Genciz, evliyiz ve evden yana: dön yüzlüyüz!
Emir, demiri kesmez, bizi keser, söz olmaz başa.
Giderim, bir yüreğim helen’dir, giderim,
Bir yüreğim ölendir.
Ve piyadeler yürür, yol uzun, gözler uykulu.
Uzun mızraklar, iki ağızlı kılıçlar ve kamalar
Yuvarlak kalkanlar... ölüm tanrı ve tanrıçaları.
Zaman benim, destan benim, yazdıran benim,
Truva önlerinde Hektor, Aşil...hani, ötekiler
Ya benim ismim; nerdeyiz, ey isimsizler?
 
Hazinem, zamanların müzesidir, tarih benim,
Homeros dünkü ozan.
 
Truvalı’yım, Egeli’yim...bu kanlı kırımın
Sebebi
Menelas mı,
Paris için Truva’ya kaçırılan Helen güzeli,
Helena mıdır?
 
Ezilen gözlü yüreğim, isimsizdir yürüyüşün
Sen, benzerinle ezilen bir yürek oldun olalı.
 
Çıkarsın yollara, sürülürsün alanlara, savaşlara!
 
Ve piyadeler yürür, yürek geride, adımlar ileride.
Yürür, savaçı ordusuyla Kenan diyarına, Mısır’a,
Yürür, Kral Filip’in oğlu Büyük İskender
Persiya’ya, Hint’e;
Uğrar ondan önce sefer üzeri Susa’ya,
Yürür bin üç yüz on ton altın ve gümüşe!
 
Ve ben; Makedonyalı, Egeli ve Frigyalı’yım...
Bir kızım var sekiz yaşında, defne taneli
Gerdanlık takar.
Ve Atina sokaklarında delice zekâlı bir filozof,
Elinde fener, gündüzleri kendini arar,
Kızımı arar,
Ne savaşan beni, ne Aristo’nun zeki öğrencisi
Büyük İskender’i arar.
 
Vurulmak; ezilmenin ve kazanmanın turasıdır.
Yüreğim ezilen gözlü yürektir, eştir yüreğinize!
 
Geleceğe koşumlu zaman göçünün atlısıyım,
Koşturmak, dörtnala alabilmek içindir yolu
Kamçılıyorum yüreğimi, yürekler kamçılıdır.
 
Kan kaynar, kanlı eğlence kaynar bu şehir
Savaş! Savaş! Bir savaş narasıdır Roma!
Orduya katılmak yani ölmek ve öldürmek
En büyük onurudur Romalı yurttaşın.
Onursuzluk, savaşmak istemeyenlerin payesi.
Ve zırhlı piyadeler yürür, süvariler yürür,
Kocaman kalkanları ve ağır mızraklarıyla,
Deri miğferleri ve demir baldır zırhlarıyla
Yürürler, denizden karaya ve karadan denize.
 
Akdeniz, bir savaş denizidir: Roma’ya!
Akdeniz, bir ganimet denizidir: Roma’ya!
 
Togalı konsül bağıradursun Senato’da,
Ötüşünden tanırım puhu kuşunu;
Bir oğlum, Tivoli’de bir villada hizmetçi
Ve torunum ve yoldaşları Spartaküs askeri,
Tiber Irmağı kıyısında asılacaklar!
 
Okudukça öykünü, zamanın baskısından
Bir masal tadında akıyorsun damlalarla.
 
Ezilen gözlü yüreğim, ben, akışında yanarım.
Seyir defterindedir tutsaklığım, ona kanarım.
Kaptan sevinci kahırdır, işim gücüm de kahır,
Koca bir esir gemisi gibi hınca hınç kahır.
Zaman açık deniz, yüreğim yaslı esir gemisi,
Deniz onu kucaklar, o denizi, götürür kıyılara.
Yüküm kara, hüznüm kara, öfkem ateş karası,
Afrikalı’yım;
Kalın pazulu, zincire mahkûm
Bir kürek mahkûmuyum
Gemici Prens Henri flâmalı tacir gemisinde.
Şaklatır sırtımda yağlı kırbacını tayfa başı,
Kaç liman dolaşır, kaç el değiştirir ömrüm!
Bir yüreğim köle pazarında, açık artırmada
Bir yüreğim tarlada mahzun: afrikamenekşesi.
 
