Yabancı
sermayenin ülkeye alabildiğine girdiği bir dönemdi.
Petrol şeyhlerinin ve
nereli olduğu belirsiz ortaklıklara sahip koca koca şirketlerin
ülkenin büyük
şehirlerine dev yatırımlar yaptıkları günlerdi. Daha fazla
yabancı sermayenin
gelmesini isteyenler, “bu, bir tür yeni
sömürgecilik değil mi?” diyenlere
yabancı sermayenin daha fazla iş anlamına geldiğini,
açılacak fabrikalarla
ülkede en az % 10’lara varan işsizliğin
eritileceğini söylüyorlardı.
Yabancı
sermaye, yatırımlarını yapadursun, Ortadoğu’da,
büyük güçler, cetvellerini
ellerine almış; yeniden kesip biçmenin telaşındaydılar.
Karşı çıkanlar,
cetvelcileri ya kafir ya yabancı ya da sömürgeci
olarak tanımlayıp ona göre
konumlanıyorlardı.
Ülke,
Avrupa
Birliği’ne girme öngünündeydi.
İmzalar atılıyor, iki taraf da cetvellerini
arkalarında saklıyordu. Özgürlükleri,
eşitliği ve adaleti tanımlayışlarında
anlaşamıyorlarsa da, herkes, bu üç uğruna
ölünesi ve yaşatılası
ülküyü
paylaşmakta birleşiyordu. Tek tek düzenlemeler
üzerinde çalışılıyordu. Serbest
dolaşım hakkı (yoksa
‘özgürlük’ mü
demeli?!) tartışılırken, yabancı sermaye
geldikçe geliyordu. Yabancı sermayenin yeni iş olanakları
sağlayarak işsizliği
düşüreceğini savunanlar, yabancı sermayenin de
işçilerin serbest dolaşımından
yana olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı.
Yani “Yabancı
sermaye gelirken, yalnızca yatırım yaptığı ülkenin
işçilerini çalıştırır.
Bundan daha doğal ne olabilir?!” diye
düşünüyorlardı. Yanılmışlardı. Yabancı
sermaye
de, işçilerin serbest dolaşımından yanaydı.
Sermaye
çevrelerinin son onyıldaki temel rahatsızlığı, ilk bakışta,
işçilerin yaşamını
pek fazla etkilemezmiş gibi görünüyordu.
Ortaklaşmacılık adıyla insanlık
tarihinin en acımasız vahşi anamalcılığını uygulayan Çin,
işçilerin gelecekten
umutlarını tümden yitirmelerine neden olmakla kalmamıştı:
Onmilyonlarca aç
Çinli, tarihte daha önce buncası
görülmemişçesine yollara
düşmüştü. Sermaye
çevreleri rahatsızdı; çünkü
Çin’deki milyonlarca işsiz, ülkede bir
yedek
iş(siz)gücü ordusu yaratmış, işçi
ücretleri, alabildiğine düşmüştü.
Böylece,
üretim tutarları da düşmüştü ve
Çin ürünleri, pazara, dünyanın
diğer
bölgelerindeki birçok sermaye sahibini batıracak
denli ucuza sürülmekteydi.
Getirilen sınırlamalar da işe yaramadı. Kendi ülkelerindeki
işçiler, pahalıya
mal oluyorlardı. Dünya ölçeğinde
çeşitli çözümler
önerildi: Örneğin, bir
ülkede, “işsiz Kürtler’i asgari
ücretle çalıştıralım” dendi. Yani bu bile
dendi. Ama yine de olmuyordu işte: Üretim,
Çin’de yine daha ucuza geliyordu.
Yeni bir çözüm gerekliydi. Hele
ülkeye gelen yabancı sermaye, ülkedeki
gençleri
dünya kadar yük taşıyan ve posaları
atıldıkça yenileri bulunan hamallar olarak
gören yabancı sermaye, durumun hiç de eskisi gibi
olmadığını görünce, o
çözümden başkacası kalmamıştı. Durumu
önceden anlamış olan kimileri, çoktan
kolları sıvamıştı zaten… Evet, Tarlabaşı ve Zeytinburnu
Olayları’nın
nedenlerini anlayabilmek için herhalde buradan
başlamalı…
Li, aylarca
işsiz kaldıktan sonra, gazetede gördüğü
duyuruyla soluğu İstanbul’da alan
onbinlerce Çinli işçiden yalnızca biriydi. Bu
aylarca süren işsizliği
süresince, küçükken babasının
boynuna taktığı Mao kolyesini fırlatıp atmayı
kerelerce düşünmüştü. Baba Li,
ülkesi Çin’i yeterince ortaklaşmacı
bulmadığını;
ortaklaşım adına koca bir rüşvet imparatorluğu kurulduğunu;
yoksulluğun hala
sürdüğünü söyleyen
yurttaşlardan yalnızca biriydi. Eskiden O da, herkes gibi,
yoksulluğun sömürgecilerden -Amerika’dan
ama en çok da Sovyetler’den-
kaynaklandığını düşünüyor; devletin
özendirdiği Japonya karşıtı eylemlerde ön
saflarda yer alıyordu. Çinliler’in bu yoksullukta
hiçbir suçlarının olmadığına
emindi. Hep o yabancılar suçluydu. Bütün
Çinliler iyiydi. Bayraktaki tüm
yıldızlar güzeldi. Hepsi Çinli’ydi. Ama
yabancılar, o yıldızları söndürmeye
çalışmış; Çin’in bayrağı, kan kırmızıya
boyanmıştı. Çin Devlet Marşı’nda
dendiği gibi, köle olmayı reddedenler kalkmalı; yeni
Çin Seddi’ni etleriyle ve
kemikleriyle örmeli; tüm ezilen insanlar
kükremeli idi.
