Yapıtlarında
hep -insanı- konu edinen Fotoğraf
Sanatçısı İsa Çelik, keskin gözlerini,
yazına da dikti. Gözlem gücünü
öykülerinde yalın bir şekilde ortaya koyan
Çelik’in
öykücülüğü kendi deyimiyle
söyle: “Daha
yeni çıkıyoruz görücüye...
|
Çelik,
“Bana göre önemli olan, ne anlattığın değil
nasıl anlattığındır”diyor. |
|
“Yazacağım
şeylere ben değil, onlar karar verirler” |
|
Fotoğraf
sözsüz bir sanat dalı. Yıllardır sizi de bu sanatın
içindesiniz. Fotoğraf çekerken vizörden
baktığınızda kendinizi hep bir öykünün
içinde mi bulursunuz? Fotoğraf karelerinizden yansıyan ışığın
öyküsel büyüsü mü
itti sizi yazmaya? Yyazma sürecinizden bahseder
misiniz biraz?
Evet, haklısınız ben
öncelikle, bir fotograf sanatçısı olarak
tanınıyorum. Önce bir
parantez açarak, birbirine bağlı iki şeyi
açıklığa kavuşturmalıyım. Bir: Ben fotograf
sözcüğünde yumuşak (ğ)
kullanmıyorum.‘fotoğraf’ değil,
‘fotograf’ diyorum. İki: Sanatsal eylem fotografı
da, öteki sanatsal eylemler gibi yapılan bir iştir; resim
gibi, heykel gibi, şiir gibi, öykü gibi... Yapılan
bir sanatsal eylem olduğu için de, ben sanatsal fotograftan
söz ederken -yapmak-
sözcüğünü kullanırım genellikle.
Her fotograf, yeni bir
serüvendir kuşkusuz; yeni bir hikâyedir. Fotograf,
sözcük olarak kısadır. Kapsamı ise uzun bir
cümle. Vizörden bakarken ve fotograf yapmaya
çalışırken çaresiz bir hikâyenin
içindesinizdir. Her sanat dalının kendi iç
gerçekliği vardır. Fotograftaki hikâye ile
öyküdeki hikâye başka başka şeylerdir.
Dolayısıyla, fotoğraf
karelerinden yansıyan ışığın öyküsel
büyüsü itmedi beni yazmaya.
Bizim yörelerde
(Taşeli plâtosu) toprak çok taşlıdır. Sanırsınız
taş tarlası. Adı üstünde Taşeli. Toprağa
düşen tohum, ışığa kavuşmak için, kocaman taşları
dolanıp öyle çıkar yeryüzüne.
Başka çaresi yoktur! Ya ışık ya ölüm.
Yörenin insanı da öyledir. Duvarlarda, kayaların
yüzeyinde biten bitkiler gibi. İncir ağaçları, kaya
korukları gibi. Zor koşullarda bile var olmak zorundadırlar.
Mersin’de, okuma
yazma oranı en yüksek iki ilçeden birisidir
Gülnar. Yani benim doğduğum şehir. (Öteki
Aslanköy’dür. Osman Şahin’in ve
Behzat Ay’ın memleketi.)
İlkokul öğretmenim, yerde
çamurlar içinde bile olsa, yazılı bir
kâğıt bulsanız alıp yıkayın ve okuyun demişti. O
yüzden olacak yazılı şeylere sonsuz bir saygım vardır, ne
bulsam okurum.
Annemden
babamdan, evimden on iki yaşında ayrıldım; yatılı okullarda okudum.
Okuduğum bütün okullarda da öğrencilerin de
öğretmenlerin de pek ayak basmadığı
kütüphaneler vardı. Sonsuz bir yalnızlık
içinde sığındığım tek yer kütüphanelerdi.
İlgi alanıma giren bütün kitapları okuyup bitirmiştim
o kütüphanelerde, resim, heykel (fotograf kitabı
yoktu, ya da olup olmadıklarını ben bilmiyordum), hikâye,
şiir, roman ve felsefe kitaplarıydı olanlar. O zamanlardan beri yazının
içindeyim ama hep okudum, yazdıklarımı yayınlamadım.
Öykülerinizde
doğa ve insan aynı fotoğraf karesinde. Öykülerinizi
okurken, fotoğrafladığınız insanların konuşmalarını duyuyor gibiyiz.
