Mehmet Canbolat Diyor ki;
Gün olur
ve öyle bir an gelir ki, ruhunuzu sıkıştırdığını duyumsarsınız
tanısını koyamadığınız bir şeylerin.
Kimbilir, bir
şeyleri söylemek istediğini hissedersiniz, bir kum saatinden
sanki içinize süzülen taneciklerin.
Aynaya
baktığınızda kendinizle hesaplaşmayı denersiniz belki de; hazır
kimsecikler
yokken çevrenizde.
Sorgulanmak
yerine, sorgulamayı yeğlersiniz çoğu kez.
Sorgular
durursunuz kendinizi. Bitmeyi bilmeden. Habire.
Ama öyle
bir an gelir ki, yaşadığınız şeylerden çok, yaşamadıklarınız
yorar
gözlerinizi ve beyninizi.
Üzülürsünüz
yer yer, sıkıldığınız olur. Kimbilir,
Patlamak
istersiniz kendi elinizde büyük bir
gürültüyle.
Yıkmak istersiniz
çağlayan gibi, bir sonbahar hüznünde,
önünüz boyu uzanan sıra
servileri...
Ressamların hep
kıskanmasını düşlediğiniz ve duyguları kaşıyan boynu
bükük o
iğde dallarını...
Belki bir gece
yalnızlığında sevda düşlerine yattığınız olur, bilmediğiniz
bir
diyardaki, hiç görmediğiniz ve mutlaka
hiç göremeyeceğiniz ve çok
büyük bir
olasılıkla hiç varolmayan ve var olamayacak birine...
Birilerine...
Güneş
ışınları daha kendini göstermeden, ufukta boy vermeden
dünyayı kurtarmaya
soyunduğunuz olur birden.
Bir öğle
vakti elinize yüzünüze bulaştırdığınız her
şeyi.
Cam huzmeden
dökülen her bir kumun, yarattığı duyumun, ayak
sesleri olduğunu
unutmayın derim, bir akşam serinliğinde, belki yaşayamadıklarınızı
yansıtan
düşlere sürüklenmiş uzun bir yolculuğun.
Tıpkı her
yılın ikinci yarısına özgü karanlıkların, gecelerin,
yaşamın ikinci
perdesi, - sözüm ona- yolun öteki yarısında,
beni kollarında alıp götüren, bir
garip düşler silsilesi gibi...
Bir sonbaharın sarıya çalan yeşiline bakarak,
“...ve o gün işte geldi
galiba...” diyorum. Bir kum saatine benzettiğin,
yüreğimi alabildiğince
doldururken, beynimi boşalttığını hissettiğim tüm kurguları,
dillendirip, düş
kuranla ve düş kuramasa bile özlemini duyanla da,
üleşmeyi düşlüyorum bu
yolla... Paylaşmayı...
Sonuç hiç mi hiç önemli
değil. Bir noktaya ulaşmayı...
“Bir Kum Saati Gibidir Düşle Yaşamak
Dediğin...” ismini taşıyan ve yer yer
“destanımsı
anlatı/dinleti” koktuğu söylenen düşlerim,
masum düşlerinize,
yaşamınıza yeni bir soluk yeni bir filiz verebilirse, ayrıntı renkler
sunabilirse ne mutlu bana, ama her şeyden önce “Ne
Mutlu ki Güzel
Türkçe’ye”
diyorum.
Dileğim, işte bu filizleri, tanınmış edebiyatçı-eleştirmen
Hikmet Altınkaynak’ın
da “nehir şiir” olarak tanımladığı o
küçük masum ayrıntıları, yeni ve sıcacık,
sevecen düşlerle hep sulak tutmanız, ortak dileğimiz
olsun.” diyorum.
Ne dersiniz?
Ortak düşümüz...
Bir kum saati misali bir gidip bir gelen...
Bir Kum Saati Gibi Gidip Gelen
-Mehmet Canbolat’tan
üç yeni şiirsel öykü denemesi...-
Buluşmalar
Saat tam „on“u vuruyordu, her iki yarısı
kavuştuğunda bir dünyanın.
Akreple yelkovan arasındaki mesafe, sadece on adımlıktı.
Karşı tepedeki bir kilise çanı, hem de durup dururken,
Ardarda en az on kez vururken,
Onca can,
Üzüm bağlarındaki asma dallarında
Sanki bir komut beklercesine
Çırpınan kuşlar…
Canhıraş kaçışan, uçuşan...
