Asırlık
çınarlardan dökülen iri yapraklar,
güz yağmurlarıyla ıslanıp yere yapışır her
yıl. Kalabalığın dolup boşaldığı caddelerden tutun da,
küçük çıkmazların nemli
kuytuluklarına dek yayılmadıkları yer kalmaz. Mevsimin sonuna
yaklaşıldığında, onların
üzerine basmaksızın tek bir adım bile atamazsınız
kaldırımlarda. Sinirli
insanların gerilmiş parmaklarıyla inanılmaz bir benzerlik vardır
aralarında.
Üstelik, yusyuvarlak damarları anımsatan sicim gibi bir ağla
da bezenmiştir
hepsi.
Belediyenin temizlik
işçileri, ellerinde çalı demetinden yapılmış
çirkin süpürgeleriyle çıkıp
gelinceye dek, çok hızlı bir
çürümeyi tamamlayarak kentin sahte
doğasına çoktan
karışmış olurlar.
Ancak bu yıl...
Her birinde birer küçük bir kabartı
belirdi önce. Sonra hızla, çabucak
büyüdüler. Adımların esintisiyle bile
kaçan, kaçmasalar çatır
çatır ezilecek
olan bombelere dönüştüler.
Solgunluğunu
günlerin tekdüze beşiğinde avutan güz
mevsimi boyunca, yağmayan yağmurların
yerine geçip kentin her yerine indiler!
Hafif bir esintiyi
bekleyen o korkunç tedirginliklerini ben nasıl
anlayabilirdim ki!
***
Sabahları tanyeri ağarmadan kalkar, el arabamın
ucuna boş bir çuval
takarım. Sevdiğim cadde ben geçmeden güne
başlayamazmış gibi, koşturup dururum
parkın önünde. Sukemerine yaklaşırken önce
sağ adımımı atar, sonra solu onun
yanına alarak paslı demirin üstüne
çıkarım. Yolun eğiminde hızlanır
tekerlekler! Yankılarla büyüyen, birbirine karışan
tıkırtıları dinleyerek
geçerim altından. Tam da bu sırada kendimi eski zaman
kahramanlarından biri gibi
duyumsayıp dikleştiririm duruşumu. Kaynağı yolun sonundaki deniz olan
ve
dehlizlerde iyice hız kazanan esinti başka türlü bir
şey düşündürmez ki insana!
Sevdiğim
cadde, günün doğuşuyla birlikte gittikçe
hızlanan bir devinimin altında inler.
Kornalar, küfürler, küfür gibi
frenler! İstediğiniz kadar dikkatli bakın; ne
üst köprüden gelen araçların
aşağıdan çıkanlara karıştığı noktayı
bulabilirsiniz, ne de kemerin altından önce
geçebilmek için sürüp giden
kapışmanın mantığını çözebilirsiniz.
***
O her zaman
oradaydı!
Dizlerini
karnına çekip ellerini ayak bileklerinin üzerinde
kenetlerdi. Sırtını kemerin
sabah çiğini emmiş buz gibi taşlarına dayayarak otururdu.
Yaşamın
yükünü omuzlarından atamamış bir insan
kitlesi, gün boyu devinip dururdu
önünde: Düzenli bir işe sahip olduklarından
yalnızca sabah ve akşamları
geçenler; bağırmaktan sesi kısılan gezgin satıcılar! Fal
bakan çingeneler ve
tinerci çocuklar... Herkes kemere ait taşlardan biri gibi
kanıksamıştı onu. Ama
bunlar...
Sabahın
köründe caddenin başında belirir, abartılı el-kol
hareketleri ve kimbilir kime
öykünen gürültülü
tonlamalarıyla ortalığı inletirlerdi. Karınlarının tok,
sırtlarının pek olduğu belliydi hallerinden. Üstelik, baştan
ayağa da markaydı
adamlar!
Kemerin
yayalar için ayrılan dilimine yaklaşırken, esintinin artan
hızından memnun,
güle oynaya yürürlerdi. Önceleri
sessizce çevresini sarıyor, içlerinden birinin
vereceği komutu sabırsızlıkla bekliyorlardı. Hep bir ağızdan
bağırılınca
irkiliyordu o. Gençler yakalanma korkusuyla tabanları
yağlıyor, bu arada da
kahkahadan kırılıyorlardı.
Birkaç
gün içinde anladılar peşlerine
düşülmeyeceğini. İşi o yüzden azıttılar
bence. Pazartesiden perşembeye, tam
dört sabah! Güneşten yanmış kırışıklıklar
içindeki ensesine, acımasızca birbirinden
sert tokatlar indirdiler. Dizkapakları üstünde duran
alnını üç kez zıplatabilen
çıkmayınca, iki buçuğa yaklaşan arkadaşlarını
büyük bir gürültüyle
kutlayıp
yeni numaralarına geçtiler. Dozer gibi botlarıyla
çıkıyorlardı adamın kirden
görünmez olmuş ayaklarının üstüne.
