ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Ermeni Meselesi/ Dosya 1-4

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan Düşmanlığı+Ermeni Meselesi (1. Bölüm)

Sevgiye zincir vurulamaz, sevgi sınırlandırılamaz, sevgi yasaklanamaz. Sevgiden bahsetmek insanın en güzel dilidir.

Yahudi, Rum, Ermeni, Kürt insanlarıyla bir arada yaşamaktan onur duyduğumu ve mutlu olduğumu yazarak başlamak istiyorum. Barış ve Özgürlüklerin insan sevgisiyle beslendiğini düşünüyorum. Dünyanın tüm güzelliklerini insanlarla paylaşmak beni hiç rahatsız etmiyor.

Bizim toplumumuz içinde Türk’ü yakan Türkler gördüm.
Türk’ü, Müslüman'ı birbirine düşüren ve katleden Müslümanlar ve Türkler gördüm.
Onlardan nefret etmiyorum; fakat uzak durmaya, arada mesafeler bırakmaya özen gösteriyorum.
Aynı soydan, aynı dinden ve dilden olmamıza karşın, onlarla bir arada olmaya tahammül edemiyorum, katlanıyorum.

Kendimi bildim bileli bir “Ermeni meselesi” gündemden düşmedi. Özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik konusu pişirildikçe, bu olay da kaynatılıyor.
Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki böylesi bir mesele, var mı, yok mu? Varsa ne kadar var? Yoksa ne kadar yok? Hâlâ netliğe kavuşturulmayan, bu 90 yıl önceki olaylar karşısında Lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin genç kuşakları, ikircimleşip duruyor.

Şunu çok iyi biliyor ve savunuyorum; Türk gelenek ve göreneklerinde savaşlar dışında vurmak öldürmek olmadığı gibi, içimize yerleşen, komşumuz olan, alışveriş yaptığımız, selâmlaştığımız, aynı sofralara oturup beraber yemek yediğimiz, demlendiğimiz insanları kovmadık, yerlerinden etmedik, bu mümkün değildir. Bu bizim için geçersizdir; fakat diğer uluslarda böyle bir gelenek vardır. Şunu hatırlatmakta yarar olduğuna inanıyorum; Mustafa Kemal Atatürk’ün ayakları altına atılan Yunan Bayrağını çiğnememesi bir başka gösterge değil midir?

Bir “tehcir” vardır, 6-7 Eylül 1955’te Rum vatandaşlarımıza yapılan saldırılar vardır; Fakat bunları yapan çapulcuların arkalarında, perde arkasında kimler bulunuyor? İpler kimin, kimlerin elinde idi? Asıl önemli olan araştırma, bu sorular olmalı diye düşünüyorum.

Tüm bir toplumu, bir Ulus’u karalama, suçlama, yargılama gibi işin kolayına kaçmak; bilim, tarih, insanlık adına bir yanlışlıktır, ayıptır...

Şimdi; bu birkaç bölüm sürecek olan beni ve toplumumu çok rahatsız eden konuyu yıllardır biriktirdiğim notlarıma göre işlemeye çalışacağım. Amacım bizi, biz Türkleri temize çıkarmak değil, doğruları kendimce bularak esas araştırmacı bilim ve tarih adamlarına bir nebze olsun ışık tutmaktır, haddim olmayarak.

Çalışma metodumun sonunda ve notlarıma dayanarak beş bölümde topladığım çalışmalarımı şöyle sıralayabilirim;

1. Yahudi’lerin Osmanlı İmparatorluğu’na göç’ü öncesi gelişen, Hıristiyanların Yahudi - Yahudilerdeki Hıristiyan düşmanlığı.
2. Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğundaki durumu ve Yahudi’lerin Hıristiyan+Ermeni düşmanlığı.
3. Osmanlı İmparatorluğunda gayrimüslimlerin durumu.
4. Osmanlı imparatorluğunda Ordunun incelenmesi.
5. Sonuç; Ermeni meselesini yukarıdaki 4 bölüme göre değerlendirmek.

Yahudilerin Avrupa’dan kovulmaları.

Yahudilerin kutsal kitabı Tanah’a göre; Yahudiler, Tanrının seçilmiş kavmi oluyor. Tanrı, seçilmiş kavmi olan Yahudilere “Arz’ı Mev’ûd” vâdetmiştir;

Vâdedilmiş topraklar anlamına gelen bu terim, Yahudiler için özel anlam taşıyor. Tanah’ta, Arz-ı Mev’ûd, kademeli olarak arttırılarak Yahudilere vadedilmiştir. Birinci kademede Kudüs ve çevresi, ikinci kademede Nil’den Fırat’a kadar olan topraklar, üçüncü kademede ise tüm dünya.

Tanah’ta, Yahudilerin ataları Abram’la başlar. Abram, Kalde’nin Ur şehrinden çıkıp, aşireti ile birlikte HARRAN’a gelir. Tanrı, Abram’a Harran’dan Ken’an ülkesine gitmesini söyler ve ona ve onun zürriyetine, o ülkeyi vereceğini söyler. Abram Ken’an ülkesinde kıtlık çıkınca Mısır’a göç eder.

Arz-ı Mev’ûd şu andaki tabiri ile bir küreselleşme midir? Siyonizmin küreselleşmesi.
Ken’an ülkesi neresidir için kesin bilgiler yok, neresidir? İlk göç Harran idi. Bugün o bölgede İsrael’li Siyonistlere geniş arazi, toprak satışları yapılmıştır, Ken’an ili oralara kadar uzanmıştır denilebilir mi?

Tanah’a göre Mısır’da 430 yıl yaşayan Yahudiler, İspanya ve Portekiz’e geliş tarihleri tam olarak bilinmemektedir. Musa tarafından Mısır’daki kölelikten kurtarılan Yahudiler, Sina dağının eteklerinde 40 yıl yaşadıktan sonra, Ken’an (Filistin bölgesi ya da İsrael’in eski adı) ülkesini tekrar alırlar ve yerleşik bir kavim haline gelirler. Roma İmparatoru, Vespansianus’un oğlu Titus’un Kudüs’ü almasından sonra, büyük Yahudi katliamı yapılmış, sağ kalanlar ise Avrupa’ya sürülmüşlerdir.
Yahudilerin İspanya’ya ne zaman geldikleri kesin olarak bilinmemekle beraber, Titus köleleri olduğu sanılmaktadır.

MS. 468’de Vizigot’lar hâkimiyetine giren İspanya, bir süre sonra Katolik mezhebini kabul ediyor. Yıllar önce İspanya’ya yerleşen Yahudiler, ülke halklarının içinde sayılarının fazlalığı ve inanılmaz zenginlikleri, daha sonra kendilerine karşı çıkarılan yasalara karşı isyana hazırlanırlarken, Kral Egica’nın isteği üzerine 694 yılında 17. Toledo Konsilinde alınan kararla köle ilân edilirler. Ellerindeki tüm varlıkları daha önce alınmış, ticaretten ve gemicilikten men edilmişlerdi.

Burada ilk kez Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığının başladığını kesin olarak vurgulayabilirim.

MS. 711’de Müslümanların İspanya’yı hâkimiyeti altına almasından sonra, Yahudiler tüm zenginliklerine tekrar kavuşurken, Devlet içinde de çok önemli yerlere gelirler, ticarete ve gemiciliğe hâkim olurlar.
Müslümanların birbirine düşmeleri sonucu Hıristiyanların eline geçen İspanya’da 1179 ve 1215 yılları arasında Konsillerin başlattığı Yahudi aleyhtarlığı Avrupa’da hızla yayılıyor ve Hıristiyan fanatizmine dönüşüyor.
1391’de ise Yahudi katliamları Ülkenin her tarafına yayılıyor. Bu arada kitleler halinde Hıristiyanlığa geçen Yahudiler aynı zamanda gizli olarak Yahudiliğin icaplarını da yerine getiriyorlar.
II. Murat zamanında, 1394’te Fransa’dan kovulan Yahudiler Osmanlı İmparatorluğuna ilk göçü gerçekleştiriyorlardı. Yahudi tarihçilerinin bir aktarmasına göre II. Beyazıt “Kral Ferdinand’ın kendi ülkesini fakirleştirirken, bizimkini zenginleştiriyor” demesi, sadece maddi açıdan değil, daha çok Yahudilerin sanat, ticaret, dil ve diğer konularda yetişkin olmalarından da kaynaklandığını düşünüyorum.
1473’te ise dönmelere karşı İspanya’da Hıristiyanlar Yahudileri üç gün boyunca katlediyor ve tüm varlıklarını da yağmalıyorlar. Ardından, sağ kalanlar İtalya ve Osmanlıya doğru göçe başlıyorlar.

1478 yılında kurulan Engizisyon Mahkemeleri kararınca 1481–1490 yılları arasında 2 Bin (Yahudi tarihçiler göre 13 bin) Yahudi’yi yakıyor, on beş binini ise ağır cezalara çarptırıyordu.

31 Mart 1492 yılında Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabel bir ferman yayınlayarak, Temmuz sonuna kadar tüm Yahudilerin ülkeyi terk etmesini bildiriyor. Fakat yanlarında altın, gümüş, para, silâh ve at götürmeleri yasaklanıyor.
Başta İspanya ve Portekiz olmak üzere, Yahudilerin Avrupa’dan atılmalarının başlıca sebepleri; Hıristiyanlığı Yahudileştirme çalışmaları ve haksız zenginlikleri oluyordu.
İtalya’dan da başlayan göçlerde farklılık ise, Yahudiler taşınır tüm varlıklarını yanlarında götürme hakkına sahip oluyorlardı. Yani İtalya’dan gelenler zengin tabir edebileceğimiz seçkinlerdir diyebilirim.

Sonuç; bugüne dek varan düşmanlıklar doruk noktaya ulaşıyordu.

Daha sonraları, Ukrayna ve 2. paylaşım savaşındaki milyonlarca Yahudi soykırımı, Yahudileri bu düşmanlığa daha da çok itiyor ve tedbir almaya onları zorluyor.
Bu tedbirlerin başında (daha sonra geniş olarak değineceğim) Kudüs ve Filistin’den toprak satın almaya başlıyorlar.
430 yıl yaşadıkları Mısır’dan kaçan, Kudüs’ten, Fransa’dan, İspanya ve tüm Avrupa’dan kovulan Yahudiler sonunda Osmanlı İmparatorluğuna sığınıyorlar.
Büyük göç Osmanlı İmparatorluğuna yöneliyor.

Aradan (694 yılında Yahudilerin köle ilanı dikkate alınırsa) 1311 yıl kadar bir süreden sonra; yeni Papa Benedikt XVI diğer adıyla eski bir Nazi olduğu iddia edilen Ratzinger 04.07.2005 tarihinde verdiği bir demeçte, Sinagog ziyareti yaparak aradaki düşmanlıkları kaldırmayı ve Vatikan’la uyum sağlatmayı amaçladığını açıklıyor.

Neden Osmanlı İmparatorluğu?

Burada etken olan daha önce, yani Fransa’dan kovulup Selanik’e yerleşen Yahudilerle aralarındaki mektuplaşmaların etkisi olduğu saptanıyor.
“Türkler ne sürgün ne de zulüm hissettirmiyorlar. (13.08.1550 Selanikli Provence’den.)
“Osmanlı İmparatorluğu, hiç bir şeyin eksik olmadığı bir ülke. Herkes kendi incir ağacının ve asmasının gölgesinde emniyet içinde yaşayabilir.” (Selanikli Provence’den)
Osmanlı yönetiminin diğer ırk ve dinlere karşı ve Türklerin hoşgörü sahibi oluşu Yahudileri etkiliyor.
Osmanlı’ya akın “denize düşen yılana sarılır” gibi tesadüfen bir akın değil, bilhassa seçilerek ve istenerek yapılmıştır.


Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 2 )

Yüzlerce yıl Avrupa'da büyük katliamlara uğrayan, köle durumuna getirilen Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğunda Barış ve özgürlükle tanışırlar: bunu değerlendirmekte de geç kalmazlar.

Güçlü olduğu süre içinde Osmanlı Devletinde Yahudilerin ve diğer gayrimüslimlerin, barış içinde yaşamalarının uygulanan “Millet Sistemi”’inden kaynaklandığı görülüyor.

Nedir “Millet Sistemi”?
Osmanlıda “Millet” bugünkü anlamda “Ulus” anlamında kullanılmamıştır.

Bir din ya da mezhepte bulunan topluluklar “Millet” olarak tanımlanıyor. Çeşitli din ve mezheplerden olan insanların örgütlenmeleri, kendi topluluğunun başkanını seçmeleri ve devlete karşı o kişilerin muhatap olmaları sağlanmıştır.

Osmanlı’nın Abdülhamit istibdadına kadar işleyen bu Devlet şekline bir nevi “Lâisizm” denmesi doğru olur kanısındayım. Bu sistem sayesinde “Millet” olarak tanımlanan diğer ırk ve dine mensup olanlar, asırlar boyu Osmanlı tebaası (Uyruğu-Vatandaşı) olarak barış içinde yaşamışlardır.

“Millet” sistemiyle diğer ırk ve dinlerden olanlara tanınan haklar; onları din, hukuk, gelenek ve eğitim kurumlarını hiç bir kısıtlama olmadan tatbik etmelerine, Devlet içinde Devlet deyimini kullanmak yerinde olur.

Osmanlı saraylarındaki ve ordudaki yerleri ise “Millet” sisteminden yararlanıp, yararlanmadıklarının tartışmasını açık bırakırken, Müslüman ya da Türk toplumundan farklı yeteneklere, yetilere; bu arada dil, sanat, meslek, tıp gibi alanlarda yetişmiş olmalarına bağlanabilir.

Yahudiler, Osmanlı topraklarına yerleştiklerinde; diğer gayrimüslim olan Rum ve Ermeniler İmparatorluk içinde ve Anadolu’daki varlıkları yüzlerce yıl öncesine dayanmaktaydı. Hattâ Osmanlıdan önce onların var olduklarını da biliyoruz.
Osmanlı’da Yahudilerin yerleştikleri bölgeler; Selanik, İstanbul, İzmir, Edirne, Bursa, Şam, Safed (Kuzey Filistin'de bir şehir) gibi, önemli şehirler oluyor. Amasya, Ankara ve Tokat’ta da hatırı sayılır Yahudi nüfusu görülür.

1492’de İspanya’dan gelen kırk bin Yahudi önce Selanik, Edirne, İstanbul’a yerleşirler. 1526’dan itibaren 18.yüzyıla kadar Avrupa’dan Yahudi akınları devam eder. Özellikle 1648–1658 yıllarında Ukrayna’daki katliama uğrayanlar da Selanik’i tercih etmişlerdir.
Selanik, 16. yüzyılda Yahudilerin kültür ve ilim merkezi oluyor. Birçok okul akademi kuruluyor ve oralarda dinin yanı sıra Arapça, Tıp, Astronomi, Latince ve Tabiat ilimleri okutuluyor.
1494’te İstanbul'daki Yahudilerin kurduğu matbaa, 1510’da Selanik Yahudilerine de kuruluyor.
19. yüzyılın ortalarında ise meşhur “Allianse İsraélite’nin” açılması Yahudilerin eğitimde daha da yetkinleşmesine neden oluyor.
Burada; Selanik’i Avrupa'daki Yahudilerin başkenti olarak görmemde bir sakınca olmadığını düşünüyorum. Kültür, eğitim ve ticarette de Selanik Yahudilerin Avrupa'daki bir merkezi oluyor.
1453’te İstanbul’un fethinde orada az da olsa Yahudilerin varlığından söz edilebiliyor. Fetihten sonra 15. ve 16. yüzyıllarda İstanbul’a göç eden Yahudiler burada 17 semtte yoğunlaşmaya başladılar.

Yahudilerin Devlet içindeki etkinlikleri.

15. yüzyılın ortalarından başlayarak, her alanda Yahudi etkinliklerini görüyoruz. Ticaret, el sanatları, tıp alanlarında Saray’a kadar uzanıyorlar. Kanuni döneminde ise bu konuda daha da önemli yerlere geliyorlar.
I. Murat, Yıldırım Beyazit, II. Mahmut 1362–1451 yıllarındaki Osmanlının genişleme dönemlerinde, uyruğa alınan Yahudilerin etkinliklerinden en önemlisi; Yahudi Doktor İshak Paşanın Sultan II. Mahmut tarafından Saray’a alınması ve “Hekimbaşı” payesi verilmesidir.
İstanbul’un fethinde Bizans'taki Yahudilere tarafsız kalmalarını öneren Levi adındaki Yahudi ise o sıralarda II. Mahmut döneminde Divan-ı Hümayun’un tercümanlığını yapmaktaydı.
Sultan II. Murat “Gureba” adlı gayrimüslimlerden oluşan bir askeri bölük kurması ve içinde Yahudilerin çoğunlukta olması bir başka önemli bir gelişme oluyor.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra Rumlara oranla nüfus azlığını kapatması için sadece Müslümanlara değil, diğer ırk ve dinlerden olanlara da çağrı yaparak İstanbul’a yerleşmelerini istedi. Burada yerleşecek olan Yahudilere ise evler, araziler, bağ, bahçe vaad etmiştir. Safed şehrinden, Mora’dan gelen Yahudiler genellikle Hasköy’e yerleştiriliyorlar.
Fatih; Hahambaşı Moşe Kapsali’ye büyük önem vererek “Divan”da bulundurmuş ve Yahudilerin temsilcisi saymış. Fatih’in Yahudilere göstermiş olduğu bu büyük sempati sonrası, birçok Yahudi ailesini vergiden muaf tutarken, Yahudilere ait davaları muhakeme etmeyi de Hahambaşına bırakmıştır.
Osmanlı düzeninde rahatını bulan Yahudiler, bu ortamda büyük âlimler de yetiştiriyor;
Mordekay Komtimo, teologi, matematik, astronomi dalında devrin ünlüleri arasında yer alır.

Maestro Locopo, (Hekim Yakup) eski başkent Edirne'de II.Mahmut zamanında doktorluk yaparken, Fatih döneminde “Hekimbaşı” olmuştur. Hekim Yakup bu süre içinde, Fatih’in maliye işlerine de bakarken Vezirlik makamına yükseltilmiştir.
Maestro Locopo Müslümanlığı kabul ettiği; ancak samimi olmadığı bilinmektedir. Yani evde Yahudi, sokakta Müslüman görüntüsü vermektedir. Daha sonra Venediklilerin büyük paralar vererek Hekim Yakup’a Fatih’i zehirleyerek öldürttüğü görüşü tarihçiler tarafından kabul edilmektedir.

Biz zamanında girmişiz bu Avrupa’nın içine, akraba olarak.
Osmanlı’da yabancılarla ilk evliliği Orhan yapar ve Yunan Theodora’yı eş olarak seçer ve bu gelenek devam eder.
Yıldırım Beyazıt’ın annesi, Bulgar Marya, yani Gülçiçek Hanım...
Çelebi Mehmet’in annesi, Bulgar Olga Hatun...
II. Murat’ın annesi, Veronika...
Fatih'in annesi, Sırp Despina yani Hüma Hatun...
II.Beyazıt’ın annesi, Kornelya...
Sultan Selim’in annesi, Ayşe takma adlı Pontuslu bir Rum...
Kanuni’nin annesi, Polonya Yahudisi Helga, yani Hafıza Sultan...
II. Selim’in annesi, Yahudi asıllı Roksalan, yani Hürrem Sultan...
III. Murat’ın annesi, Yahudi Raşel, yani Nurbanu Sultan...
III. Mehmet’in annesi, Venedikli Bafo, yani Safiye Sultan...
I. Ahmet’in annesi, Yunan Helen, yani Handan Sultan...
Genç Osman’ın annesi, Sırp Evdoksiya, yani Mahfiruz Sultan...
IV. Murat’ın annesi, Sırp asıllı Anastasya, yani Mahpeyker Sultan...
V. Mehmet’in annesi, Rus Nadya, yani Turhan Sultan...
II. Süleyman’ın annesi, Sırp Katrin, yani Dilasup Hatun...
II. Ahmet’in annesi, Polanya Yahudisi Eva, yani Hatice Sultan...
II. Mustafa’nın annesi Rum Evemia yani, Emetullah Sultan...
III. Ahmet’in annesi de Rum Evemia’dır...
I. Mahmut’un annesi Alexandra, yani Saliha Sultan...
II.Osman’ın annesi Sırp Mari, yani Şehsüvar Sultan...
III. Mustafa’nın annesi, Janet, yani Mihrişah Sultan...
I. Abdülhamit’in annesi, Fransız Ida, yani Sermi Sultan...
III. Selim’in annesi, Cenevizli Agnes,yani Mihrişah Sultan...
IV. Mustafa’nın annesi, Bulgar Sonya, yani Sineperer Sultan...
II. Mahmut’un annesi, Fransız Riverì, yani Nakşıdil Sultan...
I. Abdülmecid’in annesi, Rus Yahudisi Suzi, yani Bezmi Alem Valide Sultan...
Abdülaziz’in annesi, Roman Besie, yani Pertevniyal Sultan...
V. Murat’ın annesi, Fransız Vilma, yani Şevkefza Sultan...
II. Abdülhamit’in annesi, Ermeni Virjin, yani Tirimüjgan Sultan...
Mehmet Reşat’ın annesi, Arnavut Sofi, yani Gülcemal Sultan...