Baba Li,
işte bu ilkokulda edindiği siyasal bilinçle, 5 yaşındaki
oğul Li’yi askerler
gibi giydiriyor; başına Mao şapkası geçiriyor; eline bir
Kızıl Kitap verip Çin
abecesini bu kutsal kitaptan sökmesini
düşlüyordu. Oğul Li de, Çin abecesiyle
ilk bilinçli tanışıklığını Kızıl Kitap üzerinden
yaşayan milyonlarca çocuktan
biri oldu.
Baba
Li,
işte bu duygu ve düşüncelerle, yetmişlerden
başlayarak Japon
sermayesini ülkeye
buyur eden Çin yönetimine öfke duyan,
tepkilerini
sokaklara taşarak dile
getiren öğrenciler ve öğretim görevlilerine
elbette
destek verecekti.
Eylemciler arasında, deyim yerindeyse, “yok,
yoktu”: Avrupa
ve Amerika
yanlıları da, sokaklara taşanlardandı. Ama Baba Li,
gençlere,
yeni düzenin Mao
düşüncesinden gün
geçtikçe daha çok
uzaklaştığını düşündüğü
için destek oluyor;
daha fazla Mao posterinin hazırlanabilmesi için
gençlere
dükkanını açıyordu.
Baba Li,
1989’da, Tiananmen Meydanı’nda, tankların altında
kalan ilk eylemcilerden biri
oldu. Yas tutmak yasaktı. Yas tutulmalıydı ama birçok şey
gibi yasaktı. Oğul
Li’nin sağ kalan amcası, böylece, ilk kez, yasak
olan birçok etkinliğin güzel
olabileceğini düşündü. Zincirleme
sonuçlar doğuran bu düşünce,
O’nun Baba
Li’yle paylaştıkları ilkokul düzeyindeki siyasal
bilinci sorgulamasına yol
açtı. Gizlice dolaşan belgeleri okudu; 1989’un,
Kültür Devrimi’nin ve diğer
büyük ölümcül yanlışların
bir sürdürümü olduğunu; tekil bir
olay olmadığını
anladı. Tibet’i, Sincan’ı ve
Moğolistan’ın bölüşülmesini,
ölüm döşeğindeki bir
gaziden dinledi. Gazi, ölüm döşeğinde
olmanın verdiği siyasal rahatlıkla, uzun
uzun anlattı olanları. Ve Amca Li, ülke kurtarmakla,
sonrasında onu yönetmenin
çok farklı işler olduğu sonucuna vardı. Gazi,
O’na, milyonların yaşamına
malolan uygulamaların “Bu ülkeyi biz kurtardık, size
ne oluyor?” denilerek
gerekçelendirildiği (bu, bir gerekçelendirme
sayılabilirse…) çok sayıda örnek
anlattı.
Amca Li,
çok
geçmeden, içkiye verdi kendini. Oğul
Li’ye birkaç kez boynundaki Mao kolyesini
çıkarmasını söylediyse de kar etmedi. İlkokulda,
boynu kolyeli olanlar el
üstünde tutuluyordu. Ama yıllar geçmiş ve
Oğul Li, kolyenin kendisini işsizlik
illetinden kurtaramadığını görmüştü. Aylarca
süren işsizliği süresince,
boynundaki kolyeyi fırlatıp atmayı kerelerce
düşünmüştü ve şimdi
İstanbul’daydı.
Tarlabaşı ve
Zeytinburnu’nda Çin mahalleleri oluşmaya
başlamıştı bile. Ankara’da Sincan’da
da bir Çin mahallesinin kurulduğundan
sözediliyordu. Zonguldak’ta Türkiyeli
maden işçileri yerine Çinli maden
işçilerinin alımıyla başlayan süreç,
ülkenin
neredeyse tüm yerleşim birimlerine yayılmıştı. Çin
yönetimi, ülkedeki işsizliği
böylelikle az da olsa eritiyordu. Elbette, tüm
işsizleri yurtdışına
yollamıyordu. Böyle olursa, yedek
iş(siz)gücünün olmadığı bir
Çin’de, ipleri
ellerinde tutmaları olanaksızdı.