Ve ben; ezilen yürek, tepeden tırnağa ezilen!
Ve ben, aziz insan, Nineve tanrıçası Anaitis
Tarafından seçilen ve kırmızılarla donatılan,
Halka açık bir alanda bir rahibeyle seviştirilen
Ve altın kaplı bir yorgana sardırılıp yakılan
Kurban sevgili, benim: tanrıça saltanatlarına!
Bilmem, kaç zalimin sunağında kanlı başım,
Tanrılar aç, tanrıçalar doyumsuzdur insana.
Okutur sayfasında zaferini zamanın zalimi,
Bir başka diyarda, Elora’nın kutsal yerinde:
Kailasantha Tapınağı’nda kurban, benim.
 
Şaklatır sillesini suratımda işgâlci ordu başı!
İspanyol Cortes’i şaşkına çeviren Aztekler,
Tapınak piramidinin tepesindeki kurbanlık
İnsan da bendim
Güzel başkent yağmalanıp yıkılmadan önce.
 
Geçen zamandan aldım celbi, ezilen yüreğim,
Kurşunî bir bulut dolaşıyordu evimizin üstünde
Ben çıkarken,
Bir de sakat bir dilenci vardı kilisenin bahçesinde.
Kızıl sakallı Piyer Amca uğurladı beni askere.
Eşim yeni doğurmuştu, bebeğin isim babası da
Piyer Amca’ydı.
Meğer havadaki uğursuz bulut savaşa çağrıymış.
 
Ve piyadeler yürür ve süvariler ve top arabaları.
Omuzlarımızda uzun namlulu tüfekler, çantalar
Ve komuta atında keskin bir zekâ, heves ve tutku,
Yakasında, Mısır armağanı kutsal böcek iğnesi.
Bir eli dürbünde, biri kabzada, devrimin kılıcı:
İmparator Napolyon, Avrupa yollarında.
Ve seferde mavi-beyaz-kırmızı üniformalılar:
Muharebeler! Muharebeler! Muharebeler!
Jena, Trafalgar, Wagram, Borodino, Waterloo...
Napolyon Bonapart, emir yağdırır emir üstüne:
Asker orduya, ordular savaşa!
Korsikalı adam, mektup yazar eşe ve dosta
Ve yasa koyar Paris’e.
Ve ben, ezilen gözlü yüreğim ezen zaman
Diliminde:
Ulm’da ağır yaralı, Wagram’da kırk bininci ölü,
Gürcü Rüstem kahve pişiredursun Napolyon’a
Ve ben, Moskova Seferi’nde kardan, soğuktan
Ve açlıktan donan yüzbinlerce asker yüreği!
Ve trajedinin kapanış perdesi:
Büyük imparator, Waterloo’dan kaçadüşünsün,
Ben, can veren asker, ağzımda ölüm sigarası.
Ezilen gözlü yüreğim, ben, perde gerisinde:
Ben; Fransalı, İngiltereli ve Prusyalı’yım
Ben; İtalyalı, Hollandalı ve Polonyalı’yım
Ben; İberyalı, Avusturyalı ve Rusyalı’yım...
 
Seslenir zamanların ezgisinden ezilen yüreğim,
Binbir çiçektir her mevsiminde tarih ağacının.
 
