Yüreğim,
pencerenizdeki savaş gözlü yürektir. Göçebe
ve
avcılıktır görünüşüm, hem gezdirir, Hem
silahlandırır. Daha
iyi ve
isabetli bir silah lâzım bana, dedim. Esnek
ağaçtan ve
porsukağacından yay için Dallar
seçtim,
çubuğun çeliğinden sap, Uçlarına
temren
ve arkalarına telek taktım. Sonra
boynuz ve
sinir, tunç ve demir kullandım. Asıl
savaşı ve
savaşmayı, benzerlerimize karşı Vermişiz. Silahlı
olmak,
yalnız olmak mıdır, beraberiz! Büyüklerimiz,
kadınlarımız, arkadaşlarım... Ve
tekmil kabilem
ve diğer kabileler. Ünlülerden
bazılarının isimlerini sayayım size: Aslangözlü,
Geyik
Postunda Oğlan, Kuzudilli, Kemik
Kemiren,
Kuş Sesli, Diken Çıkaran... Ve
daha
başkaları, parmak parmak saymalı Gözünü
budaktan
esirgemeyen aşiret erini: Sürek
avında
izcilerimiz ve çığır açanlarımız Yol
bağlayanlarımız ve kuş çağıranlarımız; Can
ganimetinde,
yabandan kadın ve erkek Kaldıranlarımız. Güzel
günümüzde
oyun oynayanlarımız Şarkı
söyleyenlerimiz. Ve
yakarışımızda
yalvacımız, Yasımızda,
ölü
kaldırıcılar ve mezarcılarımız. Selden,
afetten
ve büyük çarpışmalardan sonra Bizleri,
“bir
başa, bir taş hesabı”ndan geçiren Sivil
ve askeri
şeflerimiz, Ve
onları yöneten
büyük şefimiz. Savaş
gözlü
yüreğimdir yürekliler seferinde. Ömür
bir
savaştır; ömür çeker,
ömür devreder. Sayısız
kadının
rahmine akan bir damla sudan Savaşımın
ve
zaferin en meşrusuyla doğdum, Savaş
tarihinin
hiçbir sayfasına yazılmadı Bu
kutsal savaş. Yaş
kütüğüne yas
biner, savaşla gelen, Savaşla
mı gider? Hem
düşman çok,
hem de yok: her ikisinin Prangasında
yanarım! Vurulmak,
an
meselesi, pis gözlü bir sürüngen Bile,
çat, diye
çarpabilir. Akşamları,
dışarı
çıkmak tuzak, zaten Yaşamın
kendisi,
tuzakların cadı kazanı gibi. Hal
böyleyse,
güvenlik içinde olmak Ve
yaşamın
sürdürülmesi için silahlanmalı. Başka
türlü de
silahlandım: Silahlandım,
yay
ettim sevgimi, silahlandım, Ok
ettim kalbimi! Yüreğim,
savaş
gözlü yüreğinize bakakalırken: “Ölmekten
korkulur mu” dedi birileri, “Yeniden
dirilmek
varsa? ” Ve
devam etti
geçmişin ve geleceğin karmaşık Fikir
yürütmesine: “Ruhumu
çözeyim
derken çözüldüm, buluştum Ölen
atalarımızın
ruhlarıyla! ” “Ölmek,
ruhların
meclisinde tekrar bir arada Olmaksa,”
dedi,
yeni kesilen boğayı yüzen biri, “Yüzün
derimi,
sıyırın etimi, balçık bir bedene Yerleştirin
kemik
kurgumu, gömün mezara, Ölü
Deniz’e
nazır. Ölü
bir deniz
gibi ölüm mü saçacak Balçık
bedenim, Ben,
hiç ölmedim
ki, yaratıcı ellerinizde Yaşıyorum,
açın
ellerinizi, bakın avuçlarınıza, Beni
görürsünüz!
