Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan Düşmanlığı+Ermeni Meselesi (1. Bölüm)
Sevgiye zincir vurulamaz, sevgi sınırlandırılamaz, sevgi yasaklanamaz. Sevgiden bahsetmek insanın en güzel dilidir.
Yahudi, Rum, Ermeni, Kürt insanlarıyla bir arada yaşamaktan onur
duyduğumu ve mutlu olduğumu yazarak başlamak istiyorum. Barış ve
Özgürlüklerin insan sevgisiyle beslendiğini
düşünüyorum. Dünyanın tüm güzelliklerini
insanlarla paylaşmak beni hiç rahatsız etmiyor.
Bizim toplumumuz içinde Türk’ü yakan Türkler gördüm.
Türk’ü, Müslüman'ı birbirine
düşüren ve katleden Müslümanlar ve Türkler
gördüm.
Onlardan nefret etmiyorum; fakat uzak durmaya, arada mesafeler bırakmaya özen gösteriyorum.
Aynı soydan, aynı dinden ve dilden olmamıza karşın, onlarla bir arada olmaya tahammül edemiyorum, katlanıyorum.
Kendimi bildim bileli bir “Ermeni meselesi” gündemden
düşmedi. Özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik konusu
pişirildikçe, bu olay da kaynatılıyor.
Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki böylesi bir mesele, var mı, yok
mu? Varsa ne kadar var? Yoksa ne kadar yok? Hâlâ netliğe
kavuşturulmayan, bu 90 yıl önceki olaylar karşısında Lâik
Türkiye Cumhuriyeti’nin genç kuşakları, ikircimleşip
duruyor.
Şunu çok iyi biliyor ve savunuyorum; Türk gelenek ve
göreneklerinde savaşlar dışında vurmak öldürmek olmadığı
gibi, içimize yerleşen, komşumuz olan, alışveriş yaptığımız,
selâmlaştığımız, aynı sofralara oturup beraber yemek yediğimiz,
demlendiğimiz insanları kovmadık, yerlerinden etmedik, bu
mümkün değildir. Bu bizim için geçersizdir;
fakat diğer uluslarda böyle bir gelenek vardır. Şunu hatırlatmakta
yarar olduğuna inanıyorum; Mustafa Kemal Atatürk’ün
ayakları altına atılan Yunan Bayrağını çiğnememesi bir başka
gösterge değil midir?
Bir “tehcir” vardır, 6-7 Eylül 1955’te Rum
vatandaşlarımıza yapılan saldırılar vardır; Fakat bunları yapan
çapulcuların arkalarında, perde arkasında kimler bulunuyor?
İpler kimin, kimlerin elinde idi? Asıl önemli olan araştırma, bu
sorular olmalı diye düşünüyorum.
Tüm bir toplumu, bir Ulus’u karalama, suçlama,
yargılama gibi işin kolayına kaçmak; bilim, tarih, insanlık
adına bir yanlışlıktır, ayıptır...
Şimdi; bu birkaç bölüm sürecek olan beni ve
toplumumu çok rahatsız eden konuyu yıllardır biriktirdiğim
notlarıma göre işlemeye çalışacağım. Amacım bizi, biz
Türkleri temize çıkarmak değil, doğruları kendimce bularak
esas araştırmacı bilim ve tarih adamlarına bir nebze olsun ışık
tutmaktır, haddim olmayarak.
Çalışma metodumun sonunda ve notlarıma dayanarak beş
bölümde topladığım çalışmalarımı şöyle
sıralayabilirim;
1. Yahudi’lerin Osmanlı İmparatorluğu’na
göç’ü öncesi gelişen, Hıristiyanların
Yahudi - Yahudilerdeki Hıristiyan düşmanlığı.
2. Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğundaki durumu ve Yahudi’lerin Hıristiyan+Ermeni düşmanlığı.
3. Osmanlı İmparatorluğunda gayrimüslimlerin durumu.
4. Osmanlı imparatorluğunda Ordunun incelenmesi.
5. Sonuç; Ermeni meselesini yukarıdaki 4 bölüme göre değerlendirmek.
Yahudilerin Avrupa’dan kovulmaları.
Yahudilerin kutsal kitabı Tanah’a göre; Yahudiler, Tanrının
seçilmiş kavmi oluyor. Tanrı, seçilmiş kavmi olan
Yahudilere “Arz’ı Mev’ûd”
vâdetmiştir;
Vâdedilmiş topraklar anlamına gelen bu terim, Yahudiler
için özel anlam taşıyor. Tanah’ta, Arz-ı
Mev’ûd, kademeli olarak arttırılarak Yahudilere
vadedilmiştir. Birinci kademede Kudüs ve çevresi, ikinci
kademede Nil’den Fırat’a kadar olan topraklar,
üçüncü kademede ise tüm dünya.
Tanah’ta, Yahudilerin ataları Abram’la başlar. Abram,
Kalde’nin Ur şehrinden çıkıp, aşireti ile birlikte
HARRAN’a gelir. Tanrı, Abram’a Harran’dan
Ken’an ülkesine gitmesini söyler ve ona ve onun
zürriyetine, o ülkeyi vereceğini söyler. Abram
Ken’an ülkesinde kıtlık çıkınca Mısır’a
göç eder.
Arz-ı Mev’ûd şu andaki tabiri ile bir küreselleşme midir? Siyonizmin küreselleşmesi.
Ken’an ülkesi neresidir için kesin bilgiler yok,
neresidir? İlk göç Harran idi. Bugün o bölgede
İsrael’li Siyonistlere geniş arazi, toprak satışları yapılmıştır,
Ken’an ili oralara kadar uzanmıştır denilebilir mi?
Tanah’a göre Mısır’da 430 yıl yaşayan Yahudiler,
İspanya ve Portekiz’e geliş tarihleri tam olarak bilinmemektedir.
Musa tarafından Mısır’daki kölelikten kurtarılan Yahudiler,
Sina dağının eteklerinde 40 yıl yaşadıktan sonra, Ken’an
(Filistin bölgesi ya da İsrael’in eski adı) ülkesini
tekrar alırlar ve yerleşik bir kavim haline gelirler. Roma İmparatoru,
Vespansianus’un oğlu Titus’un Kudüs’ü
almasından sonra, büyük Yahudi katliamı yapılmış, sağ
kalanlar ise Avrupa’ya sürülmüşlerdir.
Yahudilerin İspanya’ya ne zaman geldikleri kesin olarak
bilinmemekle beraber, Titus köleleri olduğu sanılmaktadır.