Ne beyler gördün, ne erler konaklandı gölgende,
Yazın; tanrısal mı, Anadolu’m, beşiğin uygarlık!
Bu taht çok başkentli Osmanlı’dır, kuranı: Kayı.
Ezilen gözlü yüreğim ben, göğsüme oturur tahtı:
 
Ben; Türkmen, Ermeni, Kürt, Gürcü ve Süryanî
Ben; Çerkez, Laz, Arap, Azerî, Arnavut, Boşnak
Ben; Yunan, Bulgar, Sırp, Macar ve Romen...
Emir, Allah’tan mı, beylerin beyinden midir,
Ulu sultanlardan mı?
Davullar gümbürder, mehteran coşar
Ve akıncılar ve yeniçeriler, sipahiler ve topçular;
Niğbolu! Konstantinopolis! Çaldıran! Ridaniye!
Mohaç ve daha, dahası var seferlerin!
 
Ve ben, neferim;
Bir yüreğim avlık ve bir yüreğim avcı!
 
Ve sonra; Hicaz, Yemen, Cezayir ve Fas’a...
Ve sonrası; ölünecek zamandır, Anadolu’m
Çanakkale’de, Sakarya’da ve Dumlupınar’da...
Ve sonrası; ölünecek zamandır, Mezopotamya’m
Ağrı, Dersim ve Musul’da, Kerkük ve Erbil’de...
Ve sonra; el ele, yürek yüreğe barış zamanıdır!
 
Hal bu üzre; bir yürek işidir ezilirken direnmek.
Hal bu üzre hal; bir yürek çeşnisidir yaşamak.
Hal bu üzre haldır ki bir yürek izidir barışmak
Ve kendi penceresinden duyulacak sesi.
 


Yanarım gidenle, yanarım erimiş sönmüş diyene!
 
Yüreğim, barış gözlü yürektir yüreği barış olana.
Ben, yaratılan ilk canlı değil, yaşını tarayarak,
Tek başıyla, barış dünyasını kurmayı düşleyen
İlk büyük barış insanı; işle, emekle dünyalaşan,
Savaşımla kendini çekip çeviren, üstün kılandır.
 
Ben, bir zeytin ağacıyım: karalıyım, denizliyim
Barış gözlü yürektir suyum, şanından kanarım
Puslu yeşil nakışlı, delice arzum ne hoş bakışlı!
Bir taneden, bir çelikten boylanır dala boyum,
Doğa benim büyük annem, güneş’le geleniyim,
Boyanırım tel çiçek ile, dört mevsim yaprak ile.
Ben, bir zeytin ağacıyım, sanım, zeytinden ileri:
Kızıl deriliyim, beyaz benizli ve sarı benizliyim,
Kara derili, ak dişli, açık sözlü, tok gülüşlüyüm.
Ben, bir soyağacıyım, topraktaki damar yanıma,
Ak sakallı dedeler dedim, ak saçlı nineler dedim
Gövdemin yarısına baba, yarısına anneler dedim.
Dal dal kardeşlerim, dalda demet: kızkardeşlerim
Ve amcalarım, dayılarım, halalarım, teyzelerim
Dal salkımı: yeğenlerim, kuzenlerim, torunlarım
Ve dostça; büyük erkekler dizisi, kadınlar dizisi.
Ve ben; barış gözlü zeytin dalıyım o günden beri.
 
Yanarım karındaşlığa, kaynar kanım doğal barışa.
 
Ben, bir defne ağacıyım, ırmak tanrısının kızıyım
Yüreğim, barış gözlü yürektir göğsünda taşıyana.
Büyülü kalkandır dalım, çarpan yıldırımlara karşı.
Yapraklı, ince dallarımdan örülür çelenk örgüleri,
Tanrısal barışın, şiirin ve şairin ve zaferin tacıyım
Nehir nehir, deniz deniz dağıldım başa her tarafta.
Ben, bir defne ağacıyım ana-kadın-soy zincirinin,
Kutsal birliğin ve aşksal bağlılığın sembolüyüm.
Dölleyen bütün ırmakların aranan tanrıçasıyım.
Ben, kestane saçlı, Amerikan yerlisi Senekalı...
Havai’de, ada yerlisi: “Punalua” diye çağrılırım.
Darling Irmağı’nda avcı: Avustralya yerlisiyim.
Nehirlerin aşkıyım: Amazonlu’yum, Tunalı’yım
Nijerli, Seyhanlı’yım, Araslı ve Sirderyalı’yım...
Ben; barış içinde yöneten kadın, barış kadını:
Anasıdır soy ağacımızın.
 