” “Yüreğim,
savaş
gözlü yürektir,” dedi biri. Sevdiği
ölü şefin
dolaşan ruhuyla konuştuğunu Israrla
iddia
eden bir avcı başıydı Bu
kara saçlı
adam. “Şimdi
dar bir
yerdeyim, odur ruhumdaki: Zağroslar’da,
Yarmo’da ya da Ergani’de, Çayönü’nde
taş
örtülü bir mezarda mıyım... Kanarım
göç
halinde, yanarım hiç halinde, Ben
nerdeyim? Bir
başka göçenle
miyim, Belki
de Nil
serinliğinde, Krallar Vadisi’nde Bir
mekândayım, Kral
oğlu kral
Tutanhamon, Benden
çok
sonraları gelmiş olacak? ” “Yüreğim,
silahsız savaş gözlü yürektir,” Dedi,
tek gözlü
birisi. “Dinleyin,
beni,
geleceğin sesidir sözlerim, Sesim
tanıktır
buna; bende yanan hak, Silahsız
savaşma
hakkıdır! Yuvada
yavru,
memede ağız zamanıydı, Güneş,
havada
tutsaktı ve tutsaklığında Yalım
yalım
yanıyordu. Ve
ben, ateşimde
ateşinizle eriye eriye yanarken Göklerin
savaşını
ve havanın puştluğunu gördüm. Yaşadım
Güneş’in
savaşımını, Duyumsadım
ışığın
korkusuzluğunu. Bir
daha yaşadık
zamanın bel kırmasını: Hastalar
yataktan
kalkamaz oldu Yaşlıların
revan
kervanı bozuldu, Daldan,
havadan
mercan gözlü kuşlar düştü... Bebeler
soldu
bebeler, ne ölümlerle acılandı Gümrah
boylarımız! Yüreklerimiz,
savaş gözlü yürek olsun Soykırımın
böylesine karşı! Ve
bu savaşı da
kazanmalıyız, dedik, Koştuk
su
boylarına. Kaça
kaça gitmez
olaydık, İnsanın,
insana
düşmanlığını savaş olarak, Oralarda
meslek
haline getirmişiz.” Yüreğim
savaş
gözlü yürektir, yazıya
dönüktür. Ey
yazıcı, yaz
kamış kaleminle tablet yüreğime! İşle
ki, geldiler
sarı sıcak altında çölleri aşarak Geldiler
develeriyle, sızdılar silahlı çobanlarıyla; Akad’ı
yurt
edindi, Akad’ı başkent eyledi Sargon. Ordular
kurdu
yağma için, talan için, krallık için, Ur’u,
Uruk’u,
Eridu’yu, Lagaş’ı...kuşatıp Ele
geçirdi
imparatorluk için. Tapınaktaki
rahibi, kanaldaki suyu, bahçedeki Hurmayı,
ambardaki tahılı, avludaki boğayı... Ocaktaki
tuncu,
bakırı, demiri ve çalışanları Mülk
edindi. Yüreğim,
savaş
gözlü yürektir, işleyene açıktır. Ey
yazıcı, yaz
kamış kaleminle tablet yüreğime, İşle
ki, geldiler
kona göçe batı topraklarından, Servetine
vurulup
gelmişler güzelim Babil’in Ve
onlardan,
Babil’i Babil eden kanuncu kral Hammurabi! Ey
yazıcı, kaz
elmas kaleminle Yüreğimin
orta
levhasına, İşle
ki, kuzeyden
geldiler dalgalı bir nehir gibi, Savaş
arabalarıyla, öldürücü silahlarıyla Ve
eğitilmiş,
zalim savaşçılarıyla, Rütbeli
köylü
ordusuyla geldiler “Tanrı
Kapısı”
kentin surlarına dayandılar! Yağmalandı
Babil...yağmalandı Babil... Yağmalandı. Ve
binlerce yıl
sonra, yine yanar belâsına Mezopotamya! Oku
yazıcı,
yüreğimden oku, çağın kanamasını, Bağdat
caddelerinde dehşet manzaraları Tıpkı
zehirli
gazla yakılan Kürt’ün
Halepçe’si gibi! Hal
bu üzre; bir
uygarlık aşamasıdır savaşmak. Hal
bu üzre hal;
bir yürek kanamasıdır yaşamak. Hal
bu üzre
haldır ki bir emek koşumudur Ezilmek Ve
kendi
penceresinden izlenecek ışıması.