Dedik ya, hepsi bir can
Bir buhar yükseliyordu papatya tarlasından usul usul
Kadının gözlerinde buharlaşan
Bir kadın… O kadın ki,
Papatya terinde bir başka heyecan.
Frankfurt’un köhne sinema salonlarından birinde
Bir kadın oturuyordu kırmızı koltuğa gömülü
Üzeri yer yer çizik beyaz bir perdeye yansıyan
Tutkuya dönüşmüş bir filmin oynak
gölgelerinde
Duyguları ararken, tam “buldum” derken,
Bir kadın!
Bir kadın ki, eli ayağına dolaşan.
Kadının yanındaki, veya
- Karanlıkta doğrusu pek seçemedim, -
Galiba ardındaki kırmızı koltuk boştu.
Bir sinema salonunda, saat tam “on”u vururken
Elinde bir torba patlamış mısırla oyalanan kadınsı duygular,
Yan veya arka koltuktaki bir başka “el”le buluştu.
Kadının gözleri kapalı, dudakları kupkuru
Belli ki, bir başka “el”de bir şeyler
düşlüyor.
Kolları göğüslerine kavuşmuş
Uzun ve siyaha çalan saçları tel tel dalgalanırken
Kadın sanki bir yaz havasında üşüyor.
Gün, kadın ve aşk kokulu sinemada değil ama,
Dişimsi bir dünyada yavaş yavaş ağarıyor
Salonda metal çerçeve saatin akrebi mağrur ve ağır
Yelkovan papatya tarlasında koşuşadursun
Mağrur ve ağır akrep
Sert adımlarına bakmayın,
O kadın ve umarsız düşleri gibi,
Sormayın! hala yerinde sayıyor.
Tokatlı
Aysel için
Ne hikmetse artık,
Her şey bir
sekizle başlamış hayatımda
Dünyaya
açtığımda gözlerimi sabahın sekiziymiş.
Sekiz
günlükken sarmış bedenimi
Sekiz
günlük bir bebeyken
Ağzımda
gözümde, dizimde ısırgan otu gibi kızılcık beneleri.
Ağzım,
gözüm ve dizim yaralı bereli.
Şimdi, nedendir
hatırlamıyorum ama,
Akşam sekize doğru
çıkmış babam evden
Kapıyı
çarpıp, ardına son bir kez daha bakıp,
hiiiiçç dönmeden
Düşünün!
Geride yedi koca
bebe ve sekiz günlük bir enik.
Tam sekiz
gün sürmüş anamın uykusuzluğu
Bir yanda ben,
huysuz bir bebe,
Bir yanda da sağın
solun
“Bu
karının kocası kimbiliiiir nerede?” dedikodusu.
Anamın
gözleri sekiz gündür uykuya hasret,
Bir yandan da
“Herif ya çıkıp gelir de, ya beni evde
bulamazsa...” korkusu.
Sekizimde ya var
ya yoktum
Huysuzdum
Sırtımdaki en az
sekiz sopanın acısıyla, o gece uykusuzdum
Gecenin
karanlığında babama anlatırken anam, duydum.
Konu komşuda, tam
sekiz gün sonra duyulmuş
Komşu kızı Tokatlı
Aysel’in
Kalbura
dönük cansız bedeni
Yandaki samanlıkta
bulunmuş.
Kızıla
çalmış, on altısındaki Tokatlı Aysel’in,
Samanlık sarısına
benzer saçları tam sekiz günde.
Döşünden
damlayıp, sarı saplara karışmış öbek öbek,
Can kırmızısı,
Saplara bulaşmış
ılık ılık kanı bizim Aysel’in...
Samanlığın her
yanı kan kırmızısı.
Gençlik
işte! Yaptığı bir delilik,
On sekizinden
belki henüz gün almış,
Bir delikanlı! Ve
onun
Alnının tam
ortasından açılmış iki kurşunluk bir delik.
Haram bir ayvaya
dokunup, birazcık sokulup, koklamakmış tüm suçu
Tüm
bedeni ham ve tam bir turunç kokusu...
Ah Tokatlı Aysel,
Ah bir baba ile
gardaşın namusu...
Olan,
gençliğin şeytanına uyuk Aysel’e oldu sonunda
Ya sonra?
Konu komşu,
“Mermiler yolunu şaşırmış” diyor ama,
Belli değil, Yalan
mı? Doğru mu?
Zileli
Köşker Salih söylerdi hep,
“Bak
torunum...” derdi,
“Hiç
yanılmaz samanlığa tünemiş yarasaların usu...”
