ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Motosiklet


"Benim de geleceğimi söyledin mi ona?"

"Evet."

"Bir şey söyledi mi?"

"Söyleyeceğini sana söyler, merak etme…

"Rahat ol… Şimdi sıkı tutun bakalım.”



Özel yün boyunluğunu sardı. Bandanasını ağzını tamamen kapatacak biçimde ensesinde düğümledi. Yarım parmak deri eldivenlerini giydi. Yüzüne yapışan gözlüklerini takıp, siyah, parlak kaskını başına geçirdi. Sol eliyle debriyaj mandalını sıkıp sol ayağını metal çubuğa sertçe basarak birinci vitese taktı, aynı anda sağ eliyle gaz vererek sağ ayağını yavaşça yerden kaldırdı. Bin altı yüzlük iri motosiklet, kendine özgü sesiyle homurdanarak hareket etti. İlk kalkışın müthiş gücüyle Loly’nin sırtına sertçe yapış-tığını hissetti…
Dakika : 1 Haz : 1 ! Karadeniz sahilindeki o şirin kasabaya yaklaşık yüz otuz kilometre yolları vardı. Bir an önce şu şehir trafiğinden kurtulup kendilerini otoyola atmalıydılar. Güneş, bu serin mayıs gününde hareketli hareketsiz bütün nesneleri elinin tersiyle bir kenara itip yolda kayarak ilerleyen bu görkemli metal aletin üzerine odaklanmıştı. Motosikletin siyah cildi pürüzsüz ışınları bir çırpıda kana kana emerek parlaklığına katıyor, çelik-krom aksamı ise seyredenlerin gözünü kamaştırıyordu. Deri giysileri, rüzgârı gövdelerinde hissetmelerine engel değildi. Otoyola çıktığında tekerleklerin devir hızı ile birlikte göğsündeki baskı da iyiden iyiye arttı. Asfalttaki beyaz şeritler akıp gittikçe, bundan aldığı zevki hayatta hiçbir şeyden alamayacağını bir kez daha anlamıştı. Ve bir kadını bir erkeğe, ancak beşinci viteste yol alan bir motorun şehveti bu kadar yakınlaştırabilirdi.

Bir başlangıç diye çıkılan yolun sonunda kim kaybolmak ister?... Kim ister, her defasında düşlerinin düşük yapmasını ?... Serap’ın kazada ölmesinden sonra onun için hayatın çivisi bir daha onarılamaz bir biçimde çıkmıştı. Sekiz yıllık ikinci hayat projesi de başarısızlıkla sonuçlanmak üzereydi. Henüz boşanmamışlardı; ama bir süredir ayrı yaşadıklarından ikisi de yolun sonuna geldiklerinin farkındaydılar.
Sırtına vurulan hafif darbelerle irkildi. Nil, baş parmağıyla ağzını işaret ederek susadığını anlatmaya çalışıyordu. Biraz ileride anayoldan çıkarak ormanın kenarındaki bir kır lokantasında durdular. Yolun iki yanında baharın bereketli yeşilliği göz alabildiğine uzanıyordu. Kasklarını çıkarıp yüzlerini güneşin o ılık dokunuşlarına bıraktılar. Nil haklıydı, soğuk bira rüzgârın kuruttuğu boğazlarından eşsiz bir hayat iksiri olarak akıp gitmişti.
Aralarında on iki yaş vardı ama, ruhları fazla pay bırakmadan örtüşüyordu. O, kırk bir yaşında artık sadakat ve sevgi gibi dingin derinliklerden çok, sorumluluk gerektirmeyen dalgalı ama sığ tutkular arıyordu. Bu da Nil’de fazlasıyla vardı. Aşk?... Serap aşktı; aşk ise artık bir serap !... Yine de en fazla Nil’in yanında kendine yaklaşabiliyor, karısıyla olamadığı kadar kendini güvende hissediyordu. Kadınlar bu güven duygusunu tekeline almaya ne kadar da meraklıydı? Oysa o, âşık olduğunda öğrenmişti; kadınının ruhuna güven salan bir erkeği de, zihninin sınır boyundaki bölücü düşüncelerden ancak o kadın koruyabilirdi.
Akşam kendisi için özel hazırlanan o muhteşem zeytinyağlı dolmaları yerken, annesinin sorgulayıcı bakışlarına karşılık babasının Nil’e bayılacağını, bir köşede kendisini sıkıştırıp ‘ Seni hınzır…seni…’ gibilerden dostça sırtına vuracağına emindi.
"Neden kendi kendine gülüyorsun?...”
Bu soruyu şişede kalan son yudumu kafasına dikmeden önce en masum haliyle sormuştu Nil.
"Hiiç…”
"Biliyor musun, bu hallerine gerçekten gıcık oluyorum."
"Hangi hallerime?"
"Aptalı oynama! Bazen yanında ben hiç yokmuşum gibi davranıyorsun.”
"Bugüne kadar kendimi yanında bir şey yapmak zorunda hissetmediğim tek kadınsın."