Şafağın
alaca
seyrinde bir karaca yavrusu, Filize
gebe
toprak gibi kıpırdayan yüreğiyle Yanar
düşümde,
ateşin vahşi çalınışından Geçen
zamanın
bende kalan sahnesinde; Seyrine,
dolu
dolu kanayan ezilen gözlü Yüreğim. Benden
habersiz,
gönüle damlayan yürek, Sılada
değil,
savaştasın bir zorlu savaşta, Savaşın
beli,
tutan eli, susan dili sendedir. Derler
ki tanrı
beyanıdır, baş üstüne, baş ola! Okutup
büyütemezdim seni, bilim okulunda Kuşandırıp
silahlandıramazdım seni, Bilinç
ülkesinde! Anla,
anlamalısın
beni, ezilen gözlü yüreğim! Niçin
günahkâr
olalım, elmayı ısırdık diye, İnsanca
sevdik
kadını, bölüştük elmasını, Niçin
savaşalım,
insanca yaşamak varken Ama
koymazlar
bizi, bizim devran halimize. Emir,
“kendini
tanı” diyen Apollon’dan mı? Genciz,
evliyiz
ve evden yana: dön yüzlüyüz! Emir,
demiri
kesmez, bizi keser, söz olmaz başa. Giderim,
bir
yüreğim helen’dir, giderim, Bir
yüreğim
ölendir. Ve
piyadeler
yürür, yol uzun, gözler uykulu. Uzun
mızraklar,
iki ağızlı kılıçlar ve kamalar Yuvarlak
kalkanlar... ölüm tanrı ve tanrıçaları. Zaman
benim,
destan benim, yazdıran benim, Truva
önlerinde
Hektor, Aşil...hani, ötekiler Ya
benim ismim;
nerdeyiz, ey isimsizler? Hazinem,
zamanların müzesidir, tarih benim, Homeros
dünkü
ozan. Truvalı’yım,
Egeli’yim...bu kanlı kırımın Sebebi Menelas
mı, Paris
için
Truva’ya kaçırılan Helen güzeli, Helena
mıdır? Ezilen
gözlü
yüreğim, isimsizdir
yürüyüşün Sen,
benzerinle
ezilen bir yürek oldun olalı. Çıkarsın
yollara,
sürülürsün alanlara, savaşlara! Ve
piyadeler
yürür, yürek geride, adımlar ileride. Yürür,
savaçı
ordusuyla Kenan diyarına, Mısır’a, Yürür,
Kral
Filip’in oğlu Büyük İskender Persiya’ya,
Hint’e; Uğrar
ondan önce
sefer üzeri Susa’ya, Yürür
bin üç yüz
on ton altın ve gümüşe! Ve
ben;
Makedonyalı, Egeli ve Frigyalı’yım... Bir
kızım var
sekiz yaşında, defne taneli Gerdanlık
takar. Ve
Atina
sokaklarında delice zekâlı bir filozof, Elinde
fener,
gündüzleri kendini arar, Kızımı
arar, Ne
savaşan beni,
ne Aristo’nun zeki öğrencisi Büyük
İskender’i
arar. Vurulmak;
ezilmenin ve kazanmanın turasıdır. Yüreğim
ezilen
gözlü yürektir, eştir yüreğinize! Geleceğe
koşumlu
zaman göçünün atlısıyım, Koşturmak,
dörtnala alabilmek içindir yolu Kamçılıyorum
yüreğimi, yürekler kamçılıdır. Kan
kaynar, kanlı
eğlence kaynar bu şehir Savaş!