Özellikle “Kınalı Keklik” adlı
öyküde Çavuş’un ve
Berçalan’ın fotoğrafını çekmişsiniz
sözcüklerinizle. Fotoğrafik görmenin ayrı
bir duruş biçimi olduğunu biliyoruz. Bu
görüş biçimini
öykülerinize nasıl yansıtıyorsunuz?
Ben neden sinemaya giderim?
Sinemaya girmeden önceki “ben” ile,
çıktıktan sonraki “ben” farklı olsun
diye. Neden şiir okur insan? Neden bir resme bakar? Neden
türkü dinler?
Fotograflarımda isterim ki iyi bir grafik ve iyi bir kompozisyon olsun.
İyi ve -münasebetsiz- bir ışık olsun. Kendi iç
gerçekliği sahici ve atmosferi iyi olsun.
Öykülerimde de görselliği en az dil
sorunları ve endişeleri kadar önde tutarım. Okuyanın aklında,
beyninde, yüreğinde sahici bir atmosfer canlanmasını,
anlattığım olayların orada, yaşandığı yerde geçmesini
isterim. Öykülerimde de fotograflarımda olduğu gibi,
farklı objektifler kullanmaya çabalarım. Her objektifin dili
başka başkadır. Kimi zaman anlatacağım şeylere özel
aydınlatmalar yapıyorum. Hadi buna Rembrandt ışığı diyelim. Gereksiz
ayrıntılardan sakınırım. Sündürmeyi sevmem. Her
sözcüğün bir anlamı ve gerekliliği olmalı.
Gereksiz virgül bile olmamalı.
Nezihe
Meriç’ten duyduğum bir söz var.
“Kelimelerin arkalarında mağaralar vardır.”
demişti. Doğru... Kelimelerin arkalarında mağaralar vardır. Kelimelerin
arkalarında zindan vardır. Timsahlarla dolu hendekler vardır. Dağ
çiçekleri, çoban ateşleri vardır kimi
zaman. “Yüzünde göz izi var, sana
kim baktı yarim”ler vardır. Her
sözcüğün arkasında saklı olanı arıyorum.
Kimi sözcük kostaktır. Kimi halim-selim. Kimi
sözcükler de aristokrattır, burnundan kıl
aldırmaz.
Her şeyin heyecanı olmalı,
sürprizi olmalı. Öykünün
kurgusundan, örgüsünden söz
etmiyorum. Yazının kendi içindeki tansiyonundan söz
ediyorum. Öykünün bir heyecan ve
sürpriz örgüsü olmalı tamam. Fakat,
yazının heyecan ve sürpriz örgüsü
de olmalı...
Fotoğraf
sanatında “deklanşör anı-vuruş anı” ve o
anda yakalanan “görüntü
dili” vardır. Öykü
dili ve
sözünü ettiğim
görüntü dilinin
örtüştüğü noktalar var mı sizce?
Yaşamın
sonsuz akışı içinde sayısız
görüntü, sayısız durum kayıp
geçiyor. İster fotograf olsun, ister öykü;
neyi nereden ne kadar alacağımız, neyi nereden ne kadar almayacağımız
önemli. Neleri var, neleri yok sayacağız. Her şey aslında
dört noktadan ibaret değil mi? Her sanat dalının kendine
özgü bir anlatma biçimi var.
Çoğu kez bir sanat dalıyla anlatılanı başka bir dalda
anlatmaya kalkarsak hantal duruma düşebiliriz.
Sözgelimi: Karikatüre pek yakışan bir şeyi resim
olarak yapmaya kalkarsak anlamsız olabilir. Resim resimce, fotograf
fotografça, öykü öyküce
olmalı...
Ne
olursa olsun her şeyin bir şiiri olmalı. Yedirilmiş, sindirilmiş
olarak, şiir olmalı. Hep şiir endişesi, şiir sancısı
duymalı. Sözcükler kuyumcu terazisi ile tartılmalı,
ama heyecan -dozunu- azaltmadan, yok etmeden...
Öyküleriniz
diyalog ağırlıklı daha çok teatral, kullandığınız yerel
sözcüklerle zenginleştirip dile farklı bir tat
katıyorsunuz. Her yörenin kendine özgü
türküleri ve şivesi olduğu gibi efsaneleri ve
hikâyeleri de var, bunlardan öykülerinizde
ve fotoğraflarınızda yararlanıyor musunuz?