"Yani…buna sevinmeli miyim?"
Deri tulumu içinde Nil’in çekiciliği bir kat daha artmıştı. Yanıt vermek yerine kalktı; güneşten korunmak için parlatılmış, pembe, hoş kokulu dudaklara sıcacık bir öpücük kondurdu.

"Gevezeliği bırak; akşam harika bir yemek bizi bekliyor… Hava kararmadan orada oluruz dedim…hem annem bekletilmekten hiç hoşlanmaz!"

Yeniden yola koyulduklarında motorun yol kenarındaki çakıllar üzerinde, hızla akan o efsanevi silueti iyice uzamıştı. İliklerine dek yaşadığını hissettiği tek yer ve geride sadece saf özgürlüğün kaldığı tek elek, bu deri selenin üstüydü. Hayat şu an için yine arzuladığı kıvama gelmiş, kendini gençliğinin o unutulmaz filmi ‘ Easy Rider ’ ın akıp giden karelerinin içinde görmeye başlamıştı. Hava iyice serinlediğinden kaskın vizörünü indirdi. Arkaya birkaç kez yaslanır gibi yaparak, çocuksu bedensel mimiklerle Nil’in ona daha sıkı sarılmasını istedi. Uzun yolda motorun arkasındaki adam için en büyük riskin geçici uyuklamalar olduğunu iyi biliyordu. İpeği, tek bir hamleyle boydan boya yırtan keskin bir makas gibi rüzgârın içinde buldukları bir hava koridorunda hızla ilerliyorlardı. Üstelik muhtemel darbelere karşı sahip oldukları yegâne kaporta kendi tenleriydi.
Sanki içinde bulunduğu çelik kafes Serap’ı koruyabilmiş miydi ? Tam tersine onu zamanında çıkaramadıkları için mezarı olmuştu…Belki de altındaki metal kısrağa çekicilik katan bu ölümcül riskti; girdiği her virajda Serap’ı elinden alan her neyse, aslında onunla çelik çomak oynuyordu…Hayattaki diğer seçimleri de aynı değil miydi ? Çok iyi bir maaşla istikbal vaat eden profesyonel bir yönetici olarak çalışırken ayrılarak kendi işini kurmuş, başlarda çok sıkıntı çekmiş ama sonunda başarıya ulaşmıştı. Bütün arkadaşları içi boşalmış yıllanmış evliliklerini sürdürürken; o, eriyen duyguların önüne bıraktığı ile yetinmemiş, yine ölümcül riskler almıştı. Oya’yı bu çıkmaz sokağa sokan kendisiydi. Telefonda gördüğü o mesajdan sonra karısının hiç bilmediği bir hayatı olduğunu öğrenmişti. Yaralı bir geyiğin peşinden giden leopar sabrında sinsice iz sürmüştü. İzler, Oya’nın ortalıktan kaybolduğu öğleden sonralarının kötü kokularını yayan bir leşe dönüşünce bu kez bir sırtlana dönüşerek kalanı iştahla kemirip, vicdanını yıkamaya çabalamıştı. Karısının iki yıldır süren bu gizli ilişkisini öğrendiğinde pek çok erkek gibi bir öfke seline kapılacağı yerde, o sevinmişti ! Evet, sevinmişti; çünkü onun da keşfedilmesini istediği sırları vardı. Ama bazen göğsünde belli belirsiz bir sızı yaratan şu gerçekten emindi; Oya onu gerçekten sevmiş, bu noktaya sürüklenmemek için onun uluorta bıraktığı ipuçlarını bile başlangıçta görmezden gelmişti.

Nil kolunu uzatarak ilerdeki bir motorluyu işaret etti. Yaklaştıkça kendileri gibi bir çift olduğunu gördükleri motor, otoyolda arabaların arasında bir yılan zarafetinde kıvrılarak ilerlemekteydi. Ona yetişmek için sağ yumruğunu iyice rüzgâra göstererek gaza yüklendi.
O çatlak homurtu bir kat daha arttı; alet ileri atıldı. Yolun sert kıvrımlarına girdiklerinde motorun doğal uzantıları olarak onunla birlikte sağa sola yatıyorlardı. Göstergede çizgileri bir bir atlayan ibre, aslında hızın değil, zevkin ölçütüydü. Öndeki motora neredeyse yetişmek üzereydiler. Araçları sürtünerek sollarken savurduğu güçlü homurtusunu duyacak kadar yaklaşmışlardı. Birlikte pek çok yol kat ettikleri, önlerinde tek vücut olmuş uyumlarından belliydi. Arabaları tekerlek izinden takip etmesi de sürücünün deneyimli olduğunu gösteriyordu. Bu hayali izin üzerinde seyretmek, asfalt üstündeki olası bir şeye çarpmamak veya beklenmedik bir çukura girmemek için bilinmesi gereken altın kurallardan biriydi. Hızları yüz kırk kilometreye yaklaşıyordu. Onu geçmek artık karşı konulmaz bir arzu haline gelmişti. Yaklaştıkça onun da süratini arttırması kaçınılmaz bir düello öncesi rakibin suratına sallanan eldivenden farksızdı. Önlerine aniden beton bir duvar gibi çıkan kamyonu sollamak için diğer motor karşı şeride girdiğinde, o da gelen arabayı gördüğü halde hiç duraksamadan vücuduna
pompalanan adrenalinle aynı anda eliyle gazı kökledi. Keşke hayatın o anında, zamandan daha hızlı aksaydı. Bu kez çomak kırılmış, oyun yarıda kalmıştı…

