Yeni Gine’deki doğal yaşam üstüne 30 yılı
aşkın süredir çalışmış olan Jared
Diamond’ın ‘Tüfek, Mikrop ve
Çelik’ adlı kitabı, kalkınma sorununa doğal
çevre
bağlamında yanıt verme çabası içinde olan bir
çalışma. Dolayısıyla, Diamond,
öncelikle, okuru, “neden kalkınamadık?”
sorusunun dirimyapısal (biyolojik) bir
açıklama gerektirdiğine ikna etmekle başlıyor.
Diamond’ın temel kaygısı, ırkçı
olmayan bir kalkın(ama)ma açıklaması getirebilmek.
İnsanların özellikleri
yerine doğal ortamın niteliklerine odaklanması da bu kaygının bir
ürünü.
Araştırmacı, bu noktada başarılı olmuş mu, göreceğiz.
Diamond’a göre, kalkınma sorununa doyurucu bir
bakış, pergelini insanlığın
tarihöncesine dek geriye açmalıdır; Avrasya dışının
azgelişmişliği, flora ve
faunanın evcilleştirmeye elverişli olup olmamasıyla
açıklanabilir. Diamond, bu
noktada, son derece ikna edici karşılaştırmalı veriler sunuyor:
Yüzeysel
düzeyde kalmadan, Avrasya ve dışındaki evcilleştirilmeye
elverişli hayvanları
ve bitkileri karşılaştırıyor. Bu karşılaştırma, Avrasya dışının bu
açıdan
oldukça olanaksız olduğunu gösteriyor.
Örneğin, yazar, Dicle-Fırat Havzası’nın
‘Bereketli Hilal’ olarak insanlık tarihinde
dönüm noktası oluşuna, bölgedeki
evcilleştirilebilir canlıları ele alarak ve Akdeniz ikliminin verimli
döngüleri
yoluyla açıklama getiriyor.
Evcilleşmeyle birlikte, insansoyu, avlamak ve toplamak ve kaynaklar
tükendikçe
göçmek ya da ölmek zorunda kalmayıp kendi
yiyeceğini üretmeye başlıyor. Yiyecek
üretimi yapabilenler kalkınırken, gerisi, ilkel toplumlar
olarak yerinde
sayıyor. Diamond’ın bu noktada çarpıcı bir
örneği var:
‘‘Kızılderili’’
dendiğinde aklımızda nasıl bir imge uyanıyor? Atlı. Oysa at,
‘Yeni Dünya’ya
Avrupalılar’ca getirilmişti. Bu da
‘Kızılderililer’de evcilleştirme yeteneği
olduğunu gösterir. Sorun, yerliler değil doğal ortam.
‘Yeni Dünya’nın doğal
ortamı da tarımcılık ve hayvancılığa ve böylece yiyecek
üretimine elverişli
olsaydı, ‘Yeni Dünya’da da gelişmiş
toplumlar olacaktı. Yani halk ağzıyla dile
getirecek olursak, Diamond’ın açıklaması
şöyle: “Urfa’da Okusford vardı da biz
mi okumadık…”
Ek olarak, Avrasya ve Avrasya dışında önemli bir yaşamsal fark
daha var: Diğer
anakaraların tersine, Avrasya, Kuzey-Güney
yönünde değil Doğu-Batı yönünde
uzanıyor. Doğu-Batı yönünde uzanma, daha
üstünlüklü,
çünkü aynı enlemdeki doğal
yaşam (bitkiler, hayvanlar ve ‘hayvanlar’
dediğimize göre elbette insanlar)
birbirine daha kolay uyum sağlıyor. Evcilleştirilen bitki ve
hayvanların
yayılması ve uyum sağlaması kolay oluyor. Kutuplar’a/
Ekvator’a yakınlığa göre
iklimler değişiyor. Ekvator’a yakın yerlerde yetişen/ yaşayan
canlılar, Kutup’a
yakın yerlerde yetişemiyor ve tam tersi. Oysa, aynı enlemdeki iki
bölge, arada
binlerce kilometre de olsa aynı doğal yaşam koşullarına sahip
olabiliyor. Bu,
bir hayvan türü olan insanlar için de
geçerli: İnsanların aynı enlemde yaşaması
daha olası. Tersine, sözgelimi, Kutup’a yakın bir
yerden Ekvator’a yakın bir
yere gelen insanlar sıtmadan ölürken,
doğma-büyüme Ekvator’a yakın olan
insanlar, sıtmaya karşı dirençli.
Kuzey-Güney ekseni, kılgıbilgisel (teknolojik) buluşların
yayılmasını da
engelliyor. Oysa, Doğu-Batı ekseninde buluşlar ve kılgıbilgisi yayılma
olanağı
buluyor.
Ünlü söz: “Hep Doğu’ya
gidersen Batı’ya ulaşırsın.” Ama bu,
Kuzey-Güney için
geçerli değil: “Hep Kuzey’e ya da hep
Güney’e gidersen Kutup’a
ulaşırsın” Bunun
toplumsal açılımlarını da düşünelim: Aynı
enlemlerdeki toplumlar, aynı
boylamlardaki toplumlara göre birbirlerine birçok
yönden daha çok benziyor ve
aynı biçimde, aynı boylamlardaki toplumlar, çok
farklılaşıyor: Örneğin, Bir
Afrikalı’yla bir Eskimo.
Diamond, yukarıda belirtildiği gibi, Avrasya dışının gelişememesini
Kuzey-Güney
ekseni ve yiyecek üretim(sizliğ)ine bağlıyor. ‘Yeni
Dünya’ya binlerce yıl önce
ilk kez giden insanların av yeteneği gelişmişti, ya
evcilleştirilebilecek
hayvanların soyunu tükettiler ya da doğal yaşam, tarım
toplumuna elverişli
değildi. Dolayısıyla, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilebilme
özellikleri, yine yukarıda belirtildiği gibi,
Diamond’ın açıklamasının nirengi
noktası.
Ayrıca, Diamond, “‘Amerika’ yerlileri
neden
yenildiler?” sorusunu yanıtlarken,
birçok araştırmacının tüfek ve çelik
gibi
kılgıbilgisel yönlere vurgu yaparak,
bulaşıcı hastalıkların etkisini gözardı ettiklerini
belirtiyor:
Bulaşıcı
hastalıklar, evcilleştirilmiş hayvanlardan bulaşıyorlar. Dolayısıyla,
bulaşıcı
hastalıklar, insanların hayvan ve bitkilerle
içiçe
yaşadığı tarım-hayvan
toplumlarına özgü (burada bir çıkma
atalım:
‘Tarım toplumu’ yerine
‘tarım-hayvan toplumu’
sözünü kullanıyoruz.
Çünkü ‘tarım toplumu’
sözü,
hayvancılığın katkısını gözardı etmiş oluyor.
Çeşitli
hayvanlar
evcilleştirilmemiş olsa, ‘tarım toplumu’ diye bir
toplum
var olamazdı. Bir
kere, bu toplumlarda, kimya bilimi ve tarım mühendisliği
gelişmemiş olduğuna
göre, tarımcıların gübre olarak tezekten başka bir
seçeneği yoktur. Tezek
olmazsa, ‘tarım toplumu’ diye bir toplum varolamaz.
Aynı
biçimde, tarlaya
sürülecek hayvan olmasa, büyük
çapta yiyecek
üretimi gerçekleşemeyecek, Eski
Çağ devletleri ortaya çıkamayacaktı).