Hiç
öyle düşünmemiştim. Siz söyleyince
düşündüm. Evet diyalog var ama -bana
göre- yeteri kadar. Sizin teatral dediğiniz şeyi aslında biraz
önce söyledim sanıyorum. Hayır, ben teatral olsun
istemiyorum öykülerimin. Kurmaya
çalıştığım, bir tiyatro dekorundan çok bir sinema
atmosferine benzetilebilir. Sürekli olarak, bir atmosfer
endişesi duyduğum doğrudur. Cemal Süreya’nın şu
sözünü çok severim.
“Şair, bana yağmur yağdır, yağmuru anlatma.” Ben
yağmur yağdırmaya çabalıyorum. Kuşun boyunu-posunu,
şeklini-şemalini değil kanat şakırtılarını duyurmak istiyorum. Eriğin
yuvarlağını, rengini-mengini değil dişlerinizin kamaşmasını istiyorum.
Bizim yöre,
“ağız dalaşı” demez “dırdıbık”
der. Söz gelimi -semizotu- diyelim. Aklıma geldi diye
söyledim. Semizotu, adı gibi semiz bir
sözcük. Semiz ve toraman bir
sözcük. Anadolu insanı, bizim şehirde
evcilleştirdiğimiz semizotuna ne çok isim vermiş. Bir
kaçını söyleyelim:
Töğmeğen, töğmeken, töhmekan,
tökmekan, tokmakan...
Papatya, bildiğimiz papatya. Babaçça,
babaç,
bubaç, bubeççe,
bubeşçe… Bunlar
Anadolu’da yaşamakta olan sözcükler.
Ölmüş,
“tedevülden kalkmış” değiller. Şehir
insanı bir
avuç sözcükle konuşmaya, anlaşmaya
alışmış...
Türküleri
de yerel sözcükleri de efsaneleri de
hikâyeleri de yeri ve gereği varsa kullanmayı yeğliyorum.
Yoksa durup dururken hiçbir sözcüğe
hiçbir türkü ya da efsaneye iş
“istihdam” etmiyorum. Şimdilik hiç yerel
efsane, türkü ve hikâye kullanmadım. Ama
yeri gelirse kullanabilirim.
Öykülerinizde
daha çok edilgen, küçük
dünyaları olan insanları anlatıyorsunuz. Kitaba
adını veren öykü “Dur Gitme” bir
kilim motifinin
adı, “Güllü Gelin” yılanların
öcü
üzerine kurulmuş,
“Töstü” bir köy
efsanesini andırıyor, “Şıpdüşen” ise bir
kapı kolu.
Üzerine öykü kurulmuş farklı objeler de var
kitapta.
Fotoğraflarınızda da nesnelerle kurulan fiziksel ilişkiler dikkat
çekici. Öyküdeki
çıkış noktalarınız, size “Bunu
yazmalıyım” dedirten şey nedir?
Benim için -şeyler-
ve objeler önemlidir, doğru. Yazmam için o şeylerin
ve objelerin yaşamıma girmiş olması gerekir.
Öykülerimde anlattığım şeyler efsaneler değil
yaşadığım, duyduğum birer motif olabilirler belki.
“İpten Kuşak
Kuşananlar”ın öykülerini anlatıyorum.
Yarım, yırtık hayatları anlatıyorum. Dün akşam bir sinema
yönetmeni arkadaşım telefonda, “Bunları birileri
anlattı da sen mi yazdın?” diye
sordu. Hayır dedim. “Peki, başından mı
geçti?” dedi. Hayır. “Yani hepsini sen
mi uydurdun?”
Bir önceki sorunun
yanıtında da söyledim. Bütünüyle
olmuş, yaşanmış şeyler değil anlattıklarım. Kimi motifler var elbette
çocukluğumdan aklımda kalan; o kadar. Bir
öykü
için, bir bakış, bir susuş, bir oturuş, bir ayağa kalkış,
yeter. Bir koku, bir renk... Bir sözcük, bir
cümle... Bana göre önemli olan, anlattığın
şeyin -eti kemiği- olması. İvedilikle yaşanmış olması gerekmiyor.
Onları -yaşayan kişiler- yapabilmek. Önemli olan ne anlattığın
değil nasıl anlattığındır. Böyle
düşünüyorum. Çocukluğumda bizim
orda, Gülnar’da deli bir kadın vardı. Hababam
dolaşır dururdu. Aklımda kalan o kadar. O kadın,
“Güllü Gelin” oldu.
“Kınalı Keklik” de sadece duyduğum bir
cümleden çıktı.