Savaş ve barışı bilirim ama öz, barışa tercihlidir.
 
Yüreğim, barış gözlü yürektir iklim sıcaklığında
Ben, bir palmiye ağacıyım kuşak yumuşaklığında.
Boyum uzun, boyum örmeli, boyum tel sarmalı;
Severim ılık havayı ve yağışlı toprağı, budandır
Dev gibiyse boyum.
Bahar içirmişse şarabını serime, yeşilî sarhoşum.
Tepemde yeşilimsi beyaz, turuncu ya da kırmızı;
Renk renk çiçekle gülerim, işim barıştır, diyene.
Kimi yerde kocaman yapraklıdır yay gibi dalım
Kimi yerde ufacıktır boyum, öylece de
Yapraklarım.
Hele bir çöldeysem, bir çöl mecnunu gibi
Kavrulmuştur içim.
Gelip konaklanmışsam bir vaha kuytuluğuna,
Çölün kısırlığına inat, filize oturan tohum gibi
Kanarım suya, yanarım kabuktan meyveye.
 
Ben, bir palmiye ağacıyım Seyşel Adaları’nda,
İşçilerin arasında.
Can acısını bilirim: yan yana vurulmuşluğu,
Boylu boyunca devrilmişliği.
Tel tel liflenir bedenim; bükülür,
Sarılır iplik gibi halatlara.
Dallarım kapatır yoksul kulübelerin kamış çatılı
Duvarlarını, bu yüzdendir bahtiyarlığım.
Bilirim savaşın keskinliğini, boşuboşuna
Kırılmışlığı da, haince satılmışlığı da!
Ben, bir fildişi palmiyesiyim, kral gözdesiyim
Fildişi Kıyıları’nda.
Yanarım kesilirken, kanarım bir atölyede
Koyun koyuna sıramı beklerken.
Tane tane düğme olur, takılırım giysilere,
Boğulurum dar ilmiklerle.
Ben bir palmiye incisiyim, dilden dile
Barıştır deyişim.
 
Yıkanır mısralarım bir şeylerle, yağmur
Ormanındaki ağaç gibi,
Deşilen zaman yolculuğunda yapayalnız,
Arkada kalan göç gibi.
 
Yüreğim, barış gözlü yürektir yüreği
Candaş olana.
Ben, bir yaşam ağacıyım, günüm: Bir Eylül,
Doğmak isterim her güne onunla.
Bakakalır, düşe dalarım ak güvercin uçuran
Adamın tablosuna.
Savaşa doymamış ecelsiz ölümler hâlâ,
İkinci’sinde bir dünyayı kırdığı halde.
 
Ben, bir çam ağacıyım Vistül Irmağı’nda,
Bir kenarda, uğraksız bir yerde.
Altımda üç asker: biri Dresdenli, biri Bremenli,
Bir diğeri Poznanlı.
Mataralı, kütüksüz palaskalı ve kaputluydular,
Üçünün de başları kepliydi.
Hiçbirini ayakta görmedim, ağır yaralıydılar,
Sürünerek gelmişlerdi.
Son gelenin, genç karısı ve iki çocukları
Auschwitz’e götürülmüşler.
Kaputunun cebinden çıkardığım aile resminin
Arkasındaki yazıyı,
Suya eğilen bir dalımla okudum ve
Havale ettim dileklerini Vistül’e:
“Noel’i karşılamak için ailece beraber alış-verişe Çıkamayacağız artık. Kucağımda dolu paketlerle eve dönemiyeceğim Doğum günlerinizde. Ve evlenme yıldönümünün anısına bağlı olarak, O bara gidemeyeceğiz, Yaşam ağacınız herdemyeşil bir selvi olsun... Sevgilim, hoşça kalınız! ”
 