Ucu bileli
mermilere hedef olmuş tam sekiz gün önce
Efsane bu yana,
Tam sekiz saniye
sürmüş körpenin yakarışları:
“Yapma!
Gurbanım olam babam, agam!”
Samanlığı baştan
aşağı sarmış bir öfkenin kokusu,
Kuşların can figan
kanat çırpışında boy buluyor
Karanlıkta sekizi
sayamadan yavaş yavaş kesilen iki canın soluğu.
Satır satır
okunuyor
Satırlara egemen
tam bir korku
Orada kol geziyor,
Sarmaşık iki
genç yüreğin gözlerinde, bir
ölüm korkusu.
Baba ile gardaşın
gözleri ise alev alev, dilleri çakmak
çakmak,
Baba ile gardaşın
ellerinde, birer namus namlusu.
Ya
Aysel’den sonraydı ya önce,
Tetikte bir
noktaya odaklı, kan bürümüş iki
göz, sanki iki namus namlusu.
Gün yavaş
yavaş ağarıyor Tokat kırsalındaki üzelek
örtülü yamaçlarda
Ne sual ne bir
sorgu
Baba ile gardaşın
niyeti belli,
Mermiler yuvasında
habire yaylanadursun
Hedef?
Hedef elbette
belli.
Boşuna demedi
Köşker Salih Efendi
“Yalan
söylemez samanlığa tünemiş yarasaların usu”
Hedef?
Ya
Aysel’den önce ya sonrası,
Aysel’in
bıyıkları yeni terleyik,
Adını bile
bilmediğim o hedef, menzildeki biçare yavuklusu.
.......
Töre Cinayeti
Siz, hiç tanımasınız da onları
Hissetmeseniz bile
Hiç olmazsa
Ya bir bayram sabahı
Veya bir soğuk gece yarısı
Mükerrem Teyze gibi bir yalnızlığı.
Hatırlayın!
Hatırlayın hiç olmazsa
Ara sıra görüntü zorbası bir ışınla,
Yatak odanızda koynunuza değil,
Gözünüzün içine sokulan,
Gözlerinden fışkıran bir arzuyu
Kara peçesinin ardında gizlerken bile
Kendinden geçik,
Başkasını düşünme yoksulu erkeğinden utanan
Özgürlüğün
düşünü bile görmesi,
Ana toprağında bugün hala haram sayılan
Bir Afgan kadını.
Hatırlayın... Hatırlayın şöyle bir.
Kırbaç altına yatarken
Veya köpekler bile gece yatısında adam gibi sessizliğe uyarken,
Leş yuvası bir dere yatağında kurşuna dizilen,
Tek suçu, bur kuşluk vakti gecinde şeytana uyup,
Ya Batman’da, ya Farsi topraklarda
Çerçi Kerim’in kendine göz
koyan asker yolcusu yaşıt oğluyla
Bir kış gecesinin kutsal emri diye,
Birazcık ısınmak ve sokulmak...
Ve özgürlüğün yalancı
düşüne soyunmak olan
Ya on beş ya on altısında, isimsiz bir Acem kızını.
.......
Bir Kum Saati Gibidir
Düşle Yaşamak Dediğin
Şiirsel bir öykü
Anlatı / Dinleti
Kitap + 2 CD
Gül
Yayınları - İstanbul ISBN 975-6862-18-1
Türk Kitapevi - Frankfurt (Tel: 069-250506
www.turkkitap.net
Mehmet Canbolat'ın bu yapıtını
Ankara'dan İstanbul'a
birlikte yaptığımız uzun araba yolculuğunda dinledim. Uzun yolu
kısalttı. Şiir,
öykü, anı, anlatı kırması bir örgü
bulmuş yazar. Gerçek yaşantıları ve olayları
araştırırken, düşlere, düşlemlere dalıyor. Doğrudan
söylemin içine çoğu ortak
renkli resimler, imgeler katıyor. Sonuçta ortaya Mehmet
Canbolat'a özgü bir
metin çıkıyor ve yine kendine özgü
yorumuyla sese, müziğe dönüşüyor.
Yoğun bir
duygusallık sergileyen bu metin, insanın ortak duygularıyla yakalıyor
dinleyeni. Yakın tarihin ortak yaşanmış olaylarını ve kişilerini
anıştırıyor,
onları bir kez daha düşünmeye yol
açıyor.
Yüksel
Pazarkaya
|