ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
***Handan Gökçek, İsa Çelik Söyleşisi

 

Yapıtlarında hep -insanı-  konu edinen Fotoğraf Sanatçısı İsa Çelik, keskin gözlerini, yazına da dikti. Gözlem gücünü öykülerinde yalın bir şekilde ortaya koyan Çelik’in öykücülüğü kendi deyimiyle söyle: “Daha yeni çıkıyoruz görücüye...

Çelik, “Bana göre önemli olan, ne anlattığın değil nasıl anlattığındır”diyor. 
“Yazacağım şeylere ben değil, onlar karar verirler”

Fotoğraf sözsüz bir sanat dalı. Yıllardır sizi de bu sanatın içindesiniz. Fotoğraf çekerken vizörden baktığınızda kendinizi hep bir öykünün içinde mi bulursunuz?  Fotoğraf karelerinizden yansıyan ışığın öyküsel büyüsü mü itti sizi yazmaya? Yyazma sürecinizden bahseder misiniz biraz?

Evet, haklısınız ben öncelikle, bir fotograf sanatçısı olarak tanınıyorum.  Önce bir parantez açarak, birbirine bağlı iki şeyi açıklığa kavuşturmalıyım. Bir: Ben fotograf sözcüğünde yumuşak (ğ) kullanmıyorum.‘fotoğraf’ değil, ‘fotograf’ diyorum. İki: Sanatsal eylem fotografı da, öteki sanatsal eylemler gibi yapılan bir iştir; resim gibi, heykel gibi, şiir gibi, öykü gibi... Yapılan bir sanatsal eylem olduğu için de, ben sanatsal fotograftan söz ederken -yapmak- sözcüğünü kullanırım genellikle.

Her fotograf, yeni bir serüvendir kuşkusuz; yeni bir hikâyedir. Fotograf, sözcük olarak kısadır. Kapsamı ise uzun bir cümle. Vizörden bakarken ve fotograf yapmaya çalışırken çaresiz bir hikâyenin içindesinizdir. Her sanat dalının kendi iç gerçekliği vardır. Fotograftaki hikâye ile öyküdeki hikâye başka başka şeylerdir. Dolayısıyla, fotoğraf karelerinden yansıyan ışığın öyküsel büyüsü itmedi beni yazmaya.

Bizim yörelerde (Taşeli plâtosu) toprak çok taşlıdır. Sanırsınız taş tarlası. Adı üstünde Taşeli. Toprağa düşen tohum, ışığa kavuşmak için, kocaman taşları dolanıp öyle çıkar yeryüzüne. Başka çaresi yoktur! Ya ışık ya ölüm. Yörenin insanı da öyledir. Duvarlarda, kayaların yüzeyinde biten bitkiler gibi. İncir ağaçları, kaya korukları gibi. Zor koşullarda bile var olmak zorundadırlar. 

Mersin’de, okuma yazma oranı en yüksek iki ilçeden birisidir Gülnar. Yani benim doğduğum şehir. (Öteki Aslanköy’dür. Osman Şahin’in ve Behzat Ay’ın memleketi.)  

İlkokul öğretmenim, yerde çamurlar içinde bile olsa, yazılı bir kâğıt bulsanız alıp yıkayın ve okuyun demişti. O yüzden olacak yazılı şeylere sonsuz bir saygım vardır, ne bulsam okurum. 

Annemden babamdan, evimden on iki yaşında ayrıldım; yatılı okullarda okudum. Okuduğum bütün okullarda da öğrencilerin de öğretmenlerin de pek ayak basmadığı kütüphaneler vardı. Sonsuz bir yalnızlık içinde sığındığım tek yer kütüphanelerdi. İlgi alanıma giren bütün kitapları okuyup bitirmiştim o kütüphanelerde, resim, heykel (fotograf kitabı yoktu, ya da olup olmadıklarını ben bilmiyordum), hikâye, şiir, roman ve felsefe kitaplarıydı olanlar. O zamanlardan beri yazının içindeyim ama hep okudum, yazdıklarımı yayınlamadım.

Öykülerinizde doğa ve insan aynı fotoğraf karesinde. Öykülerinizi okurken, fotoğrafladığınız insanların konuşmalarını duyuyor gibiyiz. Özellikle “Kınalı Keklik” adlı öyküde Çavuş’un ve Berçalan’ın fotoğrafını çekmişsiniz sözcüklerinizle. Fotoğrafik görmenin ayrı bir duruş biçimi olduğunu biliyoruz. Bu görüş biçimini öykülerinize nasıl yansıtıyorsunuz?