Arap
sermayesinin, gelirken, çarşaflı dörder eşlerini ve
Arapça eğitim veren
okullarını getirmesi gibi, Çinli işçiler de,
gittikleri her yerde Çin lokantaları
açıyor; ucuz hediyelik eşya satan dükkanlarla
başlayan akım, özel etler gibi
yiyecek bileşenlerini de içermek üzere,
Çin’le ilgili her tür malzemenin
bulanabildiği Çinli süpermarketleriyle ileri bir
aşamaya ulaşmış oluyordu.
Gazetelerin yaptıkları araştırmalar, semt pazarlarında her beş
satıcıdan
birinin Çinli olduğu ve Çinli olsun olmasın,
beşte ikisinin Çin ürünleri
sattığını söylüyordu.
Çinliler,
sokaklarda öyle çok görülmeye
başlanmıştı ki;
onları yolda görüp ‘Çin
Çan
Çon’
diyerek gülüp kaçan yeniyetmelere pek
rastlanmıyordu.
Hatta şu ünlü bulaşıkçı
fıkrası da pek işitilmez olmuştu: İki Çinli, bulaşık
yıkamaktadır. Birisi,
yıkarken, tabaklardan birini düşürür;
öteki,
arkadan seslenir: “Ne dedin?
Duyamadım?” Çince, eskiden, tabak şangırtısı
olarak
hicvedilirken; artık,
ülkenin insanları, üç-beş
sözcük de olsa,
Çince öğrenmeye başlamışlardı. Çince,
onlara, tabak kırığı gibi gelmemeye başlamıştı. Sporcular arasında
yetenekli
Çinliler’in artışı da, kuşkusuz, bu gelişmede
etkili
olmuştu. Çocuklar, eskiden
şangırtıca dili olduğunu düşündükleri
dildeki
topçu adlarını bir çırpıda
sayabiliyorlardı.
Gelgelelim, Çinli işçiler,
aldıkları üç kuruşla (Çin’de
işsiz kalmaktansa,
burada üç kuruş almak yeğdi) ve sermaye sahipleri,
düşen üretim tutarlarıyla
mutluluktan havalara uçarlarken, Türkiyeli
işçiler, ‘çi’liklerini
yitirip
‘siz’likler ediniyorlardı. İşçilikten
işsizliğe geçişleri, Çinliler’in asgari
ücretin de altına
düşürdüğü ücretlerden
ileri geliyordu. Ülke sermayesi ve
yabancı sermaye, elele vermiş, asgari ücreti bile
çok görüyor, “sizi
çalıştıracağıma, herbiriniz için iki
Çinli çalıştırırım, daha iyi”
diyorlardı.
Çinliler, Kürtler’in istediğinden bile
daha az ücret istiyorlar; inşaat
yerlerini dolduruyorlardı.
Çok
geçmeden, Çinli karşıtı olaylar yaşanmaya
başladı. Kimi lokantalarda ve
postane türü kuruluşlarda,
“Çinliler ve köpekler giremez”
tabelaları
asılıyordu. Çinli işçilerin Türkiyeli
dostları, tabelalı yerlerde, onların
işlerini görüyorlar; devlet işlerinde yardımcı
oluyorlardı. Milliyetçi
partiler, bu Çin dostlarını, vatan haini ilan ediyorlar;
çekik gözlü olan
Türkiyeliler de kimi zaman Çinli sanılarak,
şiddetten nasiplerini alıyorlardı.
Milliyetçiler,
yolda Çinliler’i durduruyorlar, “siz o
Çin Seddi’ni niye
yapmıştınız?” diye sırıtarak soruyorlar; Çinliler
de, Çin’deki ilkokul tarih
kitaplarında yazdığı biçimde, “barbarlardan
korunmak için” diyorlar; buna
karşılık, milliyetçiler, “sen bizim atalarımıza
nasıl barbar dersin?!” diyerek
saldırıyorlardı. Oğul Li, bu tür olayları duyduğunda,
“ataları gerçekten barbar
olmalı” diye aklından geçiriyordu.
Kitle tabanı
bulmaya çalışan milliyetçiler, geceleri
köpekleri iğneli
tabancayla öldürüyorlar, “bu
Çinliler,
köpeklerimizi öldürüyor.
Ülkede köpek
kalmadı. Oysa köpek, bizim simgemizdir” anlamına
gelebilecek
bir kampanya
yürütüyorlardı.