Şöyle
söylemek de olası: Yazacağım şeylere ben değil onlar karar
verirler. Gelir bulurlar, aklımı çelerler. Tebelleş olup da
temelli kalmaya karar verdilerse, niyetleri buysa, belli olur. Neyse o
şey, günlerce bazen haftalarca aklımda gezdiririm. Hemen
yazmam. Düşünsel olarak
tüm kurguları yaparım. Unutmadıysam, bana kendilerini
unutturmadılarsa, aklımda beynimde mayalanmışlarsa, zaten iş yazıya
dökmeye kalmıştır. Bir arkadaşımla bir kahveye gidiyorduk.
“Sen çayları söyle, ben bir sigara alıp
geleceğim” dedi. Çaycıya ‘İki
çay’
deyince çaycı durdu, yüzüme
kötü
kötü baktı, yürüdü gitti.
“Şıpdüşen” de ordan çıktı.
Sanatsal eylem, bir
kurmacadır.
Kitabınızın
son öyküsü, “Sarı
Sıçan” ve “Satı, Satı
Yeter...” birbirine bağlı iki ayrı metin halinde yazılmış,
okuru şaşırtıyor. Metinlerin satırarası okumalara da çok
açık olduğunu söylemeliyim. Söz satır
arasından açılmışken; fotoğrafın da satırarası var mıdır
sizce?
Olmaz mı? Her şeyin satır arası
vardır. Kimi kez yedirilmiş olarak, kimi kez ayan-beyan. Satır arasını
okumak aslında bakanın, okuyanın -becerisine- bağlıdır.
Kültürel donanmışlığına bağlıdır. Alfabenin ilk harfi
‘a’, ya da son harfi ‘z’dir
demezsiniz, o kişi alfabeyi biliyorsa. Size kauçuk ağacından
söz edeceksem hiç zorlanmam.
Çünkü, kauçuk ağacını sizin
bildiğinizi biliyorum. Ama bunu bir Eskimoya anlatacaksam ve o kişi bir
kauçuk ağacını hiç görmemişse, nasıl
anlatabilirim?
Fotoğrafın gücü ve
öykünün gücü nerede yatar
sevgili İsa Çelik?
Benim bildiğim, güzel
diye bildiğim, doğru diye bellediğim şudur: Sanat, bilim ve
kültürde insanının yüzü ileriye
dönük olmalıdır. Sanat, bilim,
kültür, insanının yüzü; geleceğe,
aydınlığa bakmalıdır. Fotografın
da öykünün de gücü, her
halde, (bunu ‘mutlaka’ anlamında kullanıyorum) ne
anlattığımızda değil, anlattığımızı, nasıl anlattığımızda yatıyor
olmalı. Her gün her dakika dünyada, aklımızın
alamayacağı kadar çok fotograf çekiliyor;
öykü yazılıyor. Ne anlattığımız daha önemli
olsaydı, Karl Marx’ın “Das Kapital”inden,
Adam Smith’in “Milletlerin
Zenginliği”nden, “Kur’an-ı
Kerim” ve “İncil”den (...) başka bir şeye
ihtiyacımız kalmazdı...
Fotoğrafseverler ve
öyküseverler... hangisine daha rahat ulaşabildi
ürettik- leriniz?
Ulaşmayı
biçimsel değil de, onlarla kucaklaşmak anlamında anlıyorsak,
benim fotograflarım insanla kucaklaşmış bir fotograflardır. Cilo
dağlarında da, Sivas’ın köylerinde de,
Taşlıtarla’da
da, Ulus Mahallesi’nde de benim fotografımdan haberi olan
insanlar vardır.
Öykücülüğüm daha yeni
çıkıyor görücüye. Kitabım, 2
ocak, 2006’da
çıktı. Daha üç aydır vitrinlerde.
Öykülerim için bir şey diyemiyorum...
İnsanlarla
kucaklaşabilmeleri için daha vakit var. Ama pek
çok
şehirden aldığım telefonlara göre, “hâl ve
gidiş” iyi. Dört ayrı şehirden, imza
günü yapmak
istediklerini belirttiler. Hiç reklâmı yapılmamış
olmasına
karşın.
Selam,
sevgi ve teşekkürlerimle. İsa Çelik
Kaynakçalar:
*http://www.fotografvakfi.org
**http://burkinafasafiso.blogspot.com
***
Arkadaşımız Handan Gökçek bu
söyleşiyi VARLIK
DERGİSİ için gerçekleştirmiştir.
Söyleşi, derginin
Mayıs sayısında (yıl 76/ sayı/1184/ sayfa/ 88 ve VARLIK KİTAP
EKİ sayfa 28) yayımlanmıştır.