Ben neden sinemaya giderim? Sinemaya girmeden önceki “ben” ile, çıktıktan sonraki “ben” farklı olsun diye. Neden şiir okur insan? Neden bir resme bakar? Neden türkü dinler? Fotograflarımda isterim ki iyi bir grafik ve iyi bir kompozisyon olsun. İyi ve -münasebetsiz- bir ışık olsun. Kendi iç gerçekliği sahici ve atmosferi iyi olsun.
 
Öykülerimde de görselliği en az dil sorunları ve endişeleri kadar önde tutarım. Okuyanın aklında, beyninde, yüreğinde sahici bir atmosfer canlanmasını, anlattığım olayların orada, yaşandığı yerde geçmesini isterim. Öykülerimde de fotograflarımda olduğu gibi, farklı objektifler kullanmaya çabalarım. Her objektifin dili başka başkadır. Kimi zaman anlatacağım şeylere özel aydınlatmalar yapıyorum. Hadi buna Rembrandt ışığı diyelim. Gereksiz ayrıntılardan sakınırım. Sündürmeyi sevmem. Her sözcüğün bir anlamı ve gerekliliği olmalı. Gereksiz virgül bile olmamalı.

Nezihe Meriç’ten duyduğum bir söz var. “Kelimelerin arkalarında mağaralar vardır.” demişti. Doğru... Kelimelerin arkalarında mağaralar vardır. Kelimelerin arkalarında zindan vardır. Timsahlarla dolu hendekler vardır. Dağ çiçekleri, çoban ateşleri vardır kimi zaman. “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yarim”ler vardır. Her sözcüğün arkasında saklı olanı arıyorum. Kimi sözcük kostaktır. Kimi halim-selim. Kimi sözcükler de aristokrattır, burnundan kıl aldırmaz. 

Her şeyin heyecanı olmalı, sürprizi olmalı. Öykünün kurgusundan, örgüsünden söz etmiyorum. Yazının kendi içindeki tansiyonundan söz ediyorum. Öykünün bir heyecan ve sürpriz örgüsü olmalı tamam. Fakat, yazının heyecan ve sürpriz örgüsü de olmalı...

Fotoğraf sanatında “deklanşör anı-vuruş anı” ve o anda yakalanan “görüntü dili” vardır.  Öykü dili ve sözünü ettiğim görüntü dilinin örtüştüğü noktalar var mı sizce?

Yaşamın sonsuz akışı içinde sayısız görüntü, sayısız durum kayıp geçiyor. İster fotograf olsun, ister öykü; neyi nereden ne kadar alacağımız, neyi nereden ne kadar almayacağımız önemli. Neleri var, neleri yok sayacağız. Her şey aslında dört noktadan ibaret değil mi? Her sanat dalının kendine özgü bir anlatma biçimi var. Çoğu kez bir sanat dalıyla anlatılanı başka bir dalda anlatmaya kalkarsak hantal duruma düşebiliriz. Sözgelimi: Karikatüre pek yakışan bir şeyi resim olarak yapmaya kalkarsak anlamsız olabilir. Resim resimce, fotograf fotografça, öykü öyküce olmalı...  

Ne olursa olsun her şeyin bir şiiri olmalı. Yedirilmiş, sindirilmiş olarak, şiir olmalı. Hep şiir endişesi, şiir sancısı duymalı. Sözcükler kuyumcu terazisi ile tartılmalı, ama heyecan -dozunu- azaltmadan, yok etmeden...

Öyküleriniz diyalog ağırlıklı daha çok teatral, kullandığınız yerel sözcüklerle zenginleştirip dile farklı bir tat katıyorsunuz. Her yörenin kendine özgü türküleri ve şivesi olduğu gibi efsaneleri ve hikâyeleri de var, bunlardan öykülerinizde ve fotoğraflarınızda yararlanıyor musunuz?