Devlet, bu olanlara bir anlam veremiyor; sermayenin haklarını korumanın
herşeyin üstünde olduğunu
söylüyordu. Böylece, polis,
Çinliler’i koruyor ve
daha fazla Çinli işçi alımına gidiliyordu.
Dolayısıyla, devlet ve sermaye
çevreleri, olaylara pek aldırış etmiyordu. Gerek
devlet için gerek sermaye çevreleri
için en rahatsız edici durum, karma
evliliklerdi. Çinli işçilerin
Türkiyeliler’le evlenmeleri, doğan
çocuklar bir
taraftan Türkiyeli olacakları için,
Çinliler’in istediğinden daha çok
ücret
istemeleri anlamına geliyordu. Uzun erimde izdüşümler
yapan Devlet Nüfusbilim
Kurumu, yetkilileri uyarmıştı. Devlet, şöyle bir
çözüm bulacaktı: Karma
evliliklere vergi konuldu ve Çinliler arası evliliklerde,
devlet, düğünü kendi
eliyle ücretsiz yapma güvencesi verdi. Hemen hemen
her gün, bir meydana, iftar
çadırı benzeri bir çadır kuruluyor ve
Ramazan’dan kalan ya da depremler için
depolarda bekleyen yiyecekler, düğünlerde
tüketilmek üzere çadırlara yığılıyordu.
Yiyecekler için elbette Çin devletinin de bir
miktar katkısı vardı. Çünkü Çin
devleti, düğünlerin, yurtdışındaki Çinli
siyasal sığınmacıların
etkinliklerindeki artışı engelleyeceğini
düşünüyordu. Çin devletine
öfke duyan
Çin yurttaşları, bir aile kurmaya
görsünler, hele bir de çocuk olsun,
yumuşadıkça yumuşuyorlar; Boğaz kıyısında denize bakıp
herşeyde bir hayır
olduğunu, böyle despot bir devletleri olmasa belki de
eşleriyle hiç
tanışamayacaklarını düşünüyor; sevdalı
gözlerle çocuklarına bakıyorlardı. Baktıkları,
çocukları değildi; ya da baktıkları çocuklarıydı
ama gördükleri, çocukları
değildi. Çocuklarına baktıklarında
gördükleri, ana-babalarından daha iyi bir
eğitim alacak olmalarıydı. O zamanlar, okullarda ayrımcılık
başlamamıştı.
Çocuklarının okuyup iyi bir iş sahibi olacaklarını
umuyorlardı.
Düğünler, gerçekten
de, Çin devletinin beklediği türden bir
sonuç verdi:
İstanbul’da Çince yayınlanan
üç siyasal dergi, kepenklerini bir bir indirdiler.
Bu dergilerde, korunma
içgüdüsüyle, özellikle
göç ettikleri ülkedeki
olumsuzlukları görmezden geliyorlar ve
Çin’i, bir tür cehennem gibi
resmediyorlardı. Onlara göre, Çin,
çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktan uzaktı.
Kendileri, yeni ülkelerinde ne güzel yaşıyorlardı.
Çin’de de yeni ülkelerindeki
türden bir düzen olsun istiyorlardı. O korunma
içgüdüsü, onları,
gerçekleri
görmekten alıkoyuyordu. Gören gözü
olanlar ise, yazamıyorlardı. Yeni ülkede
aldıkları ücret, inanılmaz düşüktü.
Çin’de, yeni ülkedeki türden bir
düzen olsa
–ki göremedikleri, o düzenin zaten
Çin’de de olduğuydu- hem de kendi
ülkelerinde, bu kadar düşük ücrete
çalışmaya razı olurlar mıydı? İşte oğul
Li’nin kafasındaki sorular bunlardı, ama çıkış
yoktu. Birgün şöyle dedi
kendine: “Madem, orada da burada da aynı düzen var,
burada, yeni ülkemde kalayım
daha iyi. En azından farklı bir ülke görmüş
oluyorum.”
Her şey,
elbette, aylarca işsiz kaldıktan sonra cinnet geçiren
Türkiyeli bir işçinin,
işsiz Çinliler’in sıklıkla gittiği
çayevine rastgele ateş açmasıyla başlamadı.
Ama kuşkusuz, bu olay olmasaydı, işler çığırından
çıkmaz, evcil bir
milliyetçilikten öteye geçilmezdi.
Çayevinin taranmasına bir ek de,
kışkırtıcılardan geldi: Haberlerde, son dakika olayı olarak,
Çinliler’in Orhun
Kitabeleri’nin temeline dinamit koyup patlattığı
söyleniyor; habere, Taliban’ın
Buda Yonutlarını patlatma görüntüleri eşlik
ediyor; beyazcamın sağ üst
köşesinde ‘Arşiv’ yazıyor ama kitabelerin
ne görüntüde olduğunu bilmeyen
milyonlarca Türkiyeli, görüntülerin
Orhun Kitabeleri’nin patlatılma
görüntüleri
olduğunu sanıyordu. Ülkede o kadar bayrak yakılmıştı da bu
kadar derin etkisi
olmamıştı. Halk (bu ‘halk’ her ne
demekse…) galeyana gelip çayevlerine, lokantalara
ve Çinli süpermarketlerine saldırmaya başlamıştı.
