-Şiir,
toplumların tarih burcudur; herkes
uyuduğunda onun görevi başlar!-
Cevdet
YÜCEER:Günümüz
Türk şiirinin geleneğe sahip
çıkmadığını, gelenekten beslenmediğini, unuttuğunu;
unutmanın toplumsal ve
kültürel bir yıkım olduğunu
söylüyorsunuz. Sizce,
Cumhuriyet Dönemi yeni Türk şiiri, gerek Garip şiiri,
gerekse İkinci Yeni
şiiri, bağlamında, gelenekten ne ölçüde
yararlandı. Özellikle Divan şiirinin
yeni şiirimize katkısı ne oranda olmuştur? Veysel
ÇOLAK:
Şimdi “gelenekte yer alma ve onun içinden
gelerek kopma” savının
“üstyapılar, üst yapı
üretmez”
sözünün içeriğiyle
örtüşüp örtüşmediğine
bakabiliriz elbette. Önce Antonio Gramsci’den
bir alıntı yapmak
istiyorum: “Edebiyat edebiyatı doğurmaz vb., yani
ideolojiler ideolojileri,
üstyapılar üstyapıları, salt eylemsizlik ve
edilgenlik kalıntısı olarak
doğurabilir. Bunlar, döllenmesiz yaratılmışlardır; ancak
‘erkek’ bir öğe olan
tarihin; ‘yeni insanı’, yani yeni toplumsal
ilişkileri yaratan devrimci
etkinliğin işe karışmasıyla yaratılabilir.” Tarihsel
özdekçiliğe uygun bir
yargı bu. Görüleceği üzere ‘insanı
yeniden yaratmayı’ öngörüyor. Yeni
bir
şiirin oluşması, kesinlikle buna bağlı. Gramsci’den
özetle; “İnsan
yeniden yapılınca, ruh tazelenince, yeni bir duygu dünyası
doğunca, bundan da,
eğer doğacaksa, yeni bir şiir doğacaktır.” Doğru,
çelişkiye düşüyor gibi
görünüyorum. Ama, sadece, cımbızla
çekilmiş olan bu sözlere bakıldığı için,
öyle görünüyor. Oysa genelde;
yaşamı ve insanı değiştirmeden, yeni olana
varılamayacağını söylemiş oluyorum. Bunu görmeyenlere
de, ısrarla,
üstyapıların, üstyapılar üretemeyeceğini
söylüyorum. Şiirde,durarak değil,
yürüyerek düşünmektir aslolan.
Benim dediğim bu. Değiştirme sürecine katıldığı oranda değişir
insan. Kültürel
üretimlerine de yansır bu değişim. Yoksa,
bütün karşı çıkmalara rağmen,
geleneksel olanı üretmekten öteye
geçilemez. Hep yapılagelen bu değil mi? İkinci
Yeni’nin gelenekten koptuğu söylendi.
Yanlıştı bu yargı. Çünkü yeterince
bilinmeyen, özümlenmemiş (yaşanmamış) bir geleneğin
uzantısı, yeniden üretimi
olmaktan öteye geçemedi, geçemezdi de.
Çünkü toplumsal bir değişimin, yeni bir
insanın şiiri değildi yazılan. Üretim ilişkilerinden
yalıtılmış, gerçekleşmesi
olanaksız, önerilen bir insanın şiiriydi. Elbette
böyle bir şey olamaz.
Değiştirme sürecine katılan, o eylemlilik
içerisinde oluşacaksa oluşur özlenen
insan. Salah
Birsel’in
deyimiyle; “Şiir, modadır.” Yani
yarattığınız moda, bir süre
benimsenebilir. Ancak o kadar. Yapılan bu işte.
Düşünülmeli bunlar. Anlaşılmalı
da. Aynayı değiştirmekle, görüntüyü
(olanı) değiştiremiyorsunuz anlayacağın.
Sonuç: “Şiir, şiiri doğurmaz.”
Olsa olsa, bir görgü edinilmesini sağlar.