                                                                      ***

Öndeki motor kaybolmuştu, dümdüz uzayıp giden otoyolda kimse olmadığına göre yan yola sapmış olmalıydı. Düşünecek zamanı yoktu; o da saptı. Tozlu, aşınmış bir halı gibi önüne serilen bu daracık yol, önce sağa kıvrılıyor, biraz ilerideki ormanda gözden kayboluyordu. İleride tekrar otoyola bağlanacağı umuduyla takip etti. Yol iyice bozuldu. Ama çukurların arasından öyle inanılmaz bir maharetle ilerliyordu ki, garip bir şekilde en ufak bir sarsıntı hissedilmiyordu... Sanki kendi başına yürüyen bir yolun üzerinde, istemsiz bir yönde, karşı koyamadığı bir çekim gücüyle kayarcasına yol alıyordu. Motorla bütünleşmiş, farklı çaptaki borularından yağ ve benzinle birlikte kan ve ter püskürten, deri-metal karışımı gerçeküstü bir yaratık olmuşlardı. Ellerini bıraksa dahi belki bir şey fark etmeyecekti. Öndeki motor hâlâ görünmüyordu. Gizemli bir yolculuğa sessizce karar verilmişti. Kırmızı toprağa dönen yolla birlikte ormanın içine daldı. Bir süre sonra ortalık iyice karardı. Yabani sık ağaçlar, en ince ışık huzmelerinin bile içeri girmesine izin vermiyordu. Farını yaktı. Bir karar vermeliydi, gazı kesti. Sağ ayağını fren pedalına sertçe bastı. Motor toprak zeminde kayarak durdu. Durdu ama, sırtında hep alıştığı o sıcak çarpma bu kez olmadı. İşte o an, arkasındaki korkunç hafifliği hissetti…Kendi kaldırdığı toz, motorun üstünden kırmızı bir bulut olarak geçti gitti. Kızgın yağ kokulu sıcaklık yüzüne vurdu. Homurtu tanelere bölünmüştü.
"Nil?"
"Niiiil!"
Telaşla arkasına döndü: sadece uzayıp giden karanlık orman vardı…O sırtında olması gereken hafiflik, tüm ağırlığıyla omuzlarına bastı…Panik halinde motordan indiğinden ağır metal yığın çalışır durumda devrildi. Ses kesildi. Şimdi çıt çıkmıyordu.
‘Telefon !...Tabii ya!’
Kaskını fırlatıp, attı:
‘Allah kahretsin!...’
Kapsama alanı dışındaydı. Ana yoldan bu kadar uzaklaşmışlar mıydı?
‘Allahım!… Yardım et! Ona kötü bir şey olmasına izin verme…’
Nil yolda düşmüş olmalıydı. Otoyolda arkasındaydı; sırtındaki baskıyı hatırlıyordu. Yan yolda belki ?...Ona bir şey olmamalıydı!... Hayır!... Öndeki motora yetişmek için neden bu kadar inat etmiş, onun peşinden bilmediği bu orman yoluna neden sapmıştı ? O motor neredeydi ? Bir anda nasıl gözden kaybolmuştu ? Vakit geçirmeden Nil’i arayıp bulmalıydı… Yaralı olabilir; onu acilen hastaneye götürmesi gerekebilirdi.
Ne kadar çabalasa da üç yüz yirmi kiloluk, bu toza bulanmış metal yığınını yerden kaldırmayı başaramadı; kaldırsa bile bir süre çalışmazdı zaten…Ter içinde kalmıştı. Yaya olarak dönüp bakmak zorundaydı. Ormanda nefes nefese yürümeye başladı. Telefon hâlâ çalışmıyordu. Yürürken ara ara durup bağırıyor; Nil’in sesini duymayı umut ederek bir süre sessiz kalıp çevreyi dinliyordu. Güneş batmadan onu bulmalıydı. Saatine baktı…saatin camının altında fosforlu akreple yelkovan başıboş sallanıyordu. Oysa bir yere çarpmamıştı…
Çarpmış mıydı ?
Ne kadar yürüdüğünü algılayacak durumda değildi. Ormanın içine bu kadar girmiş olabilirler miydi ? Yoksa yolunu mu kaybetmişti ? Olamazdı… Herhangi bir sapaktan geçtiğini anımsamıyordu… Toprak olan tek yol buydu. İçindeki kötü ses sinir bozucu nefes alıp vermeleri bırakmış, suçlamaya başlamıştı: Başlarına bu belayı açmakla kalmamış, ormanın
içinde yolunu da kaybetmişti…Yaralı halde bir yerlerde yatan Nil’in ona ihtiyacı vardı. Avaz avaz bağırmaya başladı. Ne biçim bir yerdi burası? Yardım edecek bir Allah'ın kulu yok muydu çevrede ?.. Belki de Nil’e hiçbir şey olmamıştı. Telefonla ulaşamayınca onu aramak için birilerinden yardım bulmaya çalışıyordu… Onun bu ormana hiç girmediğini, şu an sağlıklı ve güven içinde olduğunu kendine telkin etmeye çabaladı.