Ne bulurlarsa yağmalıyorlar;
gördükleri çekik
gözlüleri -Çinli olsun olmasın-
tartaklıyorlardı. Sonunda, bu
durumda üretimin düşeceğini anlayan ülke
sermayesi ve yabancı sermaye, devlet
yetkilileriyle görüştü ve İstanbul başta
olmak üzere 63 ilde olağanüstü hal
ilan edildi.
Olağanüstü
hal, durumun düzelmesine yetmiyordu. Askerlerin
çoğu, Türkiyeli
işsiz cinnetinden yana saf tutup Çinliler’e
yapılan saldırılara karışmıyordu.
Bu arada, Avrupa Birliği’yle bütünleşme
sürecinde gelinen noktada, serbest
dolaşım anlaşması imzalandı imzalanacaktı. Avrupa, bunu ileri atmaya
çalışırken; ülke, bir an önce anlaşmanın
imzalanmasından yanaydı. Çinli işçiler
nedeniyle, ülkedeki neredeyse üç kişiden
biri işsizdi ve devlet, sermaye
çevrelerinin Çinli işçi
çalıştırma dayatmasına dokunamadığından, bu işsizliği
eritmenin tek yolunun serbest dolaşım olduğunu
düşünüyordu. Böylece,
ülkedeki
işsizler, Avrupa’ya dağılıp oralarda ekmek tutacaklardı.
Ekmek tutamayanlarsa,
Avrupa’da yaşadıklarına göre, artık,
ülkenin değil Avrupa’nın sorunu
olacaklardı. Ve nasıl olduysa oldu, anlaşma imzalandı.
Anlaşmanın imzalanmasıyla,
Çinliler’e saldırılar bıçak gibi
kesildi. Dün
Çinliler’e vatan ve millet adına saldıranlar, yeni
vatanlarına, Avrupa’ya ve
yeni milletlerine, Avrupalılık’a kavuşmuşlardı.
Böylece, kısa sürede,
söylendiği gibi, Avrupa’daki işsizliği arttırmak
pahasına, ülkedeki işsizlik
eriyip gitti. İlkokul çocukları, gerçek yaşamda
göremedikleri işsizliği, bir
kavram olarak ders kitaplarından öğrenir oldular.
İlk başlarda, ülkedeki hemen hemen herkes
hoşnuttu. Çinli işçiler hoşnuttu,
saldırı olmuyordu. Türkiyeli işçilerin hoşnut olup
olmadığı, artık bizi
ilgilendirmiyor çünkü onların
çoğu zaten Avrupa’da. Onlara da az sonra
geleceğiz.
Bir süre
sonra, kalan Türkiyeli işçiler de, bir
Avrupa’daki bir de Türkiye’deki
koşullara baktılar ve Avrupa’da toplumsal
güvencelerin ve çalışma saatlerinin
daha insan yanlısı olduğunu düşünerek,
Avrupa’ya geçtiler. Ülkede, kala kala
Çinli işçiler ve sermaye çevreleri
kaldı. Ha bir de işgücü açığı kaldı. Bunun
üzerine yine üretimin düşeceğinden korkan
sermaye çevreleri, devlet
yetkilileriyle görüştü ve
Çin’den yeni işçi alımına gidilmesi
kararlaştırıldı.
Ancak, beklenmedik bir gelişme vardı: Çin,
işgücünü baskılayacağı yedek
iş(siz)gücünün gittikçe eridiğini
görerek, yurtdışına işçi ya da işsiz
göndermeyi en azından bir süreliğine durdurmuştu.
Yetkililer, düşündüler. Başka
bir çözüm olmalıydı…
“Siz bizim kardeşimizsiniz” diyerek Pakistan ve
Hindistan’dan işçi alımı için resmi
görüşmelere başladılar.
Dalit de, o
onbinlerce işçiden biriydi. O’nu
İstanbul’a gidecek öbeğe alırken,
Galata’daki dev gökdelenleri göstermişler,
“işte sizin eviniz bunlar olacak”
diye kandırmışlardı. Oysa, Ümraniye’ye
yerleştirildiler.