Tarım-hayvan
toplumu insanı, bu
hastalıklara zamanla bağışıklık kazanıyor ve bu toplumların tıbbı, bu
hastalıkların yaygınlıkları dolayısıyla, başarılı ya da başarısız
olarak,
derman bulma çabası içine giriyor. Oysa, bu
hastalıklar,
Avrupalılar
‘Amerika’ya ayak basmadan önce yerliler
arasında
görülmüyordu: Onbinlerce
‘Amerika’ yerlisi, Avrupalılar’ın
taşıdığı bulaşıcı
hastalıklardan ölüyor. Yani
Avrupalılar’ın başarısı, silah
üstünlüğü
yanında bulaşıcı hastalıklardan ileri
geliyor. Avrupalılar, bu hastalıklara karşı bağışıklık sahibiyken,
yerliler
değildi. ‘Yeni Dünya’da evcil hayvan
sayısı azdı; bu
nedenle, ‘Yeni Dünyalılar’,
bulaşıcı hastalıklara karşı bağışıklık kazanmamıştı.
Aynı biçimde, Diamond, insanlık tarihindeki
büyük savaşlarda, çok sayıda
askerin, savaştan değil bulaşıcı hastalıklardan
öldüğüne dikkat çekiyor. Bu
hastalıklar, evcilleştirilmiş hayvanlardan bulaşıyor. Gübre
olarak kullanılan
tezeklerden de bulaşıcı hastalıklar geçebiliyor. Doğal
gübre de zaten
tarım-hayvan toplumuna özgü bir öğe.
Diamond’a göre, ‘Amerikalar’ın
az gelişmesinin bir diğer nedeni, ilk insanın
‘Amerikalar’a
göçünün diğer karalara
göre yakın bir tarihte olması (İsa’dan
Önce 11,000). Ayrıca, bu ilk gidenler, Sibirya’ya
uygun yetenek ve araçlarıyla,
yeryapısı tümüyle farklı bir anakaraya
geçmişlerdi. (Bu durumda, ilk gidenler,
bir süre sonra, “Ner’den geldik
‘Amerika’ya” demeye başlamış olmalılar.)
Avrasya’dakinin tersine, ‘Amerikalar’da
yayılamama sorunu (eksen farkı),
dillerin dağılımında da kendini gösteriyor.
Avrasya’da dil aileleri binlerce
kilometreye yayılmışken, ‘Amerikalar’da
çok az dilsel yayılım gözleniyor.
‘Amerikalar’da dillerin yayılımı, yeryapısal
engellerle kısıtlı.
Bu değerlendirmelerin ötesinde, kitap, kalkınmayı temelde,
yiyecek üretimine
bağlıyor ama Sümer, Babil, Mısır vb. devletlerin yıkılışlarını
ele almıyor.
Bunların yıkılmışlıkları ve halklarının kırılmışlıkları
(Asurlar’ı, ‘Suriye’
adının ‘Asurlar’dan gelişini, Asurlar’ın
torunlarının devletsiz bir halk olan
Süryaniler olduğunu bir
gözümüzün önüne
getirelim), yiyecek üretimi
açıklamasının yeterli olmadığını gösteriyor. Ancak,
son bölümde, bu imparatorlukların
yıkılmasını doğal çevrenin çeşitli nedenlerle
verimsizleşmesi ve/ya da
ormansızlaşma ve çölleşmeye bağlıyor.
Bugün ‘Bereketli Hilal’in çoğu
çöllerle
kaplıdır.
Aynı biçimde, Diamond, “Yunanistan neden
gelişmedi, İslam İmparatorluğu neden
gelişmedi” gibi sorulara da yanıt vermiyor. Ayrıca, Avrupa
içi farklılıkları da
açıklamıyor. Örneğin, İspanya ve Portekiz nasıl
geriledi? Ya da yerinde saydı?
Bu soruları yanıtlamasa da, bu soruları yanıtlayabilmek için
önemli bir ilke
öne sürüyor: Anna Karenina İlkesi. Diamond,
bu ilkeyi şöyle açıklıyor:
Evcilleştirilebilen hayvanların hepsi birbirine benzer; her
evcilleştirilemeyen
hayvanın evcilleştirilememe nedeni farklıdır.
Buna benzer bir cümleyi daha önce okudunuz gibinize
geliyorsa, haklısınız.
Cümlede birkaç küçük
değişiklik yaparsanız Tolstoy’un büyük
romanı Anna
Karenina’nın o ünlü ilk cümlesini
bulursunuz karşınızda: “Mutlu ailelerin hepsi
birbirine benzer; mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine
özgüdür.” Bu cümleyle
Tolstoy şunu demek istiyor: Bir evliliğin mutlu bir evlilik olabilmesi
için
çeşitli bakımlardan iyi yürümesi gerekir:
cinsel arzu uyandırma, para
konularında anlaşabilme, çocuk terbiyesi, din, hısım akraba
ilişkisi bakımından
ve daha başka önemli bakımlardan. Bu temel konulardan birinde
başarısızlık
evliliğin sonu olabilir, o evlilik mutluluk için
bütün öteki katkı maddelerine
sahip olsa bile.
Bu ilke evliliğin yanı sıra hayatla ilgili başka pek çok
şeyi anlamayı da
kapsayacak şekilde genişletilebilir. Başarısızlıklar için
genellikle kolay, tek
nedene dayalı açıklamalar bulmaya eğilimliyizdir. Oysa
önemli konuların çoğunda
başarı, aslından birbirinden ayrı olası başarısızlık nedenlerinin pek
çoğunun
ortaya çıkmasının önlenmesini gerektirir. Anna
Karenina İlkesi
hayvanların evcilleştirilmesi konusunun bir yönüne
açıklık getirir, insanlık
tarihi açısından büyük sonuçlar
doğurmuş olan bir yönüne –yani, elverişli
gibi
görünen büyük, memeli yaban
türlerin, örneğin zebraların ve pekarilerin asla
evcilleştirilememiş olması ve başarıyla evcilleştirilen memeli
türlerinin hemen
hepsinin Avrasyalı olması olgusuna (Diamond, 2002, s. 205-206).
Görüldüğü gibi,
Diamond’ın Anna Karenina İlkesi, yaşamın her alanına
uygulanabilecek bir ilke. En çok da, toplumsal yansıbilim
alanındaki yüklemleme
biçemlerine (attributive style) uygulanabileceği
kanısındayız. Kalkın(ama)ma da
bir başarısızlık olduğuna ve ilkeye göre, insan zihninin,
başarısızlıkları tek
bir nedene bağlama yönünde bilişsel bir yanlılığı
olduğuna göre, kalkın(ama)ma
sorununa bakışlarda genel eğilimin, bir tektaşkınlığı (monomania)
olması
beklenmelidir ve gerçekten de böyledir: Kimi,
tüfeğe; kimi, çeliğe; kimi, ırka;
kimi, dine (bkz. Weber’in Protestan Ahlakı
açıklaması) bağlamaktadır. Başarılı
kalkınma örneklerine bakıldığında ise, kalkınamayanlarda ne
yoksa, o göze
çarpar ve bu göze çarpanlar,
çoğuldur. Kısacası, Anna Karenina İlkesi,
başarısızlık açıklamaları ile başarı açıklamaları
arasında, neden sayısı
açısından bir bakışımsızlık (asimetri) olduğunu öne
sürmektedir.