Hiç öyle düşünmemiştim. Siz söyleyince düşündüm. Evet diyalog var ama -bana göre- yeteri kadar. Sizin teatral dediğiniz şeyi aslında biraz önce söyledim sanıyorum. Hayır, ben teatral olsun istemiyorum öykülerimin. Kurmaya çalıştığım, bir tiyatro dekorundan çok bir sinema atmosferine benzetilebilir. Sürekli olarak, bir atmosfer endişesi duyduğum doğrudur. Cemal Süreya’nın şu sözünü çok severim. “Şair, bana yağmur yağdır, yağmuru anlatma.” Ben yağmur yağdırmaya çabalıyorum. Kuşun boyunu-posunu, şeklini-şemalini değil kanat şakırtılarını duyurmak istiyorum. Eriğin yuvarlağını, rengini-mengini değil dişlerinizin kamaşmasını istiyorum.  

Bizim yöre, “ağız dalaşı” demez “dırdıbık” der. Söz gelimi -semizotu- diyelim. Aklıma geldi diye söyledim. Semizotu, adı gibi semiz bir sözcük. Semiz ve toraman bir sözcük. Anadolu insanı, bizim şehirde evcilleştirdiğimiz semizotuna ne çok isim vermiş. Bir kaçını söyleyelim: Töğmeğen, töğmeken, töhmekan, tökmekan, tokmakan... Papatya, bildiğimiz papatya. Babaçça, babaç, bubaç, bubeççe, bubeşçe… Bunlar Anadolu’da yaşamakta olan sözcükler. Ölmüş, “tedevülden kalkmış” değiller. Şehir insanı bir avuç sözcükle konuşmaya, anlaşmaya alışmış... 

Türküleri de yerel sözcükleri de efsaneleri de hikâyeleri de yeri ve gereği varsa kullanmayı yeğliyorum. Yoksa durup dururken hiçbir sözcüğe hiçbir türkü ya da efsaneye iş “istihdam” etmiyorum. Şimdilik hiç yerel efsane, türkü ve hikâye kullanmadım. Ama yeri gelirse kullanabilirim.

Öykülerinizde daha çok edilgen, küçük dünyaları olan insanları anlatıyorsunuz. Kitaba adını veren öykü “Dur Gitme” bir kilim motifinin adı, “Güllü Gelin” yılanların öcü üzerine kurulmuş, “Töstü” bir köy efsanesini andırıyor, “Şıpdüşen” ise bir kapı kolu. Üzerine öykü kurulmuş farklı objeler de var kitapta. Fotoğraflarınızda da nesnelerle kurulan fiziksel ilişkiler dikkat çekici. Öyküdeki çıkış noktalarınız, size “Bunu yazmalıyım” dedirten şey nedir?

Benim için -şeyler- ve objeler önemlidir, doğru. Yazmam için o şeylerin ve objelerin yaşamıma girmiş olması gerekir. Öykülerimde anlattığım şeyler efsaneler değil yaşadığım, duyduğum birer motif olabilirler belki.

“İpten Kuşak Kuşananlar”ın öykülerini anlatıyorum. Yarım, yırtık hayatları anlatıyorum. Dün akşam bir sinema yönetmeni arkadaşım telefonda, “Bunları birileri anlattı da sen mi yazdın?”  diye sordu. Hayır dedim. “Peki, başından mı geçti?” dedi. Hayır. “Yani hepsini sen mi uydurdun?” 

Bir önceki sorunun yanıtında da söyledim. Bütünüyle olmuş, yaşanmış şeyler değil anlattıklarım. Kimi motifler var elbette çocukluğumdan aklımda kalan; o kadar. Bir öykü 
için, bir bakış, bir susuş, bir oturuş, bir ayağa kalkış, yeter. Bir koku, bir renk... Bir sözcük, bir cümle... Bana göre önemli olan, anlattığın şeyin -eti kemiği- olması. İvedilikle yaşanmış olması gerekmiyor. Onları -yaşayan kişiler- yapabilmek. Önemli olan ne anlattığın değil nasıl anlattığındır. Böyle düşünüyorum. Çocukluğumda bizim orda, Gülnar’da deli bir kadın vardı. Hababam dolaşır dururdu. Aklımda kalan o kadar. O kadın, “Güllü Gelin” oldu. “Kınalı Keklik” de sadece duyduğum bir cümleden çıktı. 