Savaş! Bir
savaş narasıdır Roma! Orduya
katılmak
yani ölmek ve öldürmek En
büyük onurudur
Romalı yurttaşın. Onursuzluk,
savaşmak istemeyenlerin payesi. Ve
zırhlı
piyadeler yürür, süvariler
yürür, Kocaman
kalkanları ve ağır mızraklarıyla, Deri
miğferleri
ve demir baldır zırhlarıyla Yürürler,
denizden karaya ve karadan denize. Akdeniz,
bir
savaş denizidir: Roma’ya! Akdeniz,
bir
ganimet denizidir: Roma’ya! Togalı
konsül
bağıradursun Senato’da, Ötüşünden
tanırım
puhu kuşunu; Bir
oğlum,
Tivoli’de bir villada hizmetçi Ve
torunum ve
yoldaşları Spartaküs askeri, Tiber
Irmağı
kıyısında asılacaklar! Okudukça
öykünü,
zamanın baskısından Bir
masal tadında
akıyorsun damlalarla. Ezilen
gözlü
yüreğim, ben, akışında yanarım. Seyir
defterindedir tutsaklığım, ona kanarım. Kaptan
sevinci
kahırdır, işim gücüm de kahır, Koca
bir esir
gemisi gibi hınca hınç kahır. Zaman
açık deniz,
yüreğim yaslı esir gemisi, Deniz
onu
kucaklar, o denizi, götürür kıyılara. Yüküm
kara,
hüznüm kara, öfkem ateş karası, Afrikalı’yım; Kalın
pazulu,
zincire mahkûm Bir
kürek
mahkûmuyum Gemici
Prens
Henri flâmalı tacir gemisinde. Şaklatır
sırtımda
yağlı kırbacını tayfa başı, Kaç
liman
dolaşır, kaç el değiştirir ömrüm! Bir
yüreğim köle
pazarında, açık artırmada Bir
yüreğim
tarlada mahzun: afrikamenekşesi. Ve
ben; ezilen
yürek, tepeden tırnağa ezilen! Ve
ben, aziz
insan, Nineve tanrıçası Anaitis Tarafından
seçilen ve kırmızılarla donatılan, Halka
açık bir
alanda bir rahibeyle seviştirilen Ve
altın kaplı
bir yorgana sardırılıp yakılan Kurban
sevgili,
benim: tanrıça saltanatlarına! Bilmem,
kaç
zalimin sunağında kanlı başım, Tanrılar
aç,
tanrıçalar doyumsuzdur insana. Okutur
sayfasında
zaferini zamanın zalimi, Bir
başka
diyarda, Elora’nın kutsal yerinde: Kailasantha
Tapınağı’nda kurban, benim. Şaklatır
sillesini suratımda işgâlci ordu başı! İspanyol
Cortes’i
şaşkına çeviren Aztekler, Tapınak
piramidinin tepesindeki kurbanlık İnsan
da bendim Güzel
başkent
yağmalanıp yıkılmadan önce. Geçen
zamandan
aldım celbi, ezilen yüreğim, Kurşunî
bir bulut
dolaşıyordu evimizin üstünde Ben
çıkarken, Bir
de sakat bir
dilenci vardı kilisenin bahçesinde. Kızıl
sakallı
Piyer Amca uğurladı beni askere. Eşim
yeni
doğurmuştu, bebeğin isim babası da Piyer
Amca’ydı. Meğer
havadaki
uğursuz bulut savaşa çağrıymış. Ve
piyadeler
yürür ve süvariler ve top arabaları. Omuzlarımızda
uzun namlulu tüfekler, çantalar Ve
komuta atında
keskin bir zekâ, heves ve tutku, Yakasında,
Mısır
armağanı kutsal böcek iğnesi. Bir
eli dürbünde,
biri kabzada, devrimin kılıcı: İmparator
Napolyon, Avrupa yollarında. Ve
seferde
mavi-beyaz-kırmızı üniformalılar: Muharebeler!