- Diamond’ın
uygarlığın oluşması süreciyle ilgili açıklamaları,
insana, “keşke İbn Haldun’u
okumuş olsaydı” dedirtiyor. Mukaddime’de
özellikle, artı-değer kavramının
geliştirilmesi ve devletin ömrünün 3 batın
(120 yıl) olduğu yönlü saptamalar ve
üç kuşağın özelliklerinin sıralanması,
kuşkusuz, Diamond’ın çevrenini
genişletecekti.
- Diamond’ın
yiyecek üretimine yaptığı vurgu, şu soruları uyandırıyor:
Hindular’da ineğin
kutsallığı çevreyapısal (ekolojik) koşullarla
açıklanabilir mi? Ya domuz
yasağı? Daha da ileri gidip “Romanlar’ın oynattığı
hayvan neden başka bir
hayvan değil de ayıdır? Bizlik olarak ilk ortaya çıktıkları
doğal çevrede başka
evcilleştirilebilir hayvanlar yok muydu?” sorularını
sorabiliriz. Çünkü bu da
bir evcilleştirme örneğidir ama insanlık tarihindeki
çok az insan topluluğu,
ayıyı evcilleştirmeyi gelenekselleştirmiştir.
- Diamond,
insanların besin gereksinimlerini çevreyapısal koşullara
göre karşıladıklarını
belirtiyor. Bu, üzerinde herkesin uzlaşma sağladığı bir
açıklama. Bu noktadan,
belki, Doğu Asyalılar’ın böcek yemesi ve
Avrasya’nın geriye kalanının bundan
tiksinmesi de açıklanılabilir. Çevrede koyun,
kuzu gibi hayvanların bulunmadığı
dönemlerde, Doğu Asya’da insanlar, protein
gereksinimlerini böceklerden
karşılamış olabilir- elde başka bir seçenek olmadığı
için. Bu da, zamanla
gelenekselleşmiş olabilir. Yani yukarıdaki
‘Okusford’ açıklamasına ek geliyor:
“Memlekette biftek vardı da biz mi yemedik?”
-
Sanılanın
tersine böyle ‘tiksinti’ verici olduğu
düşünülen hayvanların yenmesi, Doğu
Asya’ya özgü değil. Konu, tiksinti ise,
‘tiksinti’ verici yemekler yiyen
insanlar, aramızda; hatta kimi zaman biz de katılıyoruz:
Kokoreçten,
sakatattan, beyin, böbrek, kafa eti gibi beden
parçaları yiyen insanlardan
sözediyorum. Belki Diamond’ın açısından
bir bakış, bu yemek seçimlerini de
açıklayabilir.
- Öte yandan,
bu yol, bir çıkmaz sokağa tosluyor. Kalkınmayı doğal
çevreyle açıklarsanız, bir
ırkçı size kalkar der ki, “tamam işte biz de bunu
diyoruz, doğal çevre koşulları
elverişsiz olduğu için kimi ırklar yeterince beslenemedi, bu
nedenle geride
kaldılar. Doğal çevreden kaynaklanan yoksunlukları, zamanla
kalıcılaştı ve
kuşaktan kuşağa aktarıldı.” Ne yazık ki, Diamond,
böyle bir çıkışı kitabından
ele almıyor. Bütün çabası, yani kalkınmaya
ırkçı olmayan bir açıklama getirme
çabası suya düşüyor ama
Diamond’ın kitabında tek bir yanıt bile yok.
Diamond’ın
yanıtlamadığı bu görüş, şu tümcede
özetlenebilir: “Hiç, böcek
yiyenle biftek
yiyen bir olur mu…”
- Böylece
toplumsal darvincilik kavramına gelmiş olduk. Toplumsal darvincilik,
kalkın(ama)ma sorununa şöyle bakar:
“Güçsüz devletler ve halklar
ortadan
kalktılar. Doğal seçilim ilkesi, toplumsal yaşamda da
geçerlidir. Güçlü olanlar
ayakta kalmıştır”. Diamond, kitabında buna da yanıt vermiyor.
Öyle ya, insanlar
da bir tür hayvansa, doğal seçilimin toplumsal
yaşamda geçerli olduğu savına
kolayca ulaşılır.
Needham
Karşıtlamı (Paradoks): Orta Krallık (Çin) Neden Kalkınamadı?
Çinbilim alanında, ünlü
çinbilimci Needham’ın adıyla anılan bir karşıtlam
vardır: Madem ki Çin uygarlığı tarihsel olarak Avrupa
uygarlığından çok
ilerideydi; madem ki Çin’de, Avrupa’dan
çok önce, barut, pusula, kağıt ve daha
nice ‘uygarlık harikası’ kullanılıyordu, o zaman
Çin neden kalkınamadı ya da
yerinde saydı? Diamond, bu karşıtlamı açıkça
anmamakla birlikte, bu karşıtlama
da yanıt bulmaya çalışıyor. Ne yazık ki Diamond, kitabında,
Çin’de uygarlığın
gelişimine çok az yer vermiş. Çin uygarlığını,
bitki örtüsü ve hayvanlarıyla,
diğer uygarlıklar için yaptığı gibi ayrıntılı olarak ele
alsaydı, daha doyurucu
olurdu.
İlk bakışta bu karşıtlamla ilgisiz görünen bir
noktayla başlayalım: Yazar,
Madagaskar nüfusunun Güneydoğu Asyalı olmasını ve
Güneydoğu Asya’ya özgü bir
tarım düzenine (pirinç ve diğer
ürünler) sahip olmasını şaşırtıcı buluyor ve
geçerli bir açıklama sunamıyor; hatta bu durumu
‘tuhaflıkların en
büyüğü’
olarak adlandırıyor. Bu durum, kendisinin,
Çinliler’in deniz seferlerinden
haberdar olmadığı havasını veriyor (Çinliler’in
deniz seferleri için bkz.
Gezgin, 2006). Oysa son bölümden, bu seferlerden
haberdar olduğu anlaşılıyor.
Demek ki, yazarın Madagaskar şaşkınlığında bilgi eksikliği değil bilgi
uygulama
eksikliği sözkonusu.
Yazar, Çin’in kalkınamamasını
açıklarken, Gezgin
(baskıda, a) çalışmamızda
açımladığımız, İ.S. 15. yüzyıl Çin
dünya
seferlerinin tutucular tarafından
engellenmesini gerekçe olarak gösteriyor. Ama buna
ek
olarak, Çin’in siyasal
birliğinin de engelleyici bir niteliği olduğunu belirtiyor:
“Avrupa’da tek bir
devlet olsaydı, Avrupa’dan da keşifçi
çıkmazdı” diyor.
Çünkü Avrupalı
keşifçiler, bir kral(içe), önerilerini
reddettiğinde, bir başkasına
gidiyorlardı. Öneri götürebilecekleri birden
fazla
siyasal güç vardı. Diamond,
bu durumun en ünlü örneği olarak,
Kolomb’u
gösteriyor. Kolomb’un öneri
götürdüğü ilk
üç Avrupalı
hükümdar, Kolomb’u geri
çevirmiş; İspanya Kralı
ve
Kraliçesi ise ancak ikinci kerede kabul etmişti.
Diamond, açıklamasını şu biçimde
ayrıntılandırıyor: Avrupa’da tüm anakarayı
içine alan bir devlet, tarihte hiçbir zaman
kurulamamışken, Çin’de İ.Ö.
221’den
sonra, çok kısa süreli ayrı ayrı
küçük devletler dışında hep birlik oldu.
Dolayısıyla, Çin’de İmparator’un tek bir
kararı, yenilikleri sekteye
uğratıyordu. Çin tarihi bunun örnekleriyle doludur.
Yazar, Kültür ‘Devrimi’
örneğini de veriyor Çin’deki
özekselleşmenin zararları açısından.