‘Dalit’,
Hintçe’de ‘ezilen’ anlamına
gelmektedir. Dalitler, Hindu toplumunda,
bırakın kasttan sayılmayı, insandan bile sayılmayan dokunulmazlara
karşılık
gelmektedirler. Kırsal kesimde, dokunulmazların ayakkabı giymelerine,
çiftteker
sürmelerine, güneşten korunmak için
şemsiye taşımalarına ve sokakta başlarını
öne eğmeden yürümelerine izin
verilmemektedir. Dalit’in babası, dünyanın neden
böyle olduğunu sık sık düşünen bir
‘insan’dır. Neden tapınağa girmeleri
yasaktır?.. Üstelik, başlarını öne eğmeden
yürümeleri yasak olduğuna göre,
tapınağın önüne geldiklerini nasıl anlayacaklardır?
Ya hep yere baktıkları için
yanlışlıkla tapınağa girerlerse? Birgün baba dalit, bu
düşüncelerle başını
kaldırır; amacı, yanlışlıkla tapınağa girmemektir. O sırada, oradan
geçmekte
olan işsiz bir kast üyesi bunu görür.
Kafasında şimşek çakar: “Zaten böyleleri,
geleneklerimize, dinimize uymadıkları için, eski altın
çağları yaşayamıyoruz,
ben de işte bu yüzden işsizim” der ve oraya herkesi
toplar. “O’nu, tapınağa
bakarken gördüm” der. Baba dalit,
beklenmedik bir biçimde gülümser; ilk kez
O’nun için bir özne kullanılmıştır.
O’na ilk kez ‘O’ denmiştir. Onlara, bir
Hindu dervişinden duyduğu sözü söyler:
“Bana bakarken mi beni gördünüz
yoksa
beni görürken mi bana baktınız?” Ama
Dalitler’e felsefe de yasaktır ve baba
dalit, oracıkta linç edilir. İşsizin öfkesi yine de
geçmez. Gebe olan ana
dalite, “Doğurduğun eniğe ceza olarak
‘Dalit’ adını koyacaksın” der. Ana dalit,
yas tutmak ister. Tutamaz. Yas tutmak da dalitlere yasaktır.
İşte o
dalit, bu Dalit’tir. Dalit Partisi Gençlik
Kolları, bir gün, ‘Dalit’ adında bir
dalitin olduğunu duyarak, O’nu bulur ve onların
önerisi ve yardımıyla, Dalit,
dalit sayılmayacağını, insan sayılabileceğini umduğu yeni bir
ülkeye gelir. İlk
başta çokça da şaşırır: Hiçbir şey
yasak değildir O’na! Ayakkabı giyer, kocaman
bir şemsiye alır; başı dik yürümeye başlar ve sık sık
gökyüzündeki yıldızlara
bakar.
Liler’in ve
Dalitler’in tanışması, hiç iç
açıcı olmadı.
Sermaye çevreleri, dalitlerin daha
da düşük bir ücrete çalışmaya
istekli olduklarını
görerek, önce boşta duran iş
kollarını dalitlerle doldurdular, sonra çalıştırdıkları
Çinli işçileri, bir bir
işten çıkardılar. Dalitler, çoğu zaman, para
almamaya da
razı oluyorlardı.
Onlar için ayakkabı giymek, şemsiye taşımak ve hepsinden
önemlisi, başı dik
yürüyebiliyor olmak, yeter de artardı
bile… Gelen yeni
işçilerin dalit
olduklarını öğrenen Çinli işçiler, ilk
başlarda
onlardan, ayakkabı ve şemsiye
vergisi almaya kalktılar. Karşı çıkanları
“sermayenin ve
yüce devletin
çıkarlarına karşı karışıklık
çıkarıyorlar” diye
şikayet edeceklerini söyleyerek
tehdit ediyorlardı. Dalitlerin elbette beş kuruş parası yoktu; vergi
borçlarını
Çinli işçilerin hamallıklarını yaparak, yani kol
emeğiyle
ödüyorlardı.
Devletse, belki bilinçli belki de bilinçsiz
olarak, resmi
belgelerde, ‘Çinli’
sözcüğünü büyük
harfle başlatırken,
‘dalit’
sözcüğünü
küçük harfle
başlatıyordu. Küçük harfle
büyük harf
arasında ne de büyük bir uçurum vardı.
Ama
dalitlerin bu zor günleri çok sürmedi;
çünkü dalitler, Dalit
Partisi’nin
eliyle, örgütlü bir biçimde
gelmişlerdi. Parti’nin bilgilendirmesi ve
yönlendirmesiyle, dalitler, Çinli boyunduruğundan
kurtulup (yok, kurtun peşinden
değil) işverenlerin peşinden gittiler. Çinliler atılıyor,
yerlerine dalitler
geliyordu. Dalit Partisi, parti olmasına partiydi ama
“dalitlikten kurtulduk,
buna da şükür” diyordu.
Bu kez,
Ümraniye Olayları patlak verdi. İşlerinden
çıkarılan Çinliler, dalitlerin
çalıştığı ayakkabıcılara ve şemsiyecilere saldırdılar.