Muharebeler! Muharebeler! Jena,
Trafalgar,
Wagram, Borodino, Waterloo... Napolyon
Bonapart, emir yağdırır emir üstüne: Asker
orduya,
ordular savaşa! Korsikalı
adam,
mektup yazar eşe ve dosta Ve
yasa koyar
Paris’e. Ve
ben, ezilen
gözlü yüreğim ezen zaman Diliminde: Ulm’da
ağır
yaralı, Wagram’da kırk bininci ölü, Gürcü
Rüstem
kahve pişiredursun Napolyon’a Ve
ben, Moskova
Seferi’nde kardan, soğuktan Ve
açlıktan donan
yüzbinlerce asker yüreği! Ve
trajedinin
kapanış perdesi: Büyük
imparator,
Waterloo’dan
kaçadüşünsün, Ben,
can veren
asker, ağzımda ölüm sigarası. Ezilen
gözlü
yüreğim, ben, perde gerisinde: Ben;
Fransalı,
İngiltereli ve Prusyalı’yım Ben;
İtalyalı,
Hollandalı ve Polonyalı’yım Ben;
İberyalı,
Avusturyalı ve Rusyalı’yım... Seslenir
zamanların ezgisinden ezilen yüreğim, Binbir
çiçektir
her mevsiminde tarih ağacının. Ne
beyler gördün,
ne erler konaklandı gölgende, Yazın;
tanrısal
mı, Anadolu’m, beşiğin uygarlık! Bu
taht çok
başkentli Osmanlı’dır, kuranı: Kayı. Ezilen
gözlü
yüreğim ben, göğsüme oturur tahtı: Ben;
Türkmen,
Ermeni, Kürt, Gürcü ve
Süryanî Ben;
Çerkez, Laz,
Arap, Azerî, Arnavut, Boşnak Ben;
Yunan,
Bulgar, Sırp, Macar ve Romen... Emir,
Allah’tan
mı, beylerin beyinden midir, Ulu
sultanlardan
mı? Davullar
gümbürder, mehteran coşar Ve
akıncılar ve
yeniçeriler, sipahiler ve topçular; Niğbolu!
Konstantinopolis! Çaldıran! Ridaniye! Mohaç
ve daha,
dahası var seferlerin! Ve
ben, neferim; Bir
yüreğim avlık
ve bir yüreğim avcı! Ve
sonra; Hicaz,
Yemen, Cezayir ve Fas’a... Ve
sonrası;
ölünecek zamandır, Anadolu’m Çanakkale’de,
Sakarya’da ve Dumlupınar’da... Ve
sonrası;
ölünecek zamandır, Mezopotamya’m Ağrı,
Dersim ve
Musul’da, Kerkük ve Erbil’de... Ve
sonra; el ele,
yürek yüreğe barış zamanıdır! Hal
bu üzre; bir
yürek işidir ezilirken direnmek. Hal
bu üzre hal;
bir yürek çeşnisidir yaşamak. Hal
bu üzre
haldır ki bir yürek izidir barışmak Ve
kendi
penceresinden duyulacak sesi.
Yanarım
gidenle,
yanarım erimiş sönmüş diyene! Yüreğim,
barış
gözlü yürektir yüreği barış olana. Ben,
yaratılan
ilk canlı değil, yaşını tarayarak, Tek
başıyla, barış
dünyasını kurmayı düşleyen İlk
büyük barış
insanı; işle, emekle dünyalaşan, Savaşımla
kendini
çekip çeviren, üstün kılandır. Ben,
bir zeytin
ağacıyım: karalıyım, denizliyim Barış
gözlü
yürektir suyum, şanından kanarım Puslu
yeşil
nakışlı, delice arzum ne hoş bakışlı! Bir
taneden, bir
çelikten boylanır dala boyum, Doğa
benim büyük
annem, güneş’le geleniyim, Boyanırım
tel
çiçek ile, dört mevsim yaprak ile. Ben,
bir zeytin
ağacıyım, sanım, zeytinden ileri: Kızıl
deriliyim,
beyaz benizli ve sarı benizliyim, Kara
derili, ak
dişli, açık sözlü, tok
gülüşlüyüm. Ben,
bir
soyağacıyım, topraktaki damar yanıma, Ak
sakallı
dedeler dedim, ak saçlı nineler dedim Gövdemin
yarısına
baba, yarısına anneler dedim. Dal
dal
kardeşlerim, dalda demet: kızkardeşlerim Ve
amcalarım,
dayılarım, halalarım, teyzelerim Dal