Avrupa’da ise
her zaman, birbiriyle yarışan devletler oldu.
Bu açıklama, yazarın ya bilincinde olmadığı ya da bilinmeyen
bir nedenle
kitabında yer vermediği birtakım soruları yanıtlamakta yetersiz
kalıyor:
1421’de Çin donanmasının dünyayı
dolaştığı biliniyor. Çinli denizciler
Japonya’ya ya da Hindistan’a öneri
götüremez miydi? Asya’da da başka devletler
vardı: Japonya, Hindistan, İslam devletleri vb. Daha da
çarpıcı olan soru şu:
Dünya seferi düzenlemiş olan Çin
donanmasının başamiralinin bir Muhammedci,
hatta Hacı olduğu biliniyor. O zaman başamiral Zheng He neden gidip bir
İslam
devletinin başamirali olmadı? İslam devletleri, dini yaymak adına Zheng
He’nin
kendilerine hizmet etmesini hoşnutlukla karşılamazlar mıydı?
Diamond’ın
yukarıda sunduğumuz Needham Karşıtlamı’na yanıtı doğruysa, bu
soruların
yanıtlanması gerekir.
Diamond’ın yanıtlaması gereken sorular
çoğaltılabilir: 15. yüzyıl
Çini’nde
tutucular, devleti ele geçirdiklerinde
yenilikçilere ne oldu? 15. yüzyılda
Çin’de varolan okyanus-aşırı gemiler yakılıp
yenilerini yapanlara ölüm cezası
verilirken, hiçbir Çinli yenilikçi
başka bir devlete sığınmadı mı? Üstelik,
yalnızca Çin donanmasında bile, çok sayıda
Çinli olmayan ve çeşitli dinlere
bağlı denizcilerin ve bilginlerin bulunduğu biliniyor (Belki de tam
tersi bir
süreçle, diğer Asya ülkelerinde dikiş
tutturamayan yenilikçiler Çin’e
sığınıyorlardı.). Yenilikçiler Japonya’ya ya da
İslam ülkelerine sığınabilirlerdi.
Belki de sığındılar, bilemiyoruz. Bu soruları yanıtlamak
için, Diamond’ın
yaptığının tersine, kapsamlı bir doğal tarih araştırması değil bir
toplumsal
tarih araştırması gerekiyor. Dolayısıyla, Needham Karşıtlamı,
Çinli
yenilikçilerin neden başka güç
odaklarına yönelmediği ya da yöneldilerse neden
reddedildikleri üstünden de biçimlenmek
zorundadır.
Bizim bu noktada önerebileceğimiz, iki açıklama
bulunmaktadır: Birincisi,
kişilik yapıları açıklaması: Bir insanın başka bir devlete
sığınabilmesi için, gördüğü
baskının ötesinde, herhangi bir devlete özel bir
bağlılık duymuyor olması ya da
daha doğrusu belli bir devlete olan bağlılığını yitirmesi gerekir.
Diğer bir
deyişle, bu tür bir insanın ‘kendi
ülkesinde’ ‘vatan haini’
sayılacak denli
bağımsız düşünmesi gerekir. Çinli
yenilikçilerin devlete bağlılıkları bu denli
fazla mıydı? Aynı soru yine karşımıza çıkıyor: Neden bir
Muhammedci ve Hacı
olan Çin başamirali Zheng He, Çin’de
okyanus-aşırı seferler yasaklandıktan
sonra İslam devletlerine sığınmadı da, Çin’de
unutulmuş bir keşifçi olarak
öldü? Yine tarihsel bir araştırmada, Avrupa ve
Çin’deki yenilikçilerin kişilik
yapısını incelemek, bu açıklamamın geçerliliğini
sınama yöntemi olarak
karşımıza çıkmaktadır (Bu noktada, mutlaka ele alınması
gereken bir kişilik,
17. yüzyılda (tam tarihi: 1675), Siyam
(bugünkü Tayland) Krallığı’na giderek,
vezirliğe dek yükselen bir kişilik olan, bir Elen tecimci,
Constantinos
Phaulkon’dur (bkz. Wikipedia, 2006). Phaulkon’un
yaşamı üstüne, başta Yunanca,
Fransızca ve İngilizce olmak üzere çeşitli dillerde
yazılmış romanlar
bulunmaktadır).
İkinci açıklama ise, bildik devlet yapısı
açıklamasıdır. Buna geçmeden önce,
Diamond’ın Çin’deki devlet yapısı
açıklamasına yanıt verelim: Diamond’ın
gözden
kaçırdığını
düşündüğümüz bir nokta şu:
Özeksel (merkezi) devlet, yenilikçiliğe
sekte vurduğu gibi, tersine, Çin tarihinde
yenilikçiliği desteklemiştir de.
Barut, pusula, matbaa vb. hep sarayın desteğiyle ortaya
çıkmıştı. Belki de,
sorun, özeksel devlet değil, ikna edebilme
yeteneğiydi - yani bilişsel
bir görüngü. Buluşçu/
keşifçi, hükümdarı/ kaynak sahibini ne
derece ikna
edebiliyordu?
Hükümdarlığın tanrısallığı varsa, iknanın
gerçekleşmesi zor. Çünkü
hükümdar,
tanrının oğlu/ kızı vb. ise, “zaten bana bir şey
olmaz”
diye bakıp yenilikleri
kabul etmekte isteksiz olur. Japonya, Çin, Osmanlı, İslam
İmparatorlukları,
Mısır, Aztek, Maya vb. devletlerin hepsinin
hükümdarının
tanrısal niteliği var
ama Avrupa hükümdarlarının yok,
çünkü Kilise
ayrı. Dolayısıyla, Diamond’ın
bakışı, Avrupa’da Kilise’yle Devlet’in
ayrı odaklar
olması sürecini ele
almadığı için eksik. (Bu süreçle ilgili
tarihsel
eytişimsel (diyalektik) akıcı
bir özet için bkz. Caudwell, 2002, s. 184-194). (Bu
arada,
bu açıklama, bir
bakımdan, Weber’in öne
sürdüğü Protestan
Ahlakı açıklamasıyla koşut bir nitelik
taşıyor: Avrupalı hükümdar, tanrıca
seçilmiş olduğunu,
tanrının onu koruduğunu
vb. bilemiyor ama az önce anılan diğer devletlerde,
hükümdarlar, kendilerini
tanrısal nitelikleriyle baştan seçilmiş olarak
görüyorlar. Fakat burada şöyle
bir sorun var: Katolik Kilisesi’nin kralları aforoz etmek
gibi
bir yetkisi bile
bulunduğuna göre –ki bu, tarihte
gerçekleşmiş bir
olaydır, Katolik krallar da
kendilerinin tanrı tarafından seçildiğine tam olarak emin
olamıyordu.
Kilise’yle iyi geçindikleri sürece, buna
emin
olabiliyorlardı ama her zaman
değil. Kaldı ki, dinin ayrı bir yerden, Vatikan’dan
yönetilmesi bile, Katolik
krallarda da seçilmişliklerine emin olamama
düşüncesini uyandırabilir. O zaman,
Avrupa’daki Protestan ülkelerle Katolik
ülkeler
arasında, seçilmişliğine emin
olamama açısından bir fark yokmuş gibi
görünüyor.