Ben, bir kayın ağacıyım Bilbao’da, bir kenar
Semtinde, kalabalıktan uzak eski bir parkta.
Üzerine kükürt tozu dökülmüş gibi köpüklenir
Görünür gözüme deniz kıyıları, ta Biskay’dan.
Yüreğim barış gözlü yürektir, yürekten anarım
Guernica Tablosu’nun ressamını:
Gökler çelik yağdırır, meğer ne hüneri varmış
Fırça bıyıklı adamın!
Şiirimde Neruda hüznü, şiirimde Aragon aşkı,
Şiirimde Nazım sözü...
Kantabriya Dağları’nı aşar,
Koşarım ‘çiçeklerin dili’nden Granada’ya,
Cumhuriyetçiler dizilir kurşuna yol boylarında,
Lorca ile yanarım!
 
Bakarım tuvaldeki ak güvercinine ressamın,
Çölün akşam aynasından.
Toplarım tanrısal bir söylencenin kumsal
Camdaki kırık parçalarını:
Uçar, gider Zeus’un güvercinleri
Siva Vahası’ndaki palmiyelere.
Ve batısında, Batı Çölü’nden öte,
Ömer Muhtar’ın Libya’sında
Ve burada, savaş tanrısı Bel’in dehşet saçtığı
Vakitlerden bir vakit gibi,
Zırhlı arabalar gömülür kum dağlarına
Ölüm kusar, kum dolar yaralara.
Bir cephe ki hurma çekirdeği gibi sert,
Ezilir
Kara gömlekli adamın cephesi.
Ben, bir palmiye ağacıyım Bingazi’de,
Palmiyeli bir bulvar geçer önümden.
Ve bir savaşçı yatar kum altında, fideliğimin
Yurdunda, hayli uzaktır şimdi bana,
Mahrum yatar gölgemden.
Kanarım kan kızılı sıcak çöl kanamasıyla,
Yanarım diyardan diyara asker oluşuna.
Doğrulup bağırabilse, duyabilir mi sesini,
Savaş suçluları mahkemesi?
 
Ben, bir kestane ağacıyım Olimpiyat Parkı’nda,
Leman Gölü’ne komşu, isviçreli’yim.
Darmadağın başım, bakıyordum
Bir öğle üzeri göle, boş bir halı gibiydi.
Yorgun bir yolcu gibi uyuyordu hafif düşlerle,
Sakin ve durgun.
Karşı taraf, dağdır; uzanır ardarda, kar yamalı,
Üşümüş mart yeşili bohçalı.
Onlarca Leman çalkalanır yüreğimde,
Çanağı geniş ve öylesine derin.
Bakıyordum Bir Eylül sabahı göle, gidiyordum
Doğu Hint Adaları’na:
Pasifik Okyanusu, Leman Gölü kadar hülyalı
Ve tatlıca, göbekten dalgalanıyordu
Sanki yüzlerce memeli bir deniz perisiydi
Adaları emziriyordu.
                        
***

Dergimizde 4 bölüm olarak yayımladığımız bu şiir, 44 DIN A 4 sayfası (yaklaşık 120 kitap sayfası) uzunluğunda bir dosyadır. Bu dosyayı kitaplaştırmak isteyen yayınevi dergimiz H@vuz'la ya da Abdullah Karabağ ile direk ilişkiye geçebilir.

dergi@havuz.de /abdullahkarabag@hotmail.com
                                                                                             
   
 

Abdullah Karabağ/ Lozan 8 Şubat 2004 - 25 Ağustos 2005