MS. 468’de Vizigot’lar hâkimiyetine giren İspanya,
bir süre sonra Katolik mezhebini kabul ediyor. Yıllar önce
İspanya’ya yerleşen Yahudiler, ülke halklarının
içinde sayılarının fazlalığı ve inanılmaz zenginlikleri, daha
sonra kendilerine karşı çıkarılan yasalara karşı isyana
hazırlanırlarken, Kral Egica’nın isteği üzerine 694 yılında
17. Toledo Konsilinde alınan kararla köle ilân edilirler.
Ellerindeki tüm varlıkları daha önce alınmış, ticaretten ve
gemicilikten men edilmişlerdi.
Burada ilk kez Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığının başladığını kesin olarak vurgulayabilirim.
MS. 711’de Müslümanların İspanya’yı
hâkimiyeti altına almasından sonra, Yahudiler tüm
zenginliklerine tekrar kavuşurken, Devlet içinde de çok
önemli yerlere gelirler, ticarete ve gemiciliğe hâkim
olurlar.
Müslümanların birbirine düşmeleri sonucu Hıristiyanların
eline geçen İspanya’da 1179 ve 1215 yılları arasında
Konsillerin başlattığı Yahudi aleyhtarlığı Avrupa’da hızla
yayılıyor ve Hıristiyan fanatizmine dönüşüyor.
1391’de ise Yahudi katliamları Ülkenin her tarafına
yayılıyor. Bu arada kitleler halinde Hıristiyanlığa geçen
Yahudiler aynı zamanda gizli olarak Yahudiliğin icaplarını da yerine
getiriyorlar.
II. Murat zamanında, 1394’te Fransa’dan kovulan Yahudiler
Osmanlı İmparatorluğuna ilk göçü
gerçekleştiriyorlardı. Yahudi tarihçilerinin bir
aktarmasına göre II. Beyazıt “Kral Ferdinand’ın kendi
ülkesini fakirleştirirken, bizimkini zenginleştiriyor”
demesi, sadece maddi açıdan değil, daha çok Yahudilerin
sanat, ticaret, dil ve diğer konularda yetişkin olmalarından da
kaynaklandığını düşünüyorum.
1473’te ise dönmelere karşı İspanya’da Hıristiyanlar
Yahudileri üç gün boyunca katlediyor ve tüm
varlıklarını da yağmalıyorlar. Ardından, sağ kalanlar İtalya ve
Osmanlıya doğru göçe başlıyorlar.
1478 yılında kurulan Engizisyon Mahkemeleri kararınca 1481–1490
yılları arasında 2 Bin (Yahudi tarihçiler göre 13 bin)
Yahudi’yi yakıyor, on beş binini ise ağır cezalara
çarptırıyordu.
31 Mart 1492 yılında Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabel bir ferman
yayınlayarak, Temmuz sonuna kadar tüm Yahudilerin ülkeyi terk
etmesini bildiriyor. Fakat yanlarında altın, gümüş, para,
silâh ve at götürmeleri yasaklanıyor.
Başta İspanya ve Portekiz olmak üzere, Yahudilerin
Avrupa’dan atılmalarının başlıca sebepleri; Hıristiyanlığı
Yahudileştirme çalışmaları ve haksız zenginlikleri oluyordu.
İtalya’dan da başlayan göçlerde farklılık ise,
Yahudiler taşınır tüm varlıklarını yanlarında götürme
hakkına sahip oluyorlardı. Yani İtalya’dan gelenler zengin tabir
edebileceğimiz seçkinlerdir diyebilirim.
Sonuç; bugüne dek varan düşmanlıklar doruk noktaya ulaşıyordu.
Daha sonraları, Ukrayna ve 2. paylaşım savaşındaki milyonlarca Yahudi
soykırımı, Yahudileri bu düşmanlığa daha da çok itiyor ve
tedbir almaya onları zorluyor.
Bu tedbirlerin başında (daha sonra geniş olarak değineceğim) Kudüs ve Filistin’den toprak satın almaya başlıyorlar.
430 yıl yaşadıkları Mısır’dan kaçan, Kudüs’ten,
Fransa’dan, İspanya ve tüm Avrupa’dan kovulan
Yahudiler sonunda Osmanlı İmparatorluğuna sığınıyorlar.
Büyük göç Osmanlı İmparatorluğuna yöneliyor.
Aradan (694 yılında Yahudilerin köle ilanı dikkate alınırsa) 1311
yıl kadar bir süreden sonra; yeni Papa Benedikt XVI diğer adıyla
eski bir Nazi olduğu iddia edilen Ratzinger 04.07.2005 tarihinde
verdiği bir demeçte, Sinagog ziyareti yaparak aradaki
düşmanlıkları kaldırmayı ve Vatikan’la uyum sağlatmayı
amaçladığını açıklıyor.
Neden Osmanlı İmparatorluğu?
Burada etken olan daha önce, yani Fransa’dan kovulup
Selanik’e yerleşen Yahudilerle aralarındaki mektuplaşmaların
etkisi olduğu saptanıyor.
“Türkler ne sürgün ne de zulüm hissettirmiyorlar. (13.08.1550 Selanikli Provence’den.)
“Osmanlı İmparatorluğu, hiç bir şeyin eksik olmadığı bir
ülke. Herkes kendi incir ağacının ve asmasının gölgesinde
emniyet içinde yaşayabilir.” (Selanikli Provence’den)
Osmanlı yönetiminin diğer ırk ve dinlere karşı ve Türklerin hoşgörü sahibi oluşu Yahudileri etkiliyor.
Osmanlı’ya akın “denize düşen yılana sarılır”
gibi tesadüfen bir akın değil, bilhassa seçilerek ve
istenerek yapılmıştır.
Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 2 )
Yüzlerce yıl Avrupa'da büyük katliamlara uğrayan,
köle durumuna getirilen Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğunda Barış
ve özgürlükle tanışırlar: bunu değerlendirmekte de
geç kalmazlar.
Güçlü olduğu süre içinde Osmanlı
Devletinde Yahudilerin ve diğer gayrimüslimlerin, barış
içinde yaşamalarının uygulanan “Millet
Sistemi”’inden kaynaklandığı görülüyor.
Nedir “Millet Sistemi”?
Osmanlıda “Millet” bugünkü anlamda “Ulus” anlamında kullanılmamıştır.
Bir din ya da mezhepte bulunan topluluklar “Millet” olarak
tanımlanıyor. Çeşitli din ve mezheplerden olan insanların
örgütlenmeleri, kendi topluluğunun başkanını seçmeleri
ve devlete karşı o kişilerin muhatap olmaları sağlanmıştır.