Saatlerdir yürüdüğü için yorgunluktan bitmişti. Hava kararmış, ağaçlar dev bir hayalet kılığına bürünmüştü. Ağaçların arkasındaki fosforlu gözler tarafından izleniyor hissine kapılıyordu. Gitgide yoğunlaşan karanlığın hiçbir sınırı yoktu; dört yanını sinsice dolduruyordu. Elindeki tek iz, ayaklarının altındaki toprak yoldu. Hiç olmazsa onu kaybetmemeliydi. Her yolun ulaştığı bir yer; kaybolan her yolcunun eninde sonunda kavuştuğu bir şey olmalıydı? Ya bu sessizlik?... Ara ara duyduğu fısıltıların beyninin mi yoksa ormanın mı derinliklerinden geldiğinden emin olamıyordu. Bu ormanda hiçbir canlı yok muydu ? Bir gece kuşunun ürpertici sesine bile razıydı. Yaşama ait minicik bir işaret ?...Artık ağaçları da seçemiyor; sadece koyu gölgelerini görüyordu. Hâlâ yolun üzerinde olduğundan emin olmak için eğildi; zemini yokladı.
‘Oh !…’
Eline o kırmızı toprak bulandı. Kendi yolunu yitirmişti ama hiç olmazsa hâlâ bu yol ayaklarının altındaydı. Bir ağacın dibine el yordamıyla çaresizce çöktü. Ağlamak istiyor ama bunu bile beceremiyordu. Neden burada olduğunu, burada ne aradığını kendine sormaya hazırlanırken ormanın derinliklerinden yaklaşan bir motosiklet homurtusu duyuldu. Daha doğrusu sadece o duydu. Zorlanarak da olsa heyecan içinde ayağa kalktı. Önlerindeki motor olmalıydı. Nihayet!... Kim olursa olsun, yardım edecek biri geliyordu sonunda… Bu uğursuz, karanlık ormandan kurtulacaktı. İçi bu kez sevinçle titredi. Bir de Nil’i buldu mu; bu iğrenç günü unutmaktan başka yapacağı bir şey kalmayacaktı. Onu hatırlayınca, sağ salim bulmuş ve buradan birlikte kurtulmuş kadar sevindi. Sanki onu orman yolunda değil, zihninde düşürmüştü. Homurtu gittikçe yaklaşıyor ama motor bir türlü kendini göstermiyordu. Sesi kendi motorunu andırıyordu. Önce tek gözlü far gözüktü. Karanlıkta, yolun ortasında yarı ağlamaklı bağırdı.
"Buradayım… Buradayım… Yardım edin lütfen!"
Yüzüne vuran fardan pek bir şey göremedi. Sonra gözleri alıştı. Ama gördüğü şey büyüyüp küçülen gözbebeklerinde kaldı; beyne ulaşamadı. Ulaştıysa da bütün çekmeceleri akıl almaz bir hızla didik didik etmesine rağmen gördüğünün anlamsal karşılığını bir türlü bulamadı.
Yavaş yavaş kendine yaklaşmakta olan motosikletin üstünde ellerini iki yana açmış genç bir kadın vardı. Üzerindeki yarasa kollu beyaz, ipeksi elbise motorun ritmine uymuş, hafif hafif dalgalanıyordu.
"Nil?...”
Hayır !... Gelen, hiçbir zaman unutamadığı ama bu yolculuğa çıkarken görmeyi asla düşünmediği kadındı. Motor, yolcusunu alıp ormanın derinliklerinde kayboldu. Kimse duymasa da gittikçe eriyen homurtusu bir süre daha devam etti.


   
 

Hakan İşcen


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi

design by tema-solutions