Oğlanların en sıskası, bastığı çıplak
ayakların üzerinde ivedilikle yaylanıp kaçmanın
tadına varınca; bu numarayı çok
tuttular. Her gün biri, sırayla hepsi; tam iki hafta boyunca
denediler.
Böğrüne
tekme mi atmadılar, yoksa küçük
çocuklar gibi sapanla kafasına taş mı
fırlatmadılar!
Bir sabah,
enerji yüklü tabanlarında yay varmışçasına
hoplaya zıplaya geldiler. Üzerine avuçlar
dolusu çivinin serpildiği mıknatıslara benzeyen
içi boş kafalarını sallayarak
şakalaşıyordu erkekler. Bu arada, el-kol hareketleri ve kahkahalar da
gırla...
Rüzgâra bıraktığı boya sarısı saçlarıyla,
magazin dergilerinden fırlamış
gibiydi kız. Taşların dibinde onu bulamayınca; ukala yüzlerini
gülünçleştiren
bir şaşkınlıkla apışıp kaldılar. Boşu boşuna sağa sola baktılar; kendi
çevrelerinde
döne dolana aradılar; gözlerini kısarak, kemerin
caddenin ötesinde kalan
bölümlerini taradılar. Saate bakıp daralan zamanı
gördükten sonra, o gün kös
kös okula gittiler.
Bozgunun acısını
unutup, onu
yeniden arayabilmeleri için aradan birkaç sıkıcı
günün geçmesi gerekti. Cuma
sabahı, yayalara ait dilimin çıkışına gelince, kemerle
tiyatro binasının
arasındaki daracık geçide takıldı gözleri.
‘Zınk’ diye durdular. Kızın
kafasıyla verdiği işarete uyup sağa saptılar, biraz
yürüdüler; çıkmaz sokaklar
gibi bakımsız ve kuytuluktu orası. Erkekler elleri ceplerinde
beklerken, inatçı
kız ilerlemeyi sürdürdü. Gittikçe
ağırlaşan koku burnuna çarptığında, kararlı
adımlarına hız vererek onu kolayca buldu. Ayağının altındaki toprağı
dövmeye,
sessiz sevinç çığlıkları atmaya başladı.
İşaretparmağını dudaklarına götürdü ve
yavaş yavaş geri çekildi.
Yayalara ayrılanın
iki dilim
ötesinde, kaba bir duvarla arkadaki parka ve her
türlü geçişe kapatılmış olanın
altındaydı. Köşeye yakın bir yere yatmış, sayıklamalarla dolu
huzursuz uykusunu
uyuyordu.
Kemerin altında,
adamın
eskiden oturduğu yerde toplandılar. Kısa süren ateşli bir
tartışmanın ardından
geri dönüp hep birlikte ilerlemeye başladılar. Kızın
az önce durduğu yerde
durup, onun üçe kadar saymasını beklediler. Bir,
iki, üç! Ansızın yükselen
çığlıklar taşlarda yankılandı.
Zavallı adam! Daha
gözlerini
açmadan yüzünü kolunun biriyle
örtüp, yay gibi gerili beklemeye başladı. Damperli
bir kamyonun havalı kornası, altına sığındığı taşlardan sağanak gibi
boşalınca
kulaklarına; yattığı yerde zıpladı. Kolunu yavaşça
çekip, ürkek bakışlarını
çevresinde gezdirmeye yeltendi. Gençler ikinci
çığlığı bu sırada yolladı.
Aniden kalkıp oturdu ve çöpten yatağının batmasına
aldırmaksızın, avuçlarına
dayanarak geri aldı bedenini. Sığındığı köşeye iyice
büzüldü. Solukları
yatıştığında, yandaki duvarı siper alarak dizleri
üstünde ilerledi. Zeytin
renkli gözlerinden birini taşlardan sıyırıp baktı; koyu
suskunlukları içinde
kıpırtısız, yontulara benzeyerek öylece duruyorlardı işte
orada! Yavaşça başını
çıkarıp, eliyle aynı anda sallayarak gitmelerini işaret
etti. İt sürüsü
kahkahayı basınca, kaçıp köşesine
büzüldü yine.
***
Televizyon
ve radyoların bütün
kanallarından uyarılar yapılıyor, “aniden bastıracak kar
yağışı” için dikkatli olunması isteniyordu. Oysa
dışarıda, hava raporlarıyla
dalga geçen sıcacık bir pazartesi salınmaktaydı. Sıcak; ama
öğleden sonra
ısının birdenbire düştüğü, havanın ayaza
kestiği çok garip bir gün!