Osmanlı’nın Abdülhamit istibdadına kadar işleyen bu Devlet
şekline bir nevi “Lâisizm” denmesi doğru olur
kanısındayım. Bu sistem sayesinde “Millet” olarak
tanımlanan diğer ırk ve dine mensup olanlar, asırlar boyu Osmanlı
tebaası (Uyruğu-Vatandaşı) olarak barış içinde yaşamışlardır.
“Millet” sistemiyle diğer ırk ve dinlerden olanlara tanınan
haklar; onları din, hukuk, gelenek ve eğitim kurumlarını hiç bir
kısıtlama olmadan tatbik etmelerine, Devlet içinde Devlet
deyimini kullanmak yerinde olur.
Osmanlı saraylarındaki ve ordudaki yerleri ise “Millet”
sisteminden yararlanıp, yararlanmadıklarının tartışmasını açık
bırakırken, Müslüman ya da Türk toplumundan farklı
yeteneklere, yetilere; bu arada dil, sanat, meslek, tıp gibi alanlarda
yetişmiş olmalarına bağlanabilir.
Yahudiler, Osmanlı topraklarına yerleştiklerinde; diğer
gayrimüslim olan Rum ve Ermeniler İmparatorluk içinde ve
Anadolu’daki varlıkları yüzlerce yıl öncesine
dayanmaktaydı. Hattâ Osmanlıdan önce onların var olduklarını
da biliyoruz.
Osmanlı’da Yahudilerin yerleştikleri bölgeler; Selanik,
İstanbul, İzmir, Edirne, Bursa, Şam, Safed (Kuzey Filistin'de bir
şehir) gibi, önemli şehirler oluyor. Amasya, Ankara ve
Tokat’ta da hatırı sayılır Yahudi nüfusu
görülür.
1492’de İspanya’dan gelen kırk bin Yahudi önce
Selanik, Edirne, İstanbul’a yerleşirler. 1526’dan itibaren
18.yüzyıla kadar Avrupa’dan Yahudi akınları devam eder.
Özellikle 1648–1658 yıllarında Ukrayna’daki katliama
uğrayanlar da Selanik’i tercih etmişlerdir.
Selanik, 16. yüzyılda Yahudilerin kültür ve ilim merkezi
oluyor. Birçok okul akademi kuruluyor ve oralarda dinin yanı
sıra Arapça, Tıp, Astronomi, Latince ve Tabiat ilimleri
okutuluyor.
1494’te İstanbul'daki Yahudilerin kurduğu matbaa, 1510’da Selanik Yahudilerine de kuruluyor.
19. yüzyılın ortalarında ise meşhur “Allianse
İsraélite’nin” açılması Yahudilerin eğitimde
daha da yetkinleşmesine neden oluyor.
Burada; Selanik’i Avrupa'daki Yahudilerin başkenti olarak
görmemde bir sakınca olmadığını düşünüyorum.
Kültür, eğitim ve ticarette de Selanik Yahudilerin
Avrupa'daki bir merkezi oluyor.
1453’te İstanbul’un fethinde orada az da olsa Yahudilerin
varlığından söz edilebiliyor. Fetihten sonra 15. ve 16.
yüzyıllarda İstanbul’a göç eden Yahudiler burada
17 semtte yoğunlaşmaya başladılar.
Yahudilerin Devlet içindeki etkinlikleri.
15. yüzyılın ortalarından başlayarak, her alanda Yahudi
etkinliklerini görüyoruz. Ticaret, el sanatları, tıp
alanlarında Saray’a kadar uzanıyorlar. Kanuni döneminde ise
bu konuda daha da önemli yerlere geliyorlar.
I. Murat, Yıldırım Beyazit, II. Mahmut 1362–1451 yıllarındaki
Osmanlının genişleme dönemlerinde, uyruğa alınan Yahudilerin
etkinliklerinden en önemlisi; Yahudi Doktor İshak Paşanın Sultan
II. Mahmut tarafından Saray’a alınması ve “Hekimbaşı”
payesi verilmesidir.
İstanbul’un fethinde Bizans'taki Yahudilere tarafsız kalmalarını
öneren Levi adındaki Yahudi ise o sıralarda II. Mahmut
döneminde Divan-ı Hümayun’un tercümanlığını
yapmaktaydı.
Sultan II. Murat “Gureba” adlı gayrimüslimlerden
oluşan bir askeri bölük kurması ve içinde Yahudilerin
çoğunlukta olması bir başka önemli bir gelişme oluyor.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra Rumlara
oranla nüfus azlığını kapatması için sadece
Müslümanlara değil, diğer ırk ve dinlerden olanlara da
çağrı yaparak İstanbul’a yerleşmelerini istedi. Burada
yerleşecek olan Yahudilere ise evler, araziler, bağ, bahçe vaad
etmiştir. Safed şehrinden, Mora’dan gelen Yahudiler genellikle
Hasköy’e yerleştiriliyorlar.
Fatih; Hahambaşı Moşe Kapsali’ye büyük önem
vererek “Divan”da bulundurmuş ve Yahudilerin temsilcisi
saymış. Fatih’in Yahudilere göstermiş olduğu bu
büyük sempati sonrası, birçok Yahudi ailesini vergiden
muaf tutarken, Yahudilere ait davaları muhakeme etmeyi de Hahambaşına
bırakmıştır.
Osmanlı düzeninde rahatını bulan Yahudiler, bu ortamda büyük âlimler de yetiştiriyor;
Mordekay Komtimo, teologi, matematik, astronomi dalında devrin ünlüleri arasında yer alır.
Maestro Locopo, (Hekim Yakup) eski başkent Edirne'de II.Mahmut
zamanında doktorluk yaparken, Fatih döneminde
“Hekimbaşı” olmuştur. Hekim Yakup bu süre
içinde, Fatih’in maliye işlerine de bakarken Vezirlik
makamına yükseltilmiştir.
Maestro Locopo Müslümanlığı kabul ettiği; ancak samimi
olmadığı bilinmektedir. Yani evde Yahudi, sokakta Müslüman
görüntüsü vermektedir. Daha sonra Venediklilerin
büyük paralar vererek Hekim Yakup’a Fatih’i
zehirleyerek öldürttüğü görüşü
tarihçiler tarafından kabul edilmektedir.
Biz zamanında girmişiz bu Avrupa’nın içine, akraba olarak.
Osmanlı’da yabancılarla ilk evliliği Orhan yapar ve Yunan
Theodora’yı eş olarak seçer ve bu gelenek devam eder.
Yıldırım Beyazıt’ın annesi, Bulgar Marya, yani Gülçiçek Hanım...
Çelebi Mehmet’in annesi, Bulgar Olga Hatun...