Dün Türkiyeliler’in
saldırısına uğrayan Çinliler, rol değiştirmiş; dalitlere
saldırıyorlardı. Yine
63 ilde olağanüstü hal ilan edildi. (Geriye kalan
illerde zaten hep olağanüstü hal
vardı.)
Ülkede bu
gelişmeler oladursun, Avrupa’ya akın akın giden
Türkiyeli işçiler,
beklemedikleri bir tabloyla karşılaşmışlardı: İş bulması zordu.
Çalışma
koşulları, çok farklı değildi. Kağıt
üstünde haftada 35 saat çalışma uygulaması
vardı var olmasına ama işler, kağıt üstünde olduğu
gibi işlemiyor; fazla mesai,
uzun saatleri buluyordu. Toplumsal güvenceler, son yasa
değişiklikleriyle
ayaklar altına alınmıştı. Avrupa, artık, bir gönenç
iklimine sahip değildi.
İşsizlik ve yoksulluk, çığ gibi büyüyordu.
Neyse ki, Avrupa’da, o kadar da
Çinli yoktu. Avrupa, her yıl gelen Çinli
işçi sayısını kısıtlayarak sorunu
çözmüştü. Böylece,
dünyada işsizlik oranı, Çin ve
Hindistan’daki dev nüfus
nedeniyle artarken, Avrupa’da yine de düşük
bir seyir vardı. Ama Türkiye’de
Çinliler olduğu gibi, Avrupa’da
Türkiyeliler ve Faslılar vardı. Bunlar da, çok
düşük ücrete çalışıyorlardı.
“Sermayenin ulusu olmaz” demişler… Kim
düşük
ücrete çalışırsa, nereli olursa olsun, işe onu
alıyorlardı. Bu nedenle, ırkçılık,
yükselişe geçmişti.
Türkiyeliler’in ve Faslılar’ın evleri sık
sık
kundaklanıyordu. Avrupa ülkelerinde bir bir, ırkçı
partiler başa geçiyordu. En
sol partiler bile, dünyanın dört bir yanında olduğu
gibi, ya ırkçı ya
milliyetçi öğeler taşıyorlardı.
Avrupa devletleri,
bir çözüm yolu arıyordu. Birkaç
yüzyıl önce
olsaydı, işsizleri de ırkçıları da (demek ki işsiz
ırkçıları da), yeni
keşfedilmiş topraklara gönderir; milyonlarca yerlinin kıyımına
göz yumarlardı.
Orada ne yaparlarsa yapsınlardı… Hem, öyle ya da
böyle, sağ kalan yerlileri
uygarlıkla tanıştırmış olurlardı böylelikle… Biraz
da rahip gönderselerdi,
Fransız Devrimi’nden beri hala zayıflatamadıkları kilisenin
etkisini az da olsa
kırar, kendi iktidar alanlarını genişletirlerdi… Ama yoktu
işte… O çözüm
denenmiş, tüm anakaralar kapılmıştı… Geriye kala
kala Antarktika kalmıştı ama
herhalde, kimse oraya gitmek istemezdi… Bir yandan da, uzay
araştırmaları
sürüyordu, ama henüz, yaşanabilir bir
gezegen bulgulanmamıştı. Acaba “Yeni bir
gezegen bulundu! Üzerinde yaşanabiliyor!” diye
uydurma bir haber geçip sonra
toplumda istemedikleri öğeleri, mekiğe doldurup doldurup uzay
boşluğuna mı
bıraksınlardı? Ama o kadar gideri kim karşılayacaktı? Hemen bir
kar-zarar
çözümlemesi yaptılar. O kadar insanı uzay
boşluğuna göndermek, kalıp da
karışıklık çıkarmayı sürdürmelerinden daha
pahalıya geliyordu… “Buldum” dedi
bir yetkili: “Irkçıları toplama kampına
gönderelim!” Yetkililerden biri, bu
öneriye karşılık olarak güldü; diğeri de,
sanki öğrenciymiş de, eline cetvelle
vurmuşlar gibi bir acıyla ağladı…
Sonunda çözüm
bulundu: Amerika yurttaşlarının karşı çıkışlarına karşın,
Amerikan Ordusu, Mezopotamya’dan çekilmemişti.
Amerikan kayıpları, 10,000’i
aşmış; petrol yatakları üstünde denetim hala
tümüyle sağlanamamıştı. Amerika,
çökmemek için, bu denetimi sağlamalıydı.
Ancak, Amerika içindeki muhalefet
düşünüldüğünde, askerini
de çekmek durumundaydı. Ne yapacaktı?