Caddenin
kıyısındaki parkı o sabah
yoklamış ve ne kadar kâğıt çöpü
varsa hepsini
toplamıştım. Öğleye doğru yeniden gittim. Gittim;
çünkü Cumhuriyet Bayramı
kutlamalarından dönen öğrencilerin parka uğrayıp bana
bolca kâğıt bırakacaklarını
sanıyordum. Ama ne yazık ki park boştu. Erken gittiğimi
düşünerek bir köşeye
çekildim ve beklemeye başladım. Bizim zibidiler, sıkıntıdan
patlayacağım sırada
gelip beni sevindirdiler. Kemere yöneldiklerinde arkalarından
bakıyordum.
Adamın çoktandır çıkmadığı duvarla kapalı
dilimden ayrıldığını; taşlara
dayadığı sırtıyla esintinin en güçlü
noktasındaki eski yerinde oturduğunu
gördüm. Üstünde siyah bir pelerin
vardı. Hayal gücü sınır tanımayanlara birbirinden
değişik yüzlerce tımarhaneden kaçış
öyküsü esinleyebilecek bir şey. Ama ben
görmüştüm yaşlı bir kadının önceki
gün çantasından çıkarıp kendi elleriyle
omzuna
koyduğunu. Pelerinin eteklerini kucağında toplamış. Yere değdirmediğine
göre,
belli ki onu sevmiş.
Adamın eski yerine
dönüşünü
çığlıklar atarak kutlayıp, leş kargaları gibi başına
üşüştüler. Kızın elinde,
sürekli kapağıyla oynadığı su dolu bir şişe vardı. Ben,
şişenin yeni
numaralarındaki görevinin ne olacağını
düşünürken; adamın kendi bacaklarının
arasındaki boşluğa dikkatle baktığını gördüm. O
gençlerin hepsi de aptaldı!
Benden çok daha sonra görüp, hemen iki
yanında gruplar oluşturarak yere
çömeldiler. Mercimek kadar beyinleriyle
araştırdılar, bulamayınca da çirkin
yakıştırmalarla kendilerinden geçtiler. Esinti, adamın
bacaklarının altına doğru
bir yaprak daha savurunca, onun yeniden aşağıya yönelen
ilgisini o zaman
gördüler. Yere eğilen kız avuçları arasına
aldığı bir yığın yaprağı götürüp
adamın bacaklarının altındaki boşluğa bıraktı. Adam kıpırdayınca, ben
“Tamam!”
dedim. “Kız tekmeyi yedi bile.” Yok, ne gezer;
sadece bir eliyle dışarı doğru
iteledi yaprakları. Kız botunun burnuyla geri tepti. O başını kaldırıp
kızın
yüzüne baktı, kız dilini çıkardı. Tıpkı
bir kaplumbağa gibi boynunu kısarak,
pelerinin altına doğru çekti kafasını. Çok
geçmeden oğlanlar da aynı numaraya
başladılar. Adam kıçını oynatarak yerini bir
parça değiştirdi. İnsan hiç genç
olur da bildiğinden döner mi! Açıkta kalan kuru
yaprak öbeğini ayaklarıyla itip
adamın altına doldurdular.
Ve o, dizlerini
biraz daha
aralayıp bakışlarını oraya kilitledi.
Gençler
adamın altını tıka
basa doldurup, ensesinden içeri akıp gidecek şekilde suyu da
döktükten sonra,
kahkahalara batarak ilerlemeye başladılar. Kapkara pelerinin altından
başını
kaldırıp garip bir bakışla baktı. Çürük
dişlerinin tümünü gösteren o
çarpık
gülüşü dudaklarındaydı. Yerinden
yavaşça kalktı. Sendeleyerek çıktı soğuk
taşların nemli kuytusundan. Işık gözlerini kamaştırdı! Kolunun
birini siper
ederek ilerlemeyi sürdürdü. Pantolonunun
cebinden çıkardığı bıçakta şavkıdı kar
toplayan güneşin ışınları. Karşı koyulamaz bir
gücün acımasız buyruğuyla titrer
gibi, hastalıklıydı yürüyüşü!
Diğerlerinden
hiçbir farkı
bulunmayan o talihsiz anda, gölge olup arkalarında durdu.
Birden kalkan eli
keskin bir yay çizdi havada. Bıçak
genç kızın bedenine gergin bir kumaşı yırtar
gibi, hışırdayarak girdi. Oğlanlar kaçıştıktan sonra kızın
incecik
bileklerinden birini tuttu adam!
***
Kar
tipiye
çevirdiğinde, kızın o bembeyaz eli adamın altına
tıkıştırdığı yapraklardaki
gibi, garip bir bombeyle kasılı kaldı.