II. Murat’ın annesi, Veronika...
Fatih'in annesi, Sırp Despina yani Hüma Hatun...
II.Beyazıt’ın annesi, Kornelya...
Sultan Selim’in annesi, Ayşe takma adlı Pontuslu bir Rum...
Kanuni’nin annesi, Polonya Yahudisi Helga, yani Hafıza Sultan...
II. Selim’in annesi, Yahudi asıllı Roksalan, yani Hürrem Sultan...
III. Murat’ın annesi, Yahudi Raşel, yani Nurbanu Sultan...
III. Mehmet’in annesi, Venedikli Bafo, yani Safiye Sultan...
I. Ahmet’in annesi, Yunan Helen, yani Handan Sultan...
Genç Osman’ın annesi, Sırp Evdoksiya, yani Mahfiruz Sultan...
IV. Murat’ın annesi, Sırp asıllı Anastasya, yani Mahpeyker Sultan...
V. Mehmet’in annesi, Rus Nadya, yani Turhan Sultan...
II. Süleyman’ın annesi, Sırp Katrin, yani Dilasup Hatun...
II. Ahmet’in annesi, Polanya Yahudisi Eva, yani Hatice Sultan...
II. Mustafa’nın annesi Rum Evemia yani, Emetullah Sultan...
III. Ahmet’in annesi de Rum Evemia’dır...
I. Mahmut’un annesi Alexandra, yani Saliha Sultan...
II.Osman’ın annesi Sırp Mari, yani Şehsüvar Sultan...
III. Mustafa’nın annesi, Janet, yani Mihrişah Sultan...
I. Abdülhamit’in annesi, Fransız Ida, yani Sermi Sultan...
III. Selim’in annesi, Cenevizli Agnes,yani Mihrişah Sultan...
IV. Mustafa’nın annesi, Bulgar Sonya, yani Sineperer Sultan...
II. Mahmut’un annesi, Fransız Riverì, yani Nakşıdil Sultan...
I. Abdülmecid’in annesi, Rus Yahudisi Suzi, yani Bezmi Alem Valide Sultan...
Abdülaziz’in annesi, Roman Besie, yani Pertevniyal Sultan...
V. Murat’ın annesi, Fransız Vilma, yani Şevkefza Sultan...
II. Abdülhamit’in annesi, Ermeni Virjin, yani Tirimüjgan Sultan...
Mehmet Reşat’ın annesi, Arnavut Sofi, yani Gülcemal Sultan...
Mehmet Vahdettin’in annesi, Çerkez Henriet, yani Gülistan Sultan...
Kaynak: Milli Kütüphane (Osmanlı Padişahları)
Bu yukarıda verdiğim liste, daha sonra yazacaklarımla anlam kazanacaktır.
Özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın baş kadını, Slav
bir Papazın kızı olan Yahudi Hürrem Sultan, diğer adıyla Roksalan,
bu devirde Yahudiler yararına Saray’da çok etkilerde
bulunmuştur. Oğlu II. Selim’i de bu tutum etkilemiş ve o da bu
yapıyı devam ettirmiştir.
Osmanlı’nın Türklerle evlenmeme konusundaki bu gelenekleri;
Türklerin kardeş öldürmeme inançlarından
kaynaklandığı açıklanmaktadır. Yine de tahta çıkmak
için kardeş ya da baba öldürmeleri görülen
Osmanlıda bu işlem, keman kirişiyle ya da zehirleyerek tatbik
edilmekteydi, yani kanın yere akmaması.
Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 3 )
Osmanlının kuruluşundan batışına kadar, kendine özgün bir
düzenini göremiyoruz. Önemli saydığımız kurum ve
kurallar ya da düzen başkalarından alıntı, yani
taklitçilik, kopyacılık oluyor. Bu gelenek bugüne kadar da
uzuyor. Üretkenliğin değil kopyacılığın, taklitçiliğin
içimize yerleşmesi her zaman için bizleri olumsuz
yönde etkiliyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de bu
böyle gidiyor, Sol’un şablonculuğu, Sağ’ın
Batı’dan aldıklarıyla ayakta durmaya çalışması gibi.
Osman-oğullarında taht yolu; kardeş oğul, baba katliyle
mümkün olduğunu, bunun Bizans’tan oylamaların cinayet
yoluyla sağlanmasının bir başka kopyası olduğu
düşünülebilir. Bu gelenek en başta Osmanlı birkaç
çadırlı aşiretken I.Osman’ın amcası Dündar’ı
öldürerek aşiretin başına geçmesiyle başlıyor.
Constantinopole, Konstantiniye fethedilinceye dek Osmanlı tarihi fazla
açıklık netlikten yoksun görünüyor. Kurum ve
kuruluşların olduğunu; fakat belirgin kuralların bulunmayışı tanımayı
zorlaştırıyor.
Korkunç bir Ortaçağın daha önceki bitmişliğine son
bir darbe vuran II. Mehmet, Constantinopole’u alarak, Fatih
Sultan Mehmet olurken, Bizans’ın bu Başkentine Yunanca
“Şehir nerede?” anlamına gelen İstanbul adını veriyordu.
Bazı tarihçilere göre İslâmbol İstanbul oluyordu.
Osmanlıda tahta kimin geçeceğinin bir kuralı bile yoktu. Sağ
kalan Tahtın sahibi oluyor, Tahtını korumak içinse kendisinden
sonra varis olması mümkün olanlar
öldürülüyor. Böylece Osman-oğlunda tahta
çıkmak bir ölüm-kalım meselesi oluyordu.
Osman-oğullarında doğal ölümler, doğal sayılmıyor.
Kurallar ancak 17.yy ortalarından sonra belirlenmeye ve işlemeye
başlıyor. Bunda etken olarak Yahudileri ve Ermenileri görmek zor
olmuyor. Bu kurallar ise genellikle ticaret ve sanat alanlarında
işlerlik görüyor.
Osmanlı Sülâlesinde Baba Katli - Kardeş Katli - Oğul Katli
Osman: I Dündar 1298 Amcası
Murad I: İbrahim 1360 Kardeşi/ Melik-i Nasır 1365 Yeğeni, Süleyman’ın oğlu/ Savcı 1385 Oğlu, isyan gerekçesiyle
Bayazid I: Yakup 1389 Kardeşi
Musa: İsa 1404-5 Kardeşi (Mehmet I de öldürmüş olabilir)/ Süleyman 1411 Kardeşi
Mehmet I: Musa 1413 Kardeşi
Murad II(*):
Mustafa 1422 Amcası, isyan gerekçesiyle/ Mustafa 1423
Kardeşi, isyan gerekçesiyle/ Alaeddin Ali 1443 Oğlu/ İki Şehzade
1443 Torunları, Alaeddin’in oğulları/(*) Murad II ayrıca üç kardeşinin, Ahmet, Mahmut,
Yusuf’un gözlerine mil çektirdi, kör oldular ve
üçü birden 1429 yılında vebadan öldüler.