salkımı:
yeğenlerim, kuzenlerim, torunlarım Ve
dostça; büyük
erkekler dizisi, kadınlar dizisi. Ve
ben; barış
gözlü zeytin dalıyım o günden beri. Yanarım
karındaşlığa, kaynar kanım doğal barışa. Ben,
bir defne
ağacıyım, ırmak tanrısının kızıyım Yüreğim,
barış
gözlü yürektir göğsünda
taşıyana. Büyülü
kalkandır
dalım, çarpan yıldırımlara karşı. Yapraklı,
ince
dallarımdan örülür çelenk
örgüleri, Tanrısal
barışın,
şiirin ve şairin ve zaferin tacıyım Nehir
nehir,
deniz deniz dağıldım başa her tarafta. Ben,
bir defne
ağacıyım ana-kadın-soy zincirinin, Kutsal
birliğin
ve aşksal bağlılığın sembolüyüm. Dölleyen
bütün
ırmakların aranan tanrıçasıyım. Ben,
kestane
saçlı, Amerikan yerlisi Senekalı... Havai’de,
ada
yerlisi: “Punalua” diye çağrılırım. Darling
Irmağı’nda avcı: Avustralya yerlisiyim. Nehirlerin
aşkıyım: Amazonlu’yum, Tunalı’yım Nijerli,
Seyhanlı’yım, Araslı ve Sirderyalı’yım... Ben;
barış içinde
yöneten kadın, barış kadını: Anasıdır
soy
ağacımızın. Savaş
ve barışı
bilirim ama öz, barışa tercihlidir. Yüreğim,
barış
gözlü yürektir iklim sıcaklığında Ben,
bir palmiye
ağacıyım kuşak yumuşaklığında. Boyum
uzun, boyum
örmeli, boyum tel sarmalı; Severim
ılık
havayı ve yağışlı toprağı, budandır Dev
gibiyse
boyum. Bahar
içirmişse
şarabını serime, yeşilî sarhoşum. Tepemde
yeşilimsi
beyaz, turuncu ya da kırmızı; Renk
renk çiçekle
gülerim, işim barıştır, diyene. Kimi
yerde
kocaman yapraklıdır yay gibi dalım Kimi
yerde
ufacıktır boyum, öylece de Yapraklarım. Hele
bir
çöldeysem, bir çöl mecnunu gibi Kavrulmuştur
içim. Gelip
konaklanmışsam bir vaha kuytuluğuna, Çölün
kısırlığına
inat, filize oturan tohum gibi Kanarım
suya,
yanarım kabuktan meyveye. Ben,
bir palmiye
ağacıyım Seyşel Adaları’nda, İşçilerin
arasında. Can
acısını
bilirim: yan yana vurulmuşluğu, Boylu
boyunca
devrilmişliği. Tel
tel liflenir
bedenim; bükülür, Sarılır
iplik
gibi halatlara. Dallarım
kapatır
yoksul kulübelerin kamış çatılı Duvarlarını,
bu
yüzdendir bahtiyarlığım. Bilirim
savaşın
keskinliğini, boşuboşuna Kırılmışlığı
da,
haince satılmışlığı da! Ben,
bir fildişi
palmiyesiyim, kral gözdesiyim Fildişi
Kıyıları’nda. Yanarım
kesilirken, kanarım bir atölyede Koyun
koyuna
sıramı beklerken. Tane
tane düğme
olur, takılırım giysilere, Boğulurum
dar
ilmiklerle. Ben
bir palmiye
incisiyim, dilden dile Barıştır
deyişim. Yıkanır
mısralarım bir şeylerle, yağmur Ormanındaki
ağaç
gibi, Deşilen
zaman
yolculuğunda yapayalnız, Arkada
kalan göç
gibi. Yüreğim,
barış
gözlü yürektir yüreği Candaş
olana. Ben,
bir yaşam
ağacıyım, günüm: Bir Eylül, Doğmak
isterim
her güne onunla. Bakakalır,
düşe
dalarım ak güvercin uçuran Adamın
tablosuna. Savaşa
doymamış
ecelsiz ölümler hâlâ, İkinci’sinde
bir
dünyayı kırdığı halde. Ben,
bir çam
ağacıyım Vistül Irmağı’nda, Bir
kenarda,
uğraksız bir yerde. Altımda
üç asker:
biri Dresdenli, biri Bremenli, Bir
diğeri
Poznanlı. Mataralı,