Bu durum da, Weber’in (ya da
Weber’in yorumlarından birinin) sermaye düzeninin
Protestan
Ahlakı’nın bir
ürünü olduğu biçimindeki
görüşünü
çürütecektir. Bu konu,
ayrı bir yazıda
işlenmeli. Üstelik, Diamond, kitabında, bir anlamda, laik bir
“seçilmişliğinizden emin olamazsınız”
türünden ders çıkarıyor:
“Koşullar
değişir, geçmişteki üstünlük
gelecekteki
üstünlüğün güvencesi
değildir”
(Diamond, 2002, s. 548).)
Gerçekte, Kilise’nin ayrı bir kurum olması, ta
baştan laikliğin önünü açıyor.
Tanrısallık, bir hükümdarda ayrılmaz nitelikteyse
nasıl laiklik olabilir ki?...
Örneğin, Güneş-Tanrı’nın oğlu olduğu kabul
edilen Japon İmparatoru’ndan bundan
sonra kendisi dışında birinin tanrının oğlu olarak kabul edilmesini
istemek
olanaksız! Tarihte bunu söylemek bile
ölümü gerektiriyordu. İşte böylece,
yukarıda andığımız devlet yapısı açıklamasına (din devleti,
despot devlet vb.)
girmiş olduk. (Bu ve benzeri soru ve sorunlara, ileride, bir kitap
uzunluğunda
yanıt vermeyi tasarlıyoruz.)
Ortaçağ’da ve Yeni Çağ başlarında,
Kilise-devlet karşıtlığı nedeniyle Avrupa
devletlerinin zayıf olduğu bir gerçek. Bu noktada, bir soru
da şu: Zayıflıkları
mı üstünlük sağladı? Bu, nasıl oldu?
Toplarsak, Diamond’ın dediği şu: Avrupa birleşmediği
için başarılı oldu. Ama
şimdi de ‘Avrupa Birliği’ adı altında biraraya
geliyorlar ve kuşkusuz, bunun
yerellikler üzerinde birörnekleştirici etkileri var.
Her yerde aynı kurallar
uygulamaya konuluyor, her yerde aynı kurumlar korunuyor ya da yoksa
oluşturuluyor. A.B. tasarısı, bu açıdan, kalkınmayı
engelleyecek bir nitelik mi
taşıyor? Avrupa’da kimi bölgelerin A.B. dışında
kalması, Avrupa’yı kalkındırır
mı? Bu soruları, tarihsel olarak yanıtlamak yanıltıcı olabilir
çünkü Manuel
Castells’in bakış açısı doğruysa, bambaşka bir
toplum yapısıyla, ‘ağ
toplumu’yla karşı karşıyayız ve ağ toplumunun ileriye
dönüp kalkınma
tasarımları da, geçmiş yüzyıllardan
oldukça farklı olacaktır (bu ‘esneklik
çağı’nın resmini çekmeyi
amaçlayan iki çalışma, özellikle dikkate
değer:
Bauman, 2000 ve Castells, 2005). Deniz keşifleri yerine, Gezgin
(baskıda
(a))’da ele aldığımız gibi, uzay keşiflerini
düşünelim: Tutarı öyle çok ki
devletlerin birleşik fon ayırmasını gerektiriyor. Ama ileride tutarlar
düşerse
farklı olur. (Bu noktada, A.B.D.’nin B.D. yani Birleşik
Devlet olması da
dikkate değer).
Bir diğer devlet yapısı açıklaması da şöyle: Yeni
kurulan devletler doğal
olarak, yenilikleri benimsemekte daha esnek oluyorlar. Ayrıca,
kılgıyapı
(teknoloji) oluşturmakta bir üstünlükleri
var: O kılgıları geliştirenlerin
deneme-yanılma sorunlarını yaşamıyorlar: Kılgıbilgisinin en gelişmiş
sürümünü
almış oluyorlar. Bununla ilgili iki ünlü
örnek: Birincisi, Rusya’ya
demiryollarının döşenmesi. Rusya, bu olayda çok
kazanç sağladı; çünkü
demiryolculuğa daha önce başlamış ülkeler, eski, daha
dayanıksız demiryollarını
yıllarca onardıktan sonra sökmekle uğraşarak parasal ve
zamansal kaynaklarını
tüketip ancak ondan sonra yeni demiryollarını kullanmaya
başlarken, Rusya’da,
hiç onarıma ve söküme gerek kalmadan,
demiryolsuz bir ülkeye yeni demiryolları
döşenmişti. İkinci örnek daha güncel:
‘Filipinler’de ve aslında birçok yoksul
bırakılmış halklar ülkesinde, temel altyapı yoksunluğu
sözkonusuyken,
milyonlarca insan cepten iletişim kurmaktadır. Diğer ülkeler,
altyapıya büyük
kaynak harcamışlarken, ‘Filipinler’ ve diğer
ülkelerde bu altyapı harcamaları
yerine doğrudan mobil iletişime harcama yapılmaktadır.
Ayrıca, yeni devletlerin yenilikleri benimsemesi kolaylığının bir diğer
nedeni,
tarihte özlemle andıkları bir Altınçağ’ın
olmamasıdır. Oysa, Osmanlı’nın, İslam
devletlerinin, Çin’in, İnkalar’ın,
Mayalar’ın, Aztekler’in vb. bu türden
Altınçağ özlemleri bulunmaktadır.
Avrupa’daki devletlerin çoğu, Diamond’ın
saydığı
nedenlerle (bu nedenlere az sonra geleceğiz) yeni devletler. Bu
devletler,
çoklukla, geleneksiz ve
Altınçağ’sızlar. En geleneksiz ve
Altınçağ’sız
devletlerden biri de, A.B.D.
Diamond, Avrupa’nın
bölünmüşlüğünü
yeryapısına bağlıyor: Avrupa’da 5 büyük
yarımada (Yunanistan, İtalya, İberya, Danimarka, İsveç/
Norveç); 2 büyük ada
(İngiltere, İrlanda) var ve kıyıları çok
girintili-çıkıntılı. Çin’in kıyıları
ise düz ve yakında, Kore Yarımadası dışında yarımada yok.
Çin’in adaları Tayvan
ve Hainan, İngiltere ve İrlanda’ya göre
çok küçük; bu iki adada, tarih
boyunca
ayrı bir egemenlik kurulabilmiş değil
–‘Milliyetçi Çin’
yönetimini saymazsak.
Japonya, Asya’dan yalıtılmış bir ada. İngiltere ise,
Avrupa’dan yalıtık değil.
Dahası, Avrupa’nın çeşitli bölgeleri
engebelerle ayrılıyor ve tüm Avrupa’yı
boydan boya aşan büyük ırmaklar yok.
Çin’de ise, dağlar o kadar aşılmaz değil
ve Yangtze ve Sarı Irmak, Kuzey Çin’le
Güney Çin’i birleştiriyor.
Diamond’ın yukarıda tüm bölümcede
sunduğumuz görüşlerindeki mantığa göre,
şöyle
bir çıkarım yapabiliriz: Tayvan, Hong Kong ve
Macau’nun, Çin’in doğrudan
denetimi dışında kalması, kalkınma için olumlu. Yeni
kılgıbilgisi uygulamaları
için deneme bölgeleri olarak iş
görebilirler (kalkınma biçimlerinin
günümüzde
değişmemiş olduğunu varsayarsak elbette- bkz. yukarıdaki Avrupa Birliği
yorumu).
Diamond’ın açıklamasında şöyle bir sorun
var: Engebeliliği, kılgıbilgisinin
vb.’nin yayılamamasının gerekçesi olarak sundu;
şimdi, Avrupa’nın bölünmüş
olmasının nedeni olarak sunuyor. O zaman nasıl oldu da kılgıbilgisel
gelişmeler
yayılabildi? Diamond’ınki, bağımsız devlet kuracak kadar
engebeli,
kılgıbilgisinin yayılmasına izin verecek kadar az engebeli bir Avrupa
anlayışı.
Şu soru akla geliyor: Bunun bir ayarı mı var?
Needham Karşıtlamı’na şöyle bir yanıt verilebilir:
Çin Seddi’nin yapılması, Çin
uygarlığının sonu oldu. Çin, dış etkilerden yalıtılmış oldu.
Yüzyıllar boyunca
savaşlar, en çok Çinli güçler
arasında oldu. Moğol saldırısı dışında, İngiliz
sömürgeciliğine dek büyük savaş
görülmedi. Bu da, Çin’i
hantallaştırdı. Kuzey,
Çin Seddi’yle; Güney, doğal bir yolla,
denizin set çekmesiyle korunuyordu. Çin
Seddi’nin yapıldığı zamanlarda, denizden gelip
Çin’i fethedecek bir güç
yoktu.
Ne zaman ki okyanus-aşırı gemiler gelişti; Çin,
savunmasızcasına öylece kaldı.
Kalkınmayla ilgili üç yaygın yanılgı (bizce bunlar
‘yanılgı’) şöyle: Birincisi,
kalkınmayı sömürgecilikle ve dolayısıyla,
kalkınamamayı sömürülmekle
ilişkilendirir. Oysa, Avrupalılar, ‘Amerikalar’a
ayak bastıklarında, ‘Amerika,’
halklar için güllük gülistanlık
değildi. Tıpkı Çin Seddi ya da Mısır
Piramitleri için binlerce insanın çalışırken
ölüşü gibi, Aztek, Maya ve İnka
devletleri için uyrukları maldan farksızdı. Bu durum,
Irak’ta da aynı biçimde
görülmektedir. Irak, daha önce yerli
sömürgeciler tarafından işgal edilmişti,
şimdi ise yabancı sömürgeciler tarafından işgal
ediliyor. Yalnızca yabancıların
sömürgeci olduğu, ‘kendi
insanının’ sömürgeci olamayacağı savı,
yalnızca devlet
içinden bakınca mantıklı görünür.
Dolayısıyla, burada yerli sömürgeci-yabancı
sömürgeci ayrımı ortaya atılmaktadır (bu ayrımı dile
getirmese de, halktan
bakış ve devletten bakış ayrımını Selçuklu dönemi
ayaklanmaları bağlamında ele
alan Çamuroğlu (2000)’e bakınız). Yerli
sömürgeciler
sömürdükçe, halk, barbarları
bekler.
İkinci yanılgı, kalkınmayı yenilikçilerle ve kalkınamamayı
tutucularla
ilişkilendirmektir. Yine yalnızca devlet içinden
bakıldığında, kalkınma
yenilikçilerle tutucular arasında bir çekişme
olarak görünür. Halktan bakış
ise, kalkınmayı devletin insanına verdiği değerle açıklar:
Halk, devlet
tarafından, köleci toplumlarda köle; derebeylik
düzenlerinde toprağa bağlı
köylü olarak görülür. Yine
halktan bir bakış, kalkınmayı paranın yabancı
paralara göre değeriyle değil, ‘yaşam
kalitesi’ göstergeleriyle açıklar: Bebek
ölümleri, beklenen yaşam süresi, toplumsal
hizmetlerden yararlanabilme düzeyi
vb.
Üçüncü yanılgı,
‘ilerici’yle
‘ileri’yi ve aynı biçimde
‘gerici’yle
‘geri’yi
birbirine karıştırmaktır. Kimisi bu yanlışa düşüp
Bizans’a ‘gerici’, Osmanlı’ya
‘ilerici’ bile diyebilmektedir! Oysa, ileri bir
üretim
ilişkisinde olmak
ilerici olmayı gerektirmez. Gerçekte, her ileri
üretim
ilişkisi, halkı
sömürmede ve halkın
özgürlük alanını
daraltmada daha da ilerlemek anlamına
gelir. Bilgisayar, ileri bir araçtır ama ilerici bir
araç
değildir. Aracın
ilerici kullanımı olabilir ve demek ki gerici kullanımı da olabilir;
ama araç,
kendi başına ilerici olamaz. Bilgisayarlar, bebek
ölümlerini
düşürüyor mu?
Osmanlı’da beklenen yaşam süresi uzamış mıydı?
İlericiliğin
asıl ölçüsü budur. “Ama
insan-için-çevre her aşamada değişir”
Caudwell (2002), Diamond’ın kitabının yayınlanmasından 60 yıl
kadar önce,
marksçı bir tarihçilik anlayışıyla,
Diamond’ın yaklaşımını mahkum etmişti:
Burjuva kültürünün doğurduğu ilk
nedensel tarih şeması çevresel veya
metafizik-maddeci açıklamaydı; bu açıklamaya
göre insanın toplumsal tarihi
çevrenin bir sonucuydu. Sıcak iklim siyah ırkları yaratır.
Kömürün olduğu yerde
endüstriyel bir kültür doğacaktır. Soğuk
bölgelerdeki insanlar zorunlu olarak
avcıdır. Nehir ve deniz kıyılarında yaşayanlar ya denizci ya
balıkçıdır.
Verimli bölgeler nüfus yoğunluğunu destekler ve şehir
yaşamını olanaklı kılar.
Düzenli seller, yerleşik tarımın ortaya çıkışını
sağlar.
Güçlü
görünümünün yanı sıra,
bu açıklama son aşamada ölümcül
bir zaaf da
taşır. İnsanın etkin
yaratıcı rolünü göz ardı eder ve onun
çevre tarafından
edilgence biçimlendirilmiş olduğunu
düşünür; oysa durum böyle değildir
kuşkusuz.
Örneğin kömür dünyanın pek
çok
bölgesinden çıkar, ama endüstriyel
üstünlüğe
sadece belli yerlerde ve bazı zamanlarda yol açmıştır. Başka
yerlerde
endüstriyel gelişme su gücüne dayalı
olmuştur.
Dünyada binlerce ada vardır, ama
bunlardan kimilerinin yerlilerinin kayıkları bile yokken, kimilerinde
sepet-kayık
ve lastik botlardan okyanus aşan gemilere kadar çeşit
çeşit araç vardır. Kömür
madenlerinin üstünde yaşıyor olmalarına karşın, eski
İngilizler böyle bir
maddenin varlığından habersizdiler, bu yüzden de
kömür
onların varlıklarını
belirleyemezdi.
Bütün bunlar mekanik-maddeci yorumdaki
“boşluğu” açığa çıkartıyor.
Doğanın
koşullayıcı kaynakları yalnızca kendi-içinde-şey olmaktan
çıkıp bizim-için-şey
durumuna geldikleri zaman belirleyici olabilirler ancak. Eski İngiliz
için
kömür diye bir şey yoktu
çünkü onu çıkartma tekniğine
sahip değildi. Teknik,
kömürü belirleyici bir toplumsal
öğe yapmak için gereken
işbölümü (kapitalist
madencilik) var olduğu zaman gelişen toplumsal
örgütlenmeye dayalı olarak
ortaya çıkar. Aynı şekilde, yalnızca uçmak
için gerekli tekniğe ve toplumsal
örgütlenmeye sahip olan bir ırk için hava
önemli bir taşıma ortamı olabilir;
yalnızca gemi yapabilen bir ırk için su gemicilik ortamı
oluşturabilir, bu
gemilerin boyutu ve karmaşıklığı da onların ekonomik gelişme
düzeylerine
bağımlıdır.
Böylece çevrenin maddesel şekillenişini uygarlığın
belirleyici öğesi olarak
koyan her şema yanılır, çünkü
çevrenin durağan olmadığını göz ardı eder.
Çevrenin nitelikleri özneye, insana ve
öncelikle onun toplumsal örgütlenişine
bağlıdır. Ancak tekniğin ve toplumsal örgütlenmenin
madenciliği olanaklı
kıldığı yerlerdeki çevre madenciliğe elverişlidir. Yalnızca
toplumsal
uygarlığın kültürü olanaklı kıldığı bir
aşamaya gelinmiş olan yerlerde ekilip
ürün elde edilecek bir çevre vardır.
Yalnızca toplumsal örgütlenmenin gemilerin
yapılıp yüzdürülmesini olanaklı kıldığı
yerlerde denizciliğe uygun bir çevre
söz konusudur.
Böylece çevre toplumun her aşamasında nehirler,
demir, kömür ve hava biçiminde
belirleyici bir öğe olarak görünmesine
karşın, hangi öğelerin belirleyici
olacağı insanın her evredeki teknik ve toplumsal
örgütlenmesine, kısacası
ekonomik üretimine bağlıdır. Çevrenin hem
gerçekliği hem gizilgücü, ekonomik
üretim tarafından değiştirilir. Bu yüzden
çevre, edilgin bir toplum üzerinde
etkin bir öğe olarak yer alamaz tarihte;
çünkü toplum, her aşamada
çevredeki
hangi öğelerin belirleyici olacaklarını rasgele değil, bir
önceki aşamanın
sonuçlarına göre seçer.
Bu anlaşıldığı zaman, tarihin çevre yoluyla
açıklanması iflas eder, çünkü
tümüyle çevresel olmayan nitelikleri
toplumdan sıyırdığımız zaman geriye insana
dair tanınabilir bir şey kalmaz. Bu, çevre tarihi
belirlemede hiçbir rol
oynamaz demek değildir. Tersine, her aşamada
insan-için-çevre belirleyicidir.
Ama insan-için-çevre her aşamada değişir; o halde
değişimin nedeni toplumda
aranmalıdır (Caudwell, 2002, s. 244-246)- (altını biz
çizdik).
Diamond’ın temel sorunu, ırkçı olmayan bir
kalkınma/ gelişim modeli öne
sürmekti. Caudwell’in amacı ise, ırkçı
olsun olmasın –marksçı bir tarih
anlayışı öne sürmek. Irkçılığa kesinlikle
karşı olan ve 30 yıl gibi kısa
ömründe büyük yapıtlar bıraktıktan
sonra, 1937’de İspanya İç Savaşı’nda
Uluslararası Tugay’da frankoculara karşı
çarpışırken ölen Caudwell’in tarih
anlayışı, ne yazık ki, ırkçı açıklamaları
dışarıda bırakmıyor. Kalkınmanın
toplumsal örgütlenmeden kaynaklandığını ileri
sürerseniz –ki Caudwell bunu
yapıyor, kaçınılmaz olarak; kimi toplumların diğerlerine
göre daha üstün olduğu
sonucuna gidersiniz –ki bu da ırkçı
düşüncenin temel savlarından biridir.
Ayrıca, Caudwell’deki yaratıcılık kavramı (bkz. alıntıda altı
çizili bölüm),
anlaşıldığı kadarıyla bir soyutlamadır. Fiziksel ve sinirbilimsel
olarak
somutlandığında, kimi insanların beyninin ve sinir dizgesinin
diğerlerine göre
daha ‘gelişkin’ olduğu gibi bir
çıkarsama yapılabilir ki bu da tam ırkçılığın
kalkış noktasıdır. Üstelik, yaratıcılık kavramının eleştirel
bir süzgeçten
geçirilmeden, tanımında bir uzlaşı varmış gibi öne
çıkarılması, düşünsel
anlamda yanıltıcı olabilir (bkz. Gezgin, baskıda, b,
‘Yaratıcılık: Gizemli
Olmayan Bir Etkinlik’ başlıklı 9. Bölüm).
Caudwell’in bakışının Diamond’ın
açıklamasını tümüyle geçersiz
kıldığını
söyleyemeyiz. Tarım-hayvancılık savları mantıklı. Ancak,
evcilleştirmeyle
ilgili güçlü savlarının yanında,
evcilleştirilebilir olup da çeşitli nedenlerle
(dinsel vb.) evcilleştirilmemiş hayvanlar olup olmadığı da
incelenmelidir.
Dolayısıyla, Caudwell’le biçimlenmiş yeni Diamond
sorusu, “Neden eşit ya da
denk tarım-hayvan koşullarına sahip kimi toplumlar gelişirken diğerleri
gelişmedi?” sorusuna dönüşecektir. Bu soru
dönüşümü, “Neden kimi
toplumlar
gelişirken diğerleri gelişmedi?” sorusunu olumlu anlamda
daraltmakla düşünsel
olarak daha ileri olmakla birlikte, Diamond’da yeterince
yanıtlanmadığı için
asılı duruyor. Caudwell’in belirttiği gibi, insansız bir
doğal çevre
açıklaması, ilk bakışta güçlü
görünürken, derinlemesine bir inceleme, bu
tür
bir açıklamanın yetersizliğini ortaya koyuyor. Bu yeni
soruya (“Neden eşit ya
da denk tarım-hayvan koşullarına sahip kimi toplumlar gelişirken
diğerleri
gelişmedi?”) eksen (Kuzey-Güney; Doğu-Batı) ve
yeryapı (Avrupa’ya karşı Çin
gibi) açıklamaları doyurucu bir yanıt verebiliyor mu?
Sanmıyoruz. Diamond’da
eksik olan, insan ve toplumdur.
Diamond,
bu eksikliğin farkında:
Karmaşık And uygarlıklarının bir yazı sistemi geliştirmekteki şaşırtıcı
başarısızlıklarını açıklayan dilsel ya da
kültürel bir etmen var mıydı?
Hindistan’ın çevre koşullarında,
Hindistan’da teknolojinin gelişimi açısından
ciddi sonuçlar doğurmuş olan katı sosyoekonomik kastlara
zemin hazırlayan bir
şey var mıydı? Çin’in çevre
koşullarında, yine tarihi çok derinden etkilemiş
olabilecek Konfüçyüs felsefesine ve
kültürel tutuculuğa zemin hazırlayan bir
şey var mıydı? Başkalarını kendi dinine çevirmek dini olan
Hıristiyanlık ve
Müslümanlık niçin Çinliler
arasında değil de Avrupalılar ve Batı Asyalılar
arasında sömürgeciliğin ve fetihlerin itici
gücü oldu?
Bu örnekler çevre koşullarıyla ilgisi olmayan,
başlangıçta çok önemsiz olup
daha sonra etkili ve uzun ömürlü
kültürel
özelliklere dönüşen özel
kültürel
tuhaflıklarla ilgili soruların nasıl böyle uzayıp
gidebileceğini
gösteriyor. Bu
kültürel tuhaflıkların önemi yanıtlanmamış
önemli
bir soru olarak duruyor. En
iyisi, belli başlı çevresel nedenler dikkate alındıktan
sonra
bütün dikkatimizi
bir bilmece olarak kalan tarihsel seyirlere vererek bu konuya
yaklaşmaktır
(Diamond, 2002, s. 551).
Ama sorun, bu eksikliğin farkında olmakla
çözülmüyor. Sorun, bu eksiklik
karşılanmadan doyurucu bir kalkınma açıklaması getirilip
getirilemeyeceğidir.
Üstelik, ırkçı savlar da yanıtlanabilmiş değildir.
Gezgin’in
Uygarlık İlkesi:
Uygarlık,
avcılık-toplayıcılıktan tarım-hayvan toplumlarına geçişle
ortaya
çıkmıştır. ‘Tarım-hayvan toplumu’ demek,
bitkilerin ve hayvanların
evcilleştirilmesi yanında, ‘yabancılar’ın
köleleştirilmesidir. Madem ki, insan,
bir tür hayvandır, hayvanlar nasıl ki evcilleştiriliyor;
insanlar da
köleleştiriliyor. Gerçekte, uygarlık, canlıların
(yani bitkilerin ve insanları
da içermek üzere hayvanların) evcilleştirilmesiyle
ortaya çıkmıştır;
evcilleştirenler, kendilerine tanrısallık yüklemiş ve kendini
böylece insan
yani hayvan oluşlarından soyutlamışlardır. Tarihte,
güçlülerin hep toplumsal
darvinci olduğu görülmektedir.
Bitkiler ya evcilleştiriliyor ya da toplanıyor. Hayvanlar ya
evcilleştiriliyor
ya da avlanıyor. Avlananlar ve toplananlar, bir süre sonra
tükeniyor ve
evcilleştirmeye (tarım ve hayvancılık) girişiliyor. Söz
dinleyen, uysal
canlılar yaratılıyor. Canlıların yapısal özellikleri
evcilleştirmeye izin
vermiyorsa, düzen çöküyor.
Lakoff ve Johnson’ın ünlü
ötegönderim (metafor) kuramından esinlenerek, her
toplumun iç ve dış yapısallıkları nedeniyle belirgin
ötegönderimlere sahip
olduklarını söyleyebiliriz. Yukarıda sözü
edilen, ‘evcilleştirilecek hayvanlar
olarak yabancılar’ ötegönderimi, buna
örnektir ve bu konu, tam da ‘bilişsel
toplumbilim’ olarak adlandırılan bilimin alanına girer.
Günümüzde, yerli ve
yabancı sömürgecilerde baskın olan iki
ötegönderim, avcılık-toplayıcılık ve
tarımcılık-hayvancılıktır:
‘Amerika’, Fransa vb., yerlileri
‘evcilleştirmeyip’
öldürdü, başka bir yerde
(Afrika’da) ‘evcilleştirdiklerini’
getirerek uygarlık kurdu. Onlar gelmeden
önceki İnka, Maya, Aztek vb. toplumlarda da aynı
ötegönderimler egemendi.
Haydut kime denir? Haydut, malını ve canını isteyen egemene uysal
davranmayan,
evcilleşmeyen bir canlıdır. Evcilleşirse,
öldürülmez ama o zaman, tanım gereği,
haydutluktan emekliye ayrılmış olur. Evcilleşmeyenler, avlanır ya da
toplanır.
Tarım-hayvan toplumu, Diamond’ın da belirttiği gibi,
avcı-toplayıcı geleneği
tümüyle ortadan kaldırmaz: Evcilleştirilemeyenler,
yine avlanır ve toplanır.
Tarlasına buğday ekip köpeğiyle gezen köylü,
dağda gezerken böğürtlen de (yaban
bitkidir, evcilleştirilmemiştir) yiyebilir, kurt da avlayabilir. İşte
uygarlık!
Bu sözler yeni değil. Ama yeni olan, bu toplum yapısının
sonraki toplumsal
yapılara, insan zihninde yer ederek genellenmiş olması. Dolayısıyla,
Gezgin’in
Uygarlık İlkesi şudur: Uygarlık, tarım-hayvan toplumunun yarattığı
bilişsel
ulamların (kategori) genelleşerek, varolan ve olacak tüm
toplumlara
genelleşmesidir. Kalkın(ama)ma açıklamaları ise,
Gezgin’in Uygarlık İlkesi
dikkate alınmadan doyurucu olamayacaktır.
Tarım-hayvan toplumunun bulaşıcı hastalıklarla ilişkisini yazının
başlarında
ele aldık. Bulaşıcı hastalıklar, avcılık-toplayıcılıktan tarım-hayvan
toplumuna
geçişin bir bedelidir. Demek ki uygarlığın bedelidir.
Caudwell, uygarlıkla
bulaşıcı hastalıkların simgesel
bütünlüğünü çok
güzel yakalamıştı. Arabistanlı
Lawrence’la ilgili yazdığı bir yazıda şöyle
demektedir: “Aslında o,
ölümcül
bir hastalıktan sağlıklı bir ülkeye kaçan, ama
oraya salgın hastalığı
bulaştıran bir insan gibidir” (Caudwell, 2002, s.
36).
Sonuç:
Yöntemde Takılı Kalımç
Bu yazı, çok yöntembilgisel ve bilgifelsefel oldu.
“Neden kalkınamadık?”
sorusunu yanıtlamaktan çok, bu soruya gelecek yanıtların ne
tür özellikler
taşımaları gerektiğini, bu soruyu yanıtlamadan önce hangi
soruları
yanıtlamaları gerektiğini ve bunun için tarihte nelerin
incelenmesi gerektiğini
tartıştık. Kuşkusuz, bu yazıda açık bırakılmış
çok fazla düşünce bulunmaktadır
ama hayat uzun: Önümüzdeki yıllarda bu
düşünceler kapanacak ve onlar kapandıkça
yeni düşünceler açık bırakılacak. Ve
böyle sonuna dek…
Kaynakça:
Bauman,
Z. (2000). Postmodernlik ve hoşnutsuzlukları
(çev. İsmail
Türkmen). İstanbul: Ayrıntı. Castells, M. (2005). Enformasyon
Çağı: Ekonomi, toplum ve kültür: Birinci
cilt: Ağ toplumunun yükselişi (çev. Ebru
Kılıç). İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları. Caudwell, C. (2002). Ölen
bir kültür üzerine incelemeler: İki cilt bir
arada
(çev. Müge Gürsoy Sökmen ve Ali
Bucak). Metis: İstanbul. Çamuroğlu, R.
(2000). Tarih, heterodoksi ve Babaîler.
İstanbul: Doğan
Kitap. Diamond, J. (2002). Tüfek,
mikrop ve çelik (çev. Ülker
İnce). Ankara:
TÜBİTAK. Gezgin, U. B. (baskıda, a).
Asya yazıları. Ankara: Kül Yayınevi. Gezgin, U. B. (baskıda, b).
Bilişsel bilimler elkitabı. Ankara: Kül Yayınevi. Gezgin, U. B. (2006).
Çinliler 1421’de Amerika’daydı. Bilim
ve Gelecek, 23,
32-41. İbn Haldun. (2004a). Mukaddime
1. İstanbul: Dergah Yayınları. İbn Haldun (2004b). Mukaddime
2. İstanbul: Dergah Yayınları. Lakoff,
G. (1987). Women, fire, and dangerous things: what categories
reveal about
the mind. Chicago: University of Chicago Press. Lakoff,
G., & Johnson, M. (1999). Philosophy in the flesh:
the embodied mind and
its challenge to Western thought. New York: Basic Books. Lakoff,
G. ve Johnson, M. (1980). Metaphors we live by.
Chicago and London: The
University of Chicago Press.
Wikipedia (2006).
Constantinos Phaulkon. http://es.wikipedia.org/wiki/Constantinos_Phaulkon