Mehmet II: Ahmet 1451 Kardeşi/ Orhan 1451 Kardeşi
Bayezid II:
Oğuz 1482 Yeğeni, Cem’in oğlu/ Eyüb 1484/ Mahmud 1507
Oğlu isyan gerekçesiyle/ Mehmed 1507/ Şehinşah 1511
Selim I:
Bayezid II 1512 Babası/ Osmanşah 1512 Yeğeni, Alemşah’ın oğlu/
Emir 1512 Yeğeni, Mahmud’un oğlu/ Musa 1512 / Orhan 1512/ Korkud
1513 Kardeşi/ Ahmed 1513 Kardeşi/ Osman 1513 Yeğeni, Ahmed’in
oğlu/ Abdullah 1514 Oğlu, isyan gerekçesiyle
Süleyman I:
Murad 1522 Yeğeni, Cem’in oğlu/ Cem 1522 Yeğeni, Cem’in
torunu/ Mustafa 1553 Oğlu, isyan gerekçesiyle/ Mehmed 1553
Torunu Mustafa’nın torunu/ Osman 1560 Yorunu, Bayezid’in
oğlu/ Bayezid 1561 Oğlu, isyan gerekçesiyle/ Abdullah 1561
Torunu, Bayezid’in oğlu/ Mahmud 1561/ Mehmed 1561/ Orhan 1561
Murad III: Abdullah 1574 Kardeşi/ Cihangir 1574 / Mustafa 1574/ Osman 1574/ Süleyman 1574
Mehmet III (*):
Abdullah 1595 Kardeşi/ Abdurrahman 1595/ Alaattin 1595/ Ali 1595 /
Bayezid 1595/ Cihangir 1595 Kardeşi/ Hasan 1595 Kardeşi/ Hüseyin
1595/ İshak 1595/ Korkud 1595/ Mahmud 1595/ Murad 1595/ Mustafa 1595/
Osman 1595/ Ömer 1595/ Selim 1595/ Yakup 1595/ Yusuf 1595/ Selim
1597 Oğlu, isyan gerekçesiyle/ Mahmud 1603 Oğlu, isyan
gerekçesiyle/ (*) III. Mehmed’in, babasından hamile kaldığı gerekçesiyle
onbeş cariyeyi de öldürttüğü söyleniyor.
Osman II: Mehmed 1621 Kardeşi
Mustafa I: adı bulunamadıl/ 1622 Yeğeni, Ahmed I’in oğlu/ 1622 Yeğeni, Ahmed I’in oğlu
Murad IV: Bayezid 1635 Kardeşi/ Süleyman 1635 Kardeş/ Kasım 1638 Kardeşi
Mehmed IV: İbrahim 1648 Babası
Osman III: Mehmed 1756 Amcaoğlu, Ahmed III
Mustafa IV: Selim III 1808 Amcaoğlu
Mahmud II: Mustafa IV 1808 Kardeşi
Kaynak; Prof. Dr Yalçın Küçük 21 yaşında bir çocuk Fatih. S.61
1492’ye kadar var olan Gayrimüslimlere, bu yıldan itibaren akın akın katılan Yahudilerle Osmanlı dolup taşıyor.
Osmanlıdaki yoğun saray entrikaları, taht için baba, oğul,
kardeş katliamları süre giderken fırsattan istifade,
özellikle Yahudiler Osmanlı topraklarında Orduda ve Saray’da
ayrı bir egemenlik kurmaları doğal karşılanmalı. Daha önceleri
kovuldukları Avrupa’da da aynı nedenler onların deneyimleri ve
birikimleri oluyor.
Padişahların annelerinin de gayrimüslim olmaları, özellikle
Yahudi olmaları Müslümanlığı kabul etseler bile, öz
ırkından dininden olanlara göz yummaları ayrıcalık tanınması
için çaba sarf etmeleri de doğal olmuyor mu?
Düzensizlik, kuralsızlık kimlerin işine yarıyor?
Devşirme Yeniçeriler ya da “Pençik oğlanları”
eninde sonunda gerçek kimliklerini öğrenmiyorlar mı?
Bu bağlamda devlet içinde devlet ikiye çıkmış oluyor;
Yahudiler ve XIX. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar
Yeniçeriler.
1493 yılında en son olarak Sicilya’dan da kovulan Yahudiler,
taşınır mallarıyla daha önce gelenlere nazaran varlıklı olanlardı.
İçlerinde; Don Samuel Benveniste, Yehuda Valensi, Don İsak Anton
gibi ünlü zenginler de vardı. Bunun yanı sıra; meslekli,
diğer dillerden bir ya da birkaçını bilen, ticarette ve sanatta,
Devlet ve Saray işlerinde yetişkin olmaları da Osmanlıda zamanla,
devlet içinde devlet olmalarına yeterli oluyordu.
Osmalıda Türklerin durumu.
Bir örnek;
Valide Sultan (Yahudi dönmesi) II. Osman’ın yerine oğlu
I.Mustafa’yı tahta geçirirken; Ocak ağalarından
Kethüda bey (Yeniçerideki en yüksek makamdaki subay)
ve zağarcıbaşı ( Şimdiki anlamıyla MİT başı. Yeniçeri), onlardan
rütbece aşağı olan yedi sekiz ağa ve dışarıda Yeniçeriler
bulunuyordu. Valide Sultan bu olayı zapta geçirmek için
etrafındakilere “yazı bilen kimse olup olmadığını?”
soruyor, bir kişi çıkıyor, devşirmedir.
Örnekler;
“Türk köylüsü kadar mutsuz bir
köylü yoktur. Kendisi Hıristiyan benzerlerinden daha
çok eziyet çekmektedir. Konsolosların, sefirlerin ve
yabancı devletlerin himayesinden mahrum olduğu için Hıristiyan
köylüsünün elindeki kozlara sahip değildir.”
(Kaynak: La Turquie Contemroraine gazetesi 11 Mayıs1891)
Osmanlılar, “ulusun soy ve köküyle olan tüm
bağlantılarını, öz benlik bilincini, töre ve
ülküsünü, bir kozmopolit pota’da eritip yok
etme çabasına girişmekten çekinmediler. Devlet kısa
zamanda Türk devleti olmaktan çıkarıldı.”