kütüksüz palaskalı ve kaputluydular, Üçünün
de başları
kepliydi. Hiçbirini
ayakta
görmedim, ağır yaralıydılar, Sürünerek
gelmişlerdi. Son
gelenin, genç
karısı ve iki çocukları Auschwitz’e
götürülmüşler. Kaputunun
cebinden çıkardığım aile resminin Arkasındaki
yazıyı, Suya
eğilen bir
dalımla okudum ve Havale
ettim
dileklerini Vistül’e: “Noel’i
karşılamak için ailece beraber alış-verişe
Çıkamayacağız artık. Kucağımda dolu
paketlerle eve dönemiyeceğim Doğum günlerinizde. Ve
evlenme yıldönümünün
anısına bağlı olarak, O bara gidemeyeceğiz, Yaşam ağacınız herdemyeşil
bir
selvi olsun... Sevgilim, hoşça kalınız! ” Ben,
bir kayın
ağacıyım Bilbao’da, bir kenar Semtinde,
kalabalıktan uzak eski bir parkta. Üzerine
kükürt
tozu dökülmüş gibi
köpüklenir Görünür
gözüme
deniz kıyıları, ta Biskay’dan. Yüreğim
barış
gözlü yürektir, yürekten anarım Guernica
Tablosu’nun ressamını: Gökler
çelik
yağdırır, meğer ne hüneri varmış Fırça
bıyıklı
adamın! Şiirimde
Neruda
hüznü, şiirimde Aragon aşkı, Şiirimde
Nazım
sözü... Kantabriya
Dağları’nı aşar, Koşarım
‘çiçeklerin dili’nden
Granada’ya, Cumhuriyetçiler
dizilir kurşuna yol boylarında, Lorca
ile
yanarım! Bakarım
tuvaldeki
ak güvercinine ressamın, Çölün
akşam
aynasından. Toplarım
tanrısal
bir söylencenin kumsal Camdaki
kırık
parçalarını: Uçar,
gider
Zeus’un güvercinleri Siva
Vahası’ndaki
palmiyelere. Ve
batısında,
Batı Çölü’nden öte, Ömer
Muhtar’ın
Libya’sında Ve
burada, savaş
tanrısı Bel’in dehşet saçtığı Vakitlerden
bir
vakit gibi, Zırhlı
arabalar
gömülür kum dağlarına Ölüm
kusar, kum
dolar yaralara. Bir
cephe ki
hurma çekirdeği gibi sert, Ezilir Kara
gömlekli
adamın cephesi. Ben,
bir palmiye
ağacıyım Bingazi’de, Palmiyeli
bir
bulvar geçer önümden. Ve
bir savaşçı
yatar kum altında, fideliğimin Yurdunda,
hayli
uzaktır şimdi bana, Mahrum
yatar
gölgemden. Kanarım
kan
kızılı sıcak çöl kanamasıyla, Yanarım
diyardan
diyara asker oluşuna. Doğrulup
bağırabilse, duyabilir mi sesini, Savaş
suçluları
mahkemesi? Ben,
bir kestane
ağacıyım Olimpiyat Parkı’nda, Leman
Gölü’ne
komşu, isviçreli’yim. Darmadağın
başım,
bakıyordum Bir
öğle üzeri
göle, boş bir halı gibiydi. Yorgun
bir yolcu
gibi uyuyordu hafif düşlerle, Sakin
ve durgun. Karşı
taraf,
dağdır; uzanır ardarda, kar yamalı, Üşümüş
mart
yeşili bohçalı. Onlarca
Leman
çalkalanır yüreğimde, Çanağı
geniş ve
öylesine derin. Bakıyordum
Bir
Eylül sabahı göle, gidiyordum Doğu
Hint
Adaları’na: Pasifik
Okyanusu,
Leman Gölü kadar hülyalı Ve
tatlıca,
göbekten dalgalanıyordu Sanki
yüzlerce
memeli bir deniz perisiydi Adaları
emziriyordu.
***
* Dergimizde 4 bölüm olarak yayımladığımız bu şiir, 44 DIN A 4 sayfası (yaklaşık 120
kitap sayfası) uzunluğunda bir
dosyadır. Bu dosyayı kitaplaştırmak isteyen yayınevi dergimiz H@vuz'la
ya da
Abdullah Karabağ ile direk ilişkiye geçebilir.
dergi@havuz.de
/abdullahkarabag@hotmail.com
Abdullah
Karabağ/ Lozan 8 Şubat 2004 - 25 Ağustos 2005