Çözüm, Dışişleri
Bakanı’nın gördüğü bir
düşle geldi… Bakan, düşünde,
kendini, üniversitede,
toplumbilim sınavında ter dökerken
gördü… Boşluk doldurma
türü sorulara
geldiğinde tıkandı. Daha doğrusu, aklında yanıt beliriyor ama eli,
nedense
yazamıyordu. Yanıt, ‘yedek işgücü
ordusu’ydu ama eli, ‘Amerikan ordusu’
yazıyordu. Uyandığında, kolunun, yastığın altında sıkışmış olduğunu
gördü.
Karıncalanmanın geçmesi için kolunu
açıp kaparken, bir anda, çözüm,
aklına
geldi: Petrol yataklarının denetimini Amerikan ordusu sağlamayacak;
Avrupa ve
diğer Amerikan bağlaşığı ülkelerdeki işsizlerden Amerikan
çıkarlarını koruyacak
bir ordu kurulacak; bu ordunun giderleri, denetim altındaki petrol
yataklarından yapılan satışlardan gelecek ve bu ordunun amacı da,
üzerinde
denetim sağlanmış petrol yataklarından beslenerek, üzerinde
henüz denetim
sağlanmamış petrol yataklarını ele geçirmek
olacaktı… Uygulama, hemen devreye
sokuldu. Birkaç ay içinde, Avrupa
ülkelerinde ne ırkçılıktan ne de işsizlikten
eser kalmıştı. Dalitler’in gelişiyle işsiz kalan
Çinliler de, Petrol Ordusu’na
yazdırılmıştı… Ölen çok oluyordu, ama
düş tutmuştu: Ha yedek iş(siz)gücü ordusu
ha yedek asker ordusu… Ölenlerin yerine nasılsa
yenileri geliyordu… Hem, tek
bir Amerikalı’nın bile burnu kanamadan, Amerikan
çıkarları korunuyor ve
Amerikan etkisi, genişletiliyordu.
Li de, Petrol
Ordusu’na, işsizlikten kurtulmak için girmişti.
Çin’de işsizken,
uzak bir ülkeye, orada da işsiz kalınca Petrol
Ordusu’na katılmıştı…
Yaşadıkları yavaş yavaş birikti; birikti ve gerçeği
gördü: Bu orduyu kuranların
amacı, savaşın bitmesi değildi. Savaş
sürdükçe, ülkelerdeki işsizlik
oranı
düşüyordu; çünkü
işsizler –belli bir sayıdaki işsizi, yedek
iş(siz)gücü olarak
korumak kaydıyla- savaştaki ölümleriyle
eritiliyorlardı… Petrol kazançlarıyla,
bu ülkelerdeki işçilerin gelirleri ve satın alma
güçleri de görece artıyordu…
Petrol Ordusu’nu kuranların ancak bu
kadar ileri
gidebileceklerini düşünürken,
komutanların kendi askerlerini
öldürdüğünü
gördü… O sırada nöbet
tutuyordu…
Komutanlar, Li’nin, olanları
gördüğünü
görerek; Nöbetçi
Kulübesi’ni kurşun
yağmuruna tuttular. Li, canını zor kurtararak, çalılara
doğru,
direnişçilerin
tarafına koştu ve bir süre sonra kendinden
geçti…
Kendine geldiğinde
bir çadırdaydı ve başında iki
direnişçi duruyordu. O’na,
kendinden geçtiği sırada, oğlu
öldürülmüş
öfkeli bir babanın, O’nun üzerine
çullandığını
söylediler. Acılı baba, bu düşmanı neredeyse
öldürecekti. Baba, Li’nin boğazını
sıkarken, Li’nin boynundaki Mao kolyesi
düşmüş ve
kolyeyi gören yaşlı bir
savaşçı, Li’yi korumuştu…
Li,
düşündü. Dalit’i
düşündü. Yeni
Dünya Düzeni’nin insanları nasıl
insanlıktan
çıkardığını düşündü. O Hint
lokantasına
saldırırkenki Li’yi düşündü.
Kendini
düşündü. Utandı…
Bu direniş ordusu
da birgün savaşı kazanırsa, aynı baskılama
düzeneklerini
kuracaktı sonunda… Yine yoksullar ve varsıllar olacak;
petrol yatakları
üstünde, bekledikleri kazançla
gözü dönmüş yeni şeyhler, insanlık
onurunu
yeniden köleleştireceklerdi sonunda… Kurtarıcı
peygamberler çağı, çoktan geride
kalmıştı…
Olanları bir
gazeteciye anlattı; gazeteci kanalıyla, dalitlerden
özür diledi ve
“ülkemden ilk çıkışımda, bir
göçmen gemisinde öleydim de umudum
tükenmemiş
olaydı” diye diye daha uzun yıllar yaşadı…
E-posta Yerleği: ulas@teori.org
Ağ Sayfası: http://ulas.teori.org,
http://dergi.havuz.de/