Bu nedenle, Türkçüler, özellikle Cumhuriyet
döneminde Osmanlılardan “Türk ırkını yok etmek
isteyenler” olarak söz etmişlerdir.
(Kaynak: Ali Kemal Meram, Türkçülük ve Türkçülük mücadeleleri tarihi.)
Osmanlı Mebussan Meclisi Reisi, Halil Menteşe anılarında,
Türklerin yurt içindeki muhtelif unsurları birleştirmek
zorunda oldukları için, Millet Meclisinde “Biz
Trüküz” diyemediklerini anlatıyor.
(Kaynak Hlil Menteşe Anıları 1986)
Osmanlı tarihinde Türk olmak aşağılanmakla eş anlamlıydı. Kaba,
cahil anlayışsız, akılsız anlamında sıkça bir hakaret anlamında
kullanılırdı. Osmanlı tarihçi Naima Mustafa Efendinin, kendi
adıyla anılan Tarihinde Türkler hakkında söylediği bazı
sözler şöyle; “idraksiz Türkler”,
“Çirkin suratlı Türk”, “hilekâr
Türk”, “Çoban köpeği şeklinde bir
Türk-ü süt ürk idi”.
(Kaynak. Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler Tarihi 1984)
20. yüzyılın başlarında dahi Osmanlı okullarında Türk
tarihine ilişkin hiçbir şey okutulmamaktadır. Temel kitapların
üçte ikisi Fransa tarihine, geri kalanı da öteki
Avrupa devletlerinin tarihine ayrılmıştı; Türkiye’den
Türklerden hemen hemen hiç söz edilmiyordu.
Medreselerin kapıları Türkçe'ye kapalıydı, var olan tarih,
Peygamberin hayatı ile başlayan bir Osmanlı-İslâm tarihidir.
(Kaynak: Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yusuf Akçura)
Bunlara benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunu burada bırakarak;
Osmanlılardaki Türk düşmanlığının nedenlerine bakmakta yarar var.
* Devşirmeler: Osmanlı devlet adamının kimliği oluyor. Hıristiyan
çocuklarının sekiz yaşından itibaren ailelerinden koparılarak,
Müslüman ve Osmanlı eğitimi almaları sonradan da Osmanlı
devlet kademelerinde göreve gelenler, Türklere iyi gözle
bakmamış ve daima aşağılamışlardır. Devşirmelerin Osmanlı Ordusunun da
odak başları olmaları, Türkleri mutsuz köylüler
yapmıştır. Hatta İmparatorluğun gerilemesini yönetim
mekanizmalarına “Türklerin sızması” ile
açıklayan Osmanlı yöneticileri vardır.
* Timur Yenilgisi: Anadolu Türk beyleri 1402 yılındaki savaşta,
Osmanlıya “ihanet” ederek Timur’un yanına
geçmişler ve böylece Osmanlının yenilgisine yol
açmışlardır. “Osmanlı devşirme devlet erkânı, Timur
önünde yenilginin hanedana verdiği kompleksi ve bu yenilgiden
doğan acıları sömürerek... Anadolu Türküne karşı
güvensizlik duygusu... Ve hınç aşılamaya
çalışmışlardır.”
(Kaynak: Muzaffer Özdağ, “Osmanlı Tarih ve Edebiyatında
Türk Düşmanlığı”, Tarih ve Toplum dergisi, sayı 65
Mayıs 1989)
* Arap-İslâm bilimi: Osmanlı toplumundaki Türk
düşmanlığının ve aşağılanmasının önemli nedenlerinden birisi
de Arap-İslâm bilimiydi. Osmanlı Medreselerinde, Türkleri
aşağılayan ve onları hayvanlarla eş değer gören Arap-İslâm
eserleri eğitim sisteminin temelini oluşturuyordu. Arap-İslâm
âleminde Türkler, özellikle Kur’an yorumlarında
insanlık düşmanı canavarlar sürüsü, insanlığa
felâket getirici bir ırk şeklinde tasvir edilmiştir. İslâmi
temel eserlerde Türkleri aşağılayan ifadelere rastlamak
mümkündür.
(Kaynak: İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler. 1987)
Bu nedenle Osmanlılar kendilerine Türk denmesinden hiçbir biçimde hoşlanmazlardı.
“Vambéry İstanbul’da bulunduğu bir sırada, Türk
okumuşları arasında, onların Orta Asya Türkleri ile ırksal ve
kültürel akrabalıkları konusundaki ilgilerini araştırınca, bu
okumuşlar, bu göçebe halkla ilişkileri olduğu iddia
edildiği için, kendilerine hakaret edilmiş hissetmişlerdir.
Onların gözünde Türk, sadece aşağı halk tabakası
için kullanılan bir tanımdı.”
(Kaynak; Aktaran, Gotthard Jäschke )
Şimdiye kadar yazdığım üç bölümde; Yahudilerin
gelişiyle beraber, daha baştan devşirmelere teslim edilen Osmanlı
devletinin her kademesinde, Türklerin olmadığını ya da çok
az ve görünmeyen yerlerde bulunduğunu anlıyoruz.
Burada; Osmanlının düşmanları önce Osman-oğulları oluyor dememde bir sakınca görmüyorum.
Başlangıçta birkaç çadırlık aşiret olan ve
Türk kökenli olduğu söylenen Osman oğulları; Amcası
Dündar’ı öldürerek başa geçen
Orhan’la bir gelenek başlatıyordu.
Bir başka gelenek ise; başka ırklardan ve dinlerden kadınlarla
evlenerek soyunu tamamen değiştirmiş olduğunu görüyorum.
Müslüman olmanın ve Müslümanlığı
gayrimüslimlere kabul ettirmenin, ırkını koruma anlamına ne kadar
gelir? Osman-oğulları için bunun o kadar önem taşımadığını
anlıyorum. Yukarda Osman-oğullarının evlilik çizelgesini okuduk,
ardı ardına sıralanan annelere baktığımızda, Türk isimli
padişahlar, doğal olarak Türkleri sevmiyor aralarına sokmuyor.
Bundan sonraki bölümde, Yahudiler dönerek ve diğer
Gayrimüslimleri de inceleyerek, Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan
düşmanlığının Türklere yüklenen Ermeni meselesinde ne
gibi etkenlikler yaptığını anlatmak isteyeceğim.
Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 4 )
Yahudiler 5 yıllık plân yaparak kendilerini aldatmıyor.
Plânları asırlar sonrasına oluyor, sabır ve inatla o günlere hazırlık yapıyorlar.
Dünyada tek dost olarak kalan Türklerle iyi geçiniyor saldırmıyor, onları dışlamıyorlar.