Şöyle söylemek de olası: Yazacağım şeylere ben değil onlar karar verirler. Gelir bulurlar, aklımı çelerler. Tebelleş olup da temelli kalmaya karar verdilerse, niyetleri buysa, belli olur. Neyse o şey, günlerce bazen haftalarca aklımda gezdiririm. Hemen yazmam. Düşünsel   olarak tüm kurguları yaparım. Unutmadıysam, bana kendilerini unutturmadılarsa, aklımda beynimde mayalanmışlarsa, zaten iş yazıya dökmeye kalmıştır. Bir arkadaşımla bir kahveye gidiyorduk. “Sen çayları söyle, ben bir sigara alıp geleceğim” dedi. Çaycıya ‘İki çay’ deyince çaycı durdu, yüzüme kötü kötü baktı, yürüdü gitti. “Şıpdüşen” de ordan çıktı. Sanatsal eylem, bir kurmacadır.

Kitabınızın son öyküsü, “Sarı Sıçan” ve “Satı, Satı Yeter...” birbirine bağlı iki ayrı metin halinde yazılmış, okuru şaşırtıyor. Metinlerin satırarası okumalara da çok açık olduğunu söylemeliyim. Söz satır arasından açılmışken; fotoğrafın da satırarası var mıdır sizce?

Olmaz mı? Her şeyin satır arası vardır. Kimi kez yedirilmiş olarak, kimi kez ayan-beyan. Satır arasını okumak aslında bakanın, okuyanın -becerisine- bağlıdır. Kültürel donanmışlığına bağlıdır. Alfabenin ilk harfi ‘a’, ya da son harfi ‘z’dir demezsiniz, o kişi alfabeyi biliyorsa. Size kauçuk ağacından söz edeceksem hiç zorlanmam. Çünkü, kauçuk ağacını sizin bildiğinizi biliyorum. Ama bunu bir Eskimoya anlatacaksam ve o kişi bir kauçuk ağacını hiç görmemişse, nasıl anlatabilirim?

Fotoğrafın gücü ve öykünün gücü nerede yatar sevgili İsa Çelik?

Benim bildiğim, güzel diye bildiğim, doğru diye bellediğim şudur: Sanat, bilim ve kültürde insanının yüzü ileriye dönük olmalıdır. Sanat, bilim, kültür, insanının yüzü; geleceğe, aydınlığa bakmalıdır. Fotografın da öykünün de gücü, her halde, (bunu ‘mutlaka’ anlamında kullanıyorum) ne anlattığımızda değil, anlattığımızı, nasıl anlattığımızda yatıyor olmalı. Her gün her dakika dünyada, aklımızın alamayacağı kadar çok fotograf çekiliyor; öykü yazılıyor. Ne anlattığımız daha önemli olsaydı, Karl Marx’ın “Das Kapital”inden, Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği”nden, “Kur’an-ı Kerim” ve “İncil”den (...) başka bir şeye ihtiyacımız kalmazdı... 

Fotoğrafseverler ve öyküseverler... hangisine daha rahat ulaşabildi ürettik- leriniz?

Ulaşmayı biçimsel değil de, onlarla kucaklaşmak anlamında anlıyorsak, benim fotograflarım insanla kucaklaşmış bir fotograflardır. Cilo dağlarında da, Sivas’ın köylerinde de, Taşlıtarla’da da, Ulus Mahallesi’nde de benim fotografımdan haberi olan insanlar vardır. Öykücülüğüm daha yeni çıkıyor görücüye. Kitabım, 2 ocak, 2006’da çıktı. Daha üç aydır vitrinlerde. Öykülerim için bir şey diyemiyorum... İnsanlarla kucaklaşabilmeleri için daha vakit var. Ama pek çok şehirden aldığım telefonlara göre, “hâl ve gidiş” iyi. Dört ayrı şehirden, imza günü yapmak istediklerini belirttiler. Hiç reklâmı yapılmamış olmasına karşın.

Selam, sevgi ve teşekkürlerimle. İsa Çelik                                                        


Kaynakçalar:
*http://www.fotografvakfi.org
**http://burkinafasafiso.blogspot.com
 
*** Arkadaşımız Handan Gökçek bu  söyleşiyi VARLIK DERGİSİ için gerçekleştirmiştir. Söyleşi, derginin Mayıs sayısında (yıl 76/ sayı/1184/ sayfa/ 88 ve VARLIK KİTAP EKİ sayfa 28) yayımlanmıştır.                                                                                                               
   
 

İsa Çelik/ Handan Gökçek