Yapılanları gösterir, yapılmayanların
düşünülmesine olanak sunar. Artık şu da
anlaşılmalı: Homeros ya da Nâzım
Hikmet; Pir Sultan,
Karacaoğlan ya da Yunus Emre; bugünün
yaşamına karşılık olacak,
onlarla yetinilecek biçimde gündeme getirilemez.
Onlar büyük ve önemli elbette.
Ama tarihsellikleri içerisinde önemlidir her biri.
Bunun anlaşılmayışı, ‘70’li
yıllarda olduğu gibi, o günlerin savaşımını Pir
Sultan’ın şiirleriyle
karşılamaya vardırır kişiyi. Köleci toplumun şiiri Feodal
toplumun insanını,
Feodal toplumun şiiri de kapitalist toplumun insanını karşılayıp
açıklayamaz.
Her toplum biçimi yeni bir kültürlenme
sürecinin sonucu ve başlangıcıdır. Yeni
bir şiir yeni bir kültürü gereksinir. İnsan
da, o işlerlik içerisinde belirir
ve yenilenir. Tarihsellikleri içerisinde önemli
olan onca şairin şiirini bugüne
konuşturduğunuzda, söylemek istediğim daha iyi anlaşılır
sanıyorum. Edebiyatın
da, şiirin de bir sosyolojisinin olduğu unutulmamalı. Geleneği
oluşturan bütün 2 halkalar bilinmeli
elbette; bilinmeli ki, bir yeni halkanın oluşturulması tasarlanabilsin.
Geleneği yadsımak ya da benimsemek aynı sonuca çıkartır
kişiyi. Her durumda
geleneğin varlığını kabul etmiş olursunuz. Diyalektik bir
sonuçtan söz
ediyoruz. Çelişkilerin birliğinden yani. Bu durumda
önemli olan, geleneği
dönüştürmektir. Şimdilerde Pir
Sultan gibi yazmanın hiçbir önemi olamaz,
Nâzım Hikmet gibi
yazmanın da... Bu durumda yeni zamanlarda ve
koşullarda yazılan şiir farklı olmak zorunda. Gelenek
görgüsünü edinmiş olmak
koşuluyla elbette. Bunların düşünülmediği
kanısındayım. Bu da, bilinen şiir
deneyimlerinin yinelenmesini getiriyor. Böyle olunca da,
yazılan klonlanmış bir
şiir olmanın ötesine geçemiyor. Öte
yandan,
ekonomi-politiğin yaşamsal karşılıkları toplumsal bir eylemliliği
gündemde
tutamıyorsa, bunun bir türevi olacak şiirden de söz
edilemez. Bu bağlamda,
şiirin de ekonomi-politiği
çökmüştür elbette. Sahi neden
sürekli
Divan Şiirinden söz ediliyor? Halk Şiiri neden us’a
gelmiyor?Divan
Şiirinin kendi disiplini içerisinde
başarılı olduğu, yetkin örnekler ortaya koyduğu bir doğrudur.
Aynı yargı Halk
Şiiri için de geçerli değil mi? Ayrıca, Halk
Şiirinin Türkçe’yle yazılmış bir
şiir olduğu da unutuluyor. Bir şiir, yazıldığı dilin bir
ürünüyse ve onunla
tanımlanabiliyorsa Halk Şiiri daha bir önemsenmeli. Bu şiirin,
Türkçe’nin
olanaklarıyla yazılmış olduğu da unutulmamalı. Divan Şiirinin ise
büyük bir
deney olmanın ötesinde hiçbir önemi yok
bugün için. İlginç olduğu da
belirtilebilir elbette. Çünkü birden
çok dilin (Türkçe, Arapça,
Farsça)
kurallarıyla; sözcük, deyim ve tamlamalarıyla
yazılmış. Bu şiirin, Modern Türk
şiirine estetik hiçbir katkısı olamaz. Ses öğesini
öne çıkartacaksanız, o ses
Türkçe’nin sesi değil, söz
diziminin ise hiçbir geçerliliği yok şimdilerde.
Buradan bakınca Divan Şiirinin önemi, Fransız, İngiliz,
Japon... Şiirinin önemi
kadardır dense, yanlış olmaz sanırım. Bilindiği üzere,
bazıları kabul etmese
de, her şiir politiktir sonuçta. Bu nedenle, bir toplumsal
dönemin şiirini
benimsemek o toplumsal yaşantıyı benimsemekten başka bir şey değildir.
Divan
Şiiri de, sonuçta, bir yaşam biçimi
önerisidir. Divan Şiirine özlem, geçmişe
duyulan bir özlem midir yoksa? Geçmişte kalan
değerlere özlem duyup onları
savunmak, yeniden yaşanır hale getirmek için savaşıma
girişmek, çağdaş olanı
yadsımak değil midir aslında? Bu, aynı zamanda, içinde
olunan yaşam biçimini de
yadsımak anlamına gelmez mi? Yazılan şiirden umudu kesmek demektir bu.
Artık
sıra dışı bir imgelem gücünün; cesur estetik
aranışların olmadığını söylemektir
bir bakıma. Geçmişe duyulan özlem (Divan Şiirine
duyulan özlem), yeni olan
hemen her şiirin basit, değersiz ve sıradan olduğunu savlamaktan başka
bir şey
değildir. Divan şairleri
arasında da inançları doğrultusunda başını veren şairler var
elbette. Osmanlı
İmparatorluğunun, o merkezi feodal yapısı içerisinde tarihe
düşen bireysel ve
toplumsal direnişlerin bir öğreticiliği olabilir kuşkusuz.
Örnekseme yoluyla,
bütün o oluşumları
günümüze taşıyıp şiirini yazabilirsiniz.
Bunun bir
geçerliliği de olabilir. İşin tuhafı, bundan hiç
söz eden yok. Ahmet
Oktay’ınOrpheus
ile Eurydike
adını taşıyan uzun şiiri ölçülü
ve uyaklıdır. Kendisi bu konuda şunları
söylüyor: “Hece veznini
seçişimin bir nedeni, şiirde söylenilmez sayılan
/bazı konuların
hecenin sınırları
içinde nasıl söylenebileceğinin olanaklarını
araştırmak ise bir nedeni de
çalışma disiplini edinmek. Hem handikapları var hem de bazı
erdemleri böyle
kalıplar içine girmenin. İlk kitabımda da vardır heceyle
yazılmış şiirlerim ama
bu geçici dönüşümün gelenek
sorunuyla ya da gelenek kaygısıyla
bir
ilgisi yok. Bunlar zorunlu deneyler olarak görülmeli.
Şairlik eğitimin parçası
sayılmalı. Şair bir yere gelir, orada rahat hisseder kendini,
sözünü söyler,
bitirir. Sonra başka bir yol ağzına doğru yola çıkar.”
(2) Ahmet Oktay’ın
bu sözlerini iyi anlamak gerekiyor galiba. 3 Divan Şiiri
karşısında da bir şairin tutumu bundan farklı olamamalı gibi geliyor
bana. Fazıl
Hüsnü Dağlarca’nın, aruzla
defterler doldurduğu söylenir.Birçok şair, aruzla
şiirler yazdığını
övünerek söyler. Attilâ
İlhan bu konuda oldukça ileri giderek; “Eğer
bir insan aruza hakim olmazsa Türkçe şiirle
etkileyici bir mısra yapamaz. Çünkü
aruzla yapılmış olan mısraların inanılmaz bir sağlamlığı vardır.”
diyecektir.Bütün
bunların altında
yatan, o eğitimden geçildiğinin vurgulanmasıdır.
Nâzım Hikmet’in
şiirlerinde aruz ve heceyle yazılan bölümlerin
bulunduğu, Ekber Babayef’in
saptamasıdır. Bu da, o olanağın bir ölçüde
kullanılmasından başka bir şey
olamaz. Ancak bu kadar. C.Yüceer:. Gramchi’nin
“biçim içeriktir”
sözünden yola çıkarak, “bir
şiirin yapısı, ondan
yansıyan güzellikten bağımsız değildir, onunla diyalektik bir
örtüşme içindedir.”
diyorsunuz. Bu
değerlendirmeniz, şiirin mutlak
ideolojik bir mesajı, toplumu değiştirmeye yönelik işlevi,
yani mutlaka
toplumcu bir söylemi olmalıdır, anlamına mı geliyor? Bu konuda, ben de
birkaç alıntı yaptıktan sonra
düşüncelerimi söylemek istiyorum: “İnsanın
içinde derin, ince ve büyük bir şey olsun
da bu, dile geçmesin ve dilde kendini
tanıtmasın; bu, olanaksızdır.” (Himboldt)
“Dil, düşüncenin dolaysız
somut anlatımıdır.” (Marks) “Dil,
anlamın evidir.” (Wittgenstein)
Ben, o yargıda bulunurken; alıntıladığım bu sözlerin dayanak
oluşturacağını,
şimdi daha iyi düşünebiliyorum. Yaptığım her
üç
alıntıda da, dil dışı bir dünyadan söz ediliyor.
Örneğin; “Dil, anlamın
evidir.” denilirken; dilin, anlam olmadığı da
söylenmiş oluyor. Buradan
bakınca, “yaşam, dilin dışındadır” demenin,
oldukça doğru ve açıklayıcı
görünmesi gerek. Böyle bir yaklaşım ve uyarı
zorunluydu çünkü. 1980’den bu
yana
dilin dille anlatılması; dilin, içerik kabul edilmesiyle
yazılan bir şiir
benimsetilmek istenmişti. Oysa yaşamı dışlayıp dilin
özgül olanaklarıyla
sınırlı bir şiir yazamazsınız. Nereden bakarsanız bakın, ön
içerik, esinleyen
öğe dil dışıdır. Dil dışı olan olgu, olay ve benzeri
etkenlerin uyarıcılığı ile
yazmaya koyulur bir şair. Böylece dil,
düşünülenlerin, algılananların,
tasarımların,
önerilenlerin... Dolaysız-somut anlatımı; amaçlanan
anlamın da evi olur. Dil,
istenmese de kendini anlatır zaten. Ama dil, kendinden başka bir şeyi
anlatmak
için vardır. Başlangıçtan bu yana, varlık nedeni
de bu değil midir hem? Evet,
yaşam, dilin dışındadır. Dil, yaşamın ürettiği anlamların evi
olacak biçimde
kullanılmak gerekir. İnsandan, toplumdan; kısacası bunların
geleceğinden yana
işletilen bir dil. C.
Yüceer:
1970’li yıllarda sizin de içerisinde bulunduğunuz
birçok şair, dönemin yükselen
devrimci potansiyelinin etkisiyle, haykıran, bağıran, slogan ağırlıklı
şiirler
yazdılar. ‘80’li yılların şiiri de çok
az farklarla bunu izledi. Siz o
dönem şiiri için,“indirgemeye
uğratılmıştı” saptamasını kullanıyorsunuz. Bu
dönemde yazılan şiirin, şiirimizin
gelişimini engellediği,önünü
tıkadığı
kanısında mısınız? Özetlediğin biçimde
dillendirilen, böylesine genel
yargılar-yaklaşımlar bilimsel de değil. Böyle olduğu
için, diyalektik bir
yaklaşım da değil elbette. Bir ‘şey’i
yok saymak başka bir şey, ‘yadsımak’
daha başka bir şeydir. Önce bunun
kavranması gerekiyor. ‘Yadsımak’,
bir ‘şey’in
varlığını kabul edip onu aşmaya
yönelmeyi gerektirir. 1980’li şair-şiir bunu
yapmadı. 1960’lı, ‘70’lı yıllarda belirleyici olan birşiir yazılmadı
görüşünü
öne sürerek işe koyuldu. Yani bu dönemlerin
şiirini yok saydı. İktidar rüzgârına
tutunarak işe koyuldu. Tam bu noktada Ahmet
Haşim
ve Yahya Kemal’e
tutunmak bir moda oldu. Giderek de
ilkeleştirildi bu. Bunun koruyucu kalkanı da İkinci Yeni şiirin
değerleri oldu. Bunu yaparken ayrıntı 4 güzelliklerin peşinde kaybolup
gittiklerini fark
etmediler bile. Şiirin hayatla yüzleşerek yazılması
gerektiğini unuttular
öncelikle. Şiir ve şair hayatın dışına
düşürüldükçe iyice
kitabîleşti. Herkes
öğrenilen şiir ustalıklarıyla birörnek şiirler
yazmaya koyuldu. Oysa biraz
içten olunsaydı; hayat biraz öncelenseydi; daha
önemlisi, şiirin gereksindiği o
muhalifliği birazcık anlaşılsaydı, öylesine yaşamasız bir şiir
yazılmazdı. Şiir
tarihinin doğru okunmadığı da kesin. 1960’lı ve
‘70’li şiir estetik bütün
açmazlarına karşın doğru bir şiir yönelimiydi.
Çünkü insandan ve onun
geleceğinden yanaydı. Yapılması gereken bu şiir çizgisinin
eksiklerini gidermek
olmalıydı. En azından bu yok sayılan şiirden etkilenip Ece
Ayhan’nın
Devlet
ve Tabiat’ını, Turgut
Uyar’ın
Toplandılar’ını,
Ülkü
Tamer’in
Sıra
Göller’ini, Edip
Cansever’in Sonrası
Kalır’ını
ve Cemal Süreya’nın
Beni
Öp Sonra DoğurBeni’sini
doğru anlamak
gerekirdi. Gene İlhan Berk’in
içtensizlik gösterip hiçbir kitabına
almadığı,
Cizlavet fabrikasında panzerlerce öldürülen
bir işçiyi anlattığı Hüseyin
Çapkan İçin Ağıt
adlı şiiri anımsamak ve doğru anlamak gerekirdi. Bu şiirler
‘70’li şiirin
başarılı örnekleridir. Henüz yirmili yaşlarını
yaşayanların yazdıklarında
görülen eksiklikler bu ustaların yazdıkları şiirlerde
yoktu. Bu çizgide
geliştirilebilirdi Türk şiiri. Geliştirilmeliydi de. Bu
olsaydı, günümüz
şiirinin böylesine açmazlarının olmayacağı kesin.
Bu yapılmadı. 12
Eylül’e dünden razı
olanlar, faşizan bütün çirkinliklere
kolayca alışanlar, Türk şiirini yatağından
kolayca çıkarttılar. Söz hakkını kullanamayanları
yok edildiği bir ortamda,
iktidarı sağlamlaştıran, bu sayede küçük
iktidarlar edinenlerin yazdığı bir
şiir oldu ‘80’li şiir. Buna karşın estetik ve
ideolojik sağlamlığı gözeterek
şiir yazmayı sürdürenler oldu elbette. Onlar,
sonuçta şiirin politik olduğunu
hiç unutmadılar. C.
Yüceer: Bu
değerlendirmeler ışığında, günümüz şiirine
bakacak olursak; gerek yayımlanan
şiir kitaplarının bolluğu, gerekse edebiyat dergilerinde yayımlanan ve
internet
sitelerindeki binlerce şiir, sanki bir şiir kirlenmesinin habercisi
gibi. Buna
karşın şiir okuru oldukça az. Bir de, şiir yıllıkları var.
Bu yıllıklardan
birini de siz hazırlıyorsunuz. Siz, hazırlanan yıllıkların, gerek
seçilen
şiirler açısından, gerek toplumcu değişime, gerekse
Türkçe şiirin gelişimine
katkısı olduğuna inanıyor musunuz? Bu saptaman, şimdilerde Türk şiirinin
kanayan yanını
oluşturuyor. İnternet sitelerinde askıya çıkartılan şiirler
bir milyara
yaklaşmış durumda. Gene o sitelerde, nereden baksanız yüz bine
yakın şair (!)
var. Bunların İnternet olanaklarıyla yetinmeyip dergiler, kitaplar ve
antolojiler
yayımladıkları da biliniyor. Ama konuştuğunuzda Türk şiirinin
hiçbir ustasını
ve hiçbir dönemini bilmediklerini
görüyorsunuz. Tuhaf bir iletişim biçimi,
tuhaf bir savruluş bu. Ne yazık ki tuhaf bir iddiaları da var. Şu
sözler
yeterince açıklayıcı olacaktır kanısındayım: “İşte bu
antoloji de aynı 2. cilt gibi değişik kalemlerin ve kendilerine pek
rakip
çıkartmak istemeyen doyumsuz ve aşağılık kompleksi ile
kendinden başkalarının
varlığını kabul etmeyen ve paylaşmaktan nasipsizlerin ‘ aman
rast gele kişileri
alma, her şiiri koyma’ telkinlerine rağmen şiir yazmak
isteyen, kendi
şiirlerini başkalarıyla paylaşmak isteyenlere bir fırsat, bir kapı
olmalı,
onlar da yazdıklarını başkaları ile paylaşma ve ‘biz de
varız’ deme imkânı
bulabilmeliydiler. Tek amacımız budur, bu amaçla
hiç de profesyonellik iddiamız
olmadan hazırlanmış ve sizlere sunulmuştur.”( Haz. Sabit İnce, Anadolu Şiir Antolojisi 3, Anasan
y., Kasım 2004,
Kayseri) Görünen o ki,
hiçbir dönemde bu kadar çok şiir (!)
yazılmadı ve tüketilmedi. Bu eylemlilik
içerisinde olanlar, özellikle modern Türk
şiirini köktenci bir tavırla
reddediyor. Bunun yerine kendilerinin yazdığı metinleri koyarak, şiir
gereksinmelerini gideriyorlar. Türk şiirinin
bugünkü düzeyine bakıldığında,
onca insanın yazdığı metinlerden yola çıkarak, şiir adına
bir şeyler
yapamayacakları rahatça 5 söylenebilir. Yanlış da olmaz bu.
Öte yandan şiir
okumanın yazmak kadar zor olduğunu fark edenlerin bir kaçışı
da diyebiliriz
buna. Ayrıca, küçük burjuva kariyerizmi de
denilebilir. Belki de Freud gibi
bakıp şiiri bir oyun olarak görüyorlar. Tadını
çıkara, çıkara oynuyorlar da
onunla. Sevgili bulmanın bir yolu olarak, oldukça da
kullanışlı. Daha ne olsun
(!) Şairin,
yazılagelen şiiri günü gününe
izlemeleri gerektiğini; hatta bunun bir zorunluluk olduğunu
düşünmüşümdür
hep.Böylesine
bir eylemlilik, yazılan
şiirlerin yüzleşmesini sağlayacaktır. Pek fark edilmese de
belirleyici olan,
yeni aranışları başlatan budur. Çünkü
diğer şiir pratiklerini çözümleyemeyen
bir şairin kendi şiirini özgün kılması ve oluşturması
olanaksız gibi görünüyor.
Bu bağlam düşünüldüğünde,
her şairin ulusal şiiri izleyip, en azından kendi
için,genel
değerlendirmeler yapması
gerektiğini rahatça söyleyebiliriz. Bu
çalışmasıyla elde edeceği şiir bilgisi,
doğal olarak, kendi şiirini geliştirmesine yeni olanaklar sunacaktır.
Bu süreci
yaşayan şairlerin daha verimli olabileceğini ve daha güzel
şiirler yazacağını
düşünmek, yanlış olmaz sanıyorum. Cemal
Süreya, dergilerde yayımlanmış
şiirlerin, diğer şairlere gönderilmiş bir mektup olduğunu
düşünür. Özellikle
gençlerden geliyorsa bu mektup, daha bir önem
kazanır. Bu yaklaşım da, yaşayan
şiirin dikkatle izlenmesi gerektiğini vurguluyor. Kestirmeden
söylemek
gerekirse, her şair bir şiir yıllığı hazırlayacakmış gibi,
özenle izlemelidir
yayımlanan şiirleri.Şiirin
geleceği
için sonuçlar çıkartmalıdır bundan.
Olanı saptayıp olması gerekenin peşine
düşmelidir. Böyle baktığım için
önemsiyorum şiir yıllıklarını. C.Yüceer:
Teşekkürler Veysel Çolak