Küreselleşmenin onlara Tanrının bir vaadi olduğuna inanıyorlar.
Siyonistler, siyonizmin Arz-ı Mev-ûd’ün plâncısı ve pratiğe geçireni oluyor.
Bu arada, önlerine çıkan engelleri acımadan yok etmeye çalışıyorlar.
Ermeniler bunlardan biri mi oluyor?
Yüzyıllar sonra Araplar yok etmek zorunda kaldıkları bir ırk mı
oluyor? Eskiden kalan bir hesapları vardı, bunun faturasını mı
çıkarıyorlar ve ödetiyorlar?
Bunların cevabını aramakta yarar var diye düşünüyorum.
Türkler günlük yaşıyor “bu dünyayı
geçici” gördüklerinden, kısa vadeli, arada 5
yıllık plânlarla “vur patlasın çal oynasın”
deyimini, gelecek kuşaklara miras bırakıyorlar. “Her koyun kendi
bacağından asılır” diyerek, bireysel çıkarları,
bencilliklerini, toplumsaldan üstün tutuyor ve doğal olarak
kendi de, toplum da birilerinin yönetimine muhtaç kalıyor.
Varlıklı Yahudiler İsrael’den daha rahat ve emin bukdukları
ABD’ye ve Türkiye’ye yerleşirken, siyonizmin valileri
ve yoksul Yahudiler İsrael’de yaşıyor.
İç düşman, dış düşmandan daha tehlikeli oluyor ve
kendi sonunu getirmede belirleyen de iç düşmandır demekte
yarar olduğunu düşünüyorum.
Devşirmelerin içinde Yahudiler yok. Hıristiyanlar başlıca kaynak
oluyor. Türkler ise köylülüğüne devam ediyor.
Osmanlı ordusunun bir diğer bölümü Araplarda da bu
böyle; Araplar burada çoğunlukta oluyor. Sipahilerde,
Yeniçerilerde de aynı yöntem uygulanıyor. Yani Osmanlının
tüm kurumlarında hâkimiyet Hıristiyan devşirmelerinden ve
daha sonraları Yahudilerden oluşuyor. Osmanlı ordusunun başına en
sonunda eğitmek için ve yönetmek için Polonya, Alman
Yahudileri arada Fransızlardan da getirilenleri görüyoruz.
Kurtuluş savaşı öncesi titreyen bazı Türkler,
Türkçülüğe sarıldıkları zaman onları eğiten ve
yönetenlerin de Alman ırkçılarından olduğu
açıklanıyor.
Osmanlı kendi içinde ve dışında savaşırken, yıkılan
Ortaçağ Avrupamsının bilim, ilim ve siyasetteki devrimlerini
göremiyor. Görse de alay ediyor, aşağılıyor, küfrediyor,
bir adım ileri iki adım geri atarak çağın gerisinde kalıyor.
Bir başka göremediği ise;
Yahudilerin devlet içinde devlet olmaları.
Yahudiler; kendi içlerinde dil, gelenek, mezhep, inanış,
görenek çeşitlilikleri ve hatta geldikleri bölgelere
göre kültür farklılıklarına dayalı çatışmalar,
çelişkiler içinde olsalar bile neticede dışarıya karşı
bir bütün olmayı başarmışlardır.
Özellikle, Almanca konuşulan bölgelerden kovulan Eşkenaz
Yahudileri öncülüğünde, Hıristiyanlarla
ilişkilerini kesmeyi dini bir kural, iş olarak görmüşlerdir.
Bunun yanı sıra; günden güne zayıflamakta olan Osmanlı
Devletine karşı, yabancı devletler kendilerine yakın buldukları
mezhepleri himaye etmeye ve desteklemeye başlamışlar bu da Yahudileri
kendilerini daha çok korumaya ve güçlendirmeye
yöneltmiştir.
Fransızlar Katolikleri, Ruslar Ortodoksları, Amerikalılar ve İngilizler
Protestanların haklarını savunarak Osmanlının iç işlerine
karışmışlar ve içerden yıpratmaya sonunu çabuklaştırmaya
çalışmışlardır.
Amerikalı Protestan Misyonerler; Ermeniler üzerinde etken olmak
istemişler, bunda başarılı da olmuşlardır. 1846 yılında İngiltere
elçiliğinin bastırması sonunda Abraham Ütücüyan
başkanlığında kurulan Protestan cemaati, 1859’da Padişah Fermanı
ile millet olarak tanınmışlardır.
Katolik Misyonerlerinin 1641’de başlattıkları ve sabırla
yürüttükleri Katolik propagandalarını yürüten
Lâtin rahip Pére Clement Galama ve Misyonerleri
1668’de Anadolu’ya geçerek; Trabzon, Bayburt, Kars,
Gümüşhane, Hasankale gibi yerlerde faaliyetlerini
yürütmüşler ve başarılı olarak 1702’de Katolikleri
çoğaltmışlardır. Bunların arasına Ermenilerden başka
Türklerden de katılanlar olmuştur.
1830’da Fransız Elçisinin çalışması ile II.Mahmud
Katolik Ermenilerini cemaat olarak kabul ederken, Andan Nurican Katolik
Murahhası (Delege) 1831’de ise Hagapos Çukurcuyan Katolik
Ermenilerinin Patriği olarak kabul ediliyor.
Misyonerler Ermenileri Katolik, Protestan olarak bölerken onları daha rahat yönlendirmenin yollarını buluyordu.
“1838’de İngiltere’yle imzalanan Ticaret
Anlaşması’nda Bâb-ı Âli Osmanlı İmparatorluğu
sınırları içindeki bütün ticari kısıtlamaların
kaldırılmasını kabul edince bölge İngiltere için bir
açık Pazar haline geldi ve Doğu Sorunu’nun önemi daha
da arttı. Türklerin (Osmanlının N.K.) anlaşmadan beklediği, ordusu
ve donanması tekellere ve kısıtlamalara ihtiyaç duyan Mısır
Valisi Mehmet Ali Paşa’nın zayıflatılmasıydı. İngilizler
açısından ise durum açıktı; Orta Doğu pazarları İngiliz
endüstrisinin gelişmesi için vazgeçilmez
önemdeydi. Puryear’ın belirttiği gibi Manchester
imalâtçıları kara ve esmer adamlara ve İslâm
dünyası için yaptıkları gömlekler sayesinde
geçinmek zorundaydılar.”
(Kaynak: Jale Parla, Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, S 69)
Bu Ticaret Anlaşması’ndan sonra; Yahudi düşmanı
Hıristiyanlar Ermenilerle Osmanlıdaki işlerini yürütmeleri ve
onları Yahudilerin karşısına sürmeleri doğal oluyor. Bu durum ise,
en azından Yahudilerin bir bölüm ticaret alanlarını
Ermenilere kaptırması olarak düşünülecek olursa, ilk
Yahudi-Ermeni soğuk çatışmaları burada başlıyor denilebilir.
Fransız ve İngilizlerin ikili, hatta üçlü oynaması
Yahudilerin üzerine Ermenileri sürerek Osmanlıyı
zayıflatma-bitirme anlamında düşünülebilir. Bir taşla
üç kuş vurma gibi.
1853’te Fransızlar ve İngilizler destekleyeceklerine net
işaretler vererek Osmanlıyı Ruslarla savaşa soktu ve yalnız bıraktı.
Osmanlı tüm donanmasını ve dört bin askerini Sinop
önlerinde kaybetti.
John Mason “Türkiye’de Üç Yıl” adlı
kitabında şu gerçekçi gözlemlerde bulunuyor:
“Türk (Osmanlı N.K.) tarihinin son on yılı (1850–1860)
heyecanlı olaylar ve değişikliklerle doludur. Kırım savaşı, aydın,
insancıl ve uyanık kişilerin bir araya gelmesi, bunu izleyen siyasal
çalkantılar İslâm toplumunun birçok gizli kalmış
yanını açığa çıkardı, İslâm devletinin
mutlakçı temellerini sarstı ve Hilal’i artık
Padişah’ın nişanı olmaktan çıkardı. İslâm tarihinde
benzeri olmayan bir biçimde Hıristiyanlık ilkeleri ve
İncil’in öngördüğü kurallar Türk ve
Hıristiyan halk için tutarlı bir geçerlilik
kazandı.”
(Jale Parla; aynı kitap S 76.)
Aynı yıllarda İstanbul’da bulunan Aubrey de Vére’nin gözlemleri ise şöyle:
“II.Mahmud kendisi için tek güvenli dayanağı kullanıp
İmparatorluğunu Doğu’nun kudretiyle canlandırmaktansa ona
Batı’nın hayatiyetini aşılamaya çalıştı; daha da akıl
almaz bir yanlışlıkla, bu hayatiyeti Batı’nın dışsal
özelliklerini taklit etmekle İstanbul’a getireceğini
zannetti. Bu tür taklitçilik, bütün
taklitçiler gibi, başarısızlığa uğramaya mahkûmdur.”
(Jale Parla; aynı kitap S 76.)
Osmanlı savaşlarla genişlerken, savaşlarla küçüleceğini düşünemiyor.
Osmanlı büyürken pek fazla zorlanmıyor, savaşmayan
Yeniçerilerle, devşirmelerle balta girmemiş ormanlarda, balta
kullanmıyor ya da nadiren kullanıyor. Küçülürken
kayıpları büyük oluyor.
Batı’nın Ortaçağ karanlığı bitmişliğine bitiyor,
bitmişliği daha sonra onu büyütüyor, temeli var. Temeli;
ilim, bilim ve devrimler, karanlığı bilmek aydınlığı getiriyor.
Emperyal devletler hızlı koşuyor ve yoruluyor ve bitiyor. Dengeleri
yok, dengeleri tek yanlı düşünceden kaynaklanıyor, diğer yan
dengeleri bozulunca yıkılıyor. Bitmeye ve yıkılmaya mahkûmlar,
yerine toplumların aptalca duaları yetmiyor, kabul edilmiyor.
Kadınların kendilerini çirkinleştirmesi için saatlerce
ayna karşısında kaldığı gibi, Osmanlı tam tersine aynada
çirkinliğine bakarak güzel olduğunu zannediyor. Ayna her
birinin karşısında yalancı oluyor, doğruları saklıyor. Ayna onlar
için bir kurtarıcı oluyor, sadece görmek istediklerini
görüyorlar.
Babası Fatih Mehmet’i tahta çıkacak bir Şehzade
olmadığını, eğitimsiz ve cahil olduğunu görüyor, daha sonra
hocasını ayyaş olduğu için kafasını kestirtiyor.
Bayezid babası Fatih Mehmet’i dinsizlikle suçluyor, yağlıboya tablolarını pazarda sattırıyor.
Bayezid zehirlenerek öldürülen babasının gölgesine dahi tahammül edemiyor.
Padişahların ayyaş olduğu, kadın ve oğlan düşkünü olduğu dilden dile dolaşıyor.
İstanbul’un gerçek yerlilerine, sahiplerine tahammül
edilemiyor; Türkleştiremedikleri, asimile edemedikleri Rumları
vatanlarından 6-7 Eylül 1955’te atıyorlar. 120 bin Rum
Yunanistan’a göçmen oluyor, orada saygınlık
kazanamıyorlar “Türk tohumu” denilerek hakarete
uğruyorlar.
Bu, Türkiye’yi Türkleştirmek isteyen Türk Faşistlerinin başarısı oluyor.
Osmanlıya ve yedi düvel’e karşı; Devşirmesiz,
Yeniçerisiz, Sipahisiz, Avdetisiz, Osmanlının ezdiği yoksul
bıraktığı Anadolu halklarıyla Kurtuluş savaşı veren Mustafa Kemal
Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu genç Cumhuriyet de
2.Savaş’ta durdu ve yürüyemedi.
Cumhuriyetin ilke ve devrimleri kısa bir süre sonra sadece heykellerle, bayramlarla anılmaya başlatıldı.
Düyun-u Umumiye’ye gırtlağına kadar borçlanan
Osmanlının bıraktığı gelenek, miras 1951’den itibaren başarıyla
uygulatıldı.
Osmanlı iç düşmanlar, iç savaşlarla küçültülmüştü, sonunu getirmişti.
Bu küçültülmüş Anadolu’yu dışa karşı
savaşlarla devralan Lâik Türkiye Cumhuriyeti bugün
tekrar, Osmanlının baktığı aynaya bakıyor, orada Batı’yı
görüyor, taklit etmeye çalışıyor, olmuyor.
Küçülmeye ve küçültülmeye gidiş
var, Batı aynanın içinde şirin görünmeye
çalışıyor, birilerine.
Batı Ortaçağ karanlığından çıktığı gibi, 2. Savaş felâketinden de çıkıyor ve koşuyor.
Lâik Türkiye Cumhuriyeti durduğu yerde saydırılırken; şimdi
bir adım ileri iki adım geri yürütülüyor, vites
değişmeli, değiştirilmeli...
Osmanlıda Yahudi partisi “Avdeti” devletini kuruyor ve bugüne Küreselleşerek geliyor...
-Devamı Nisan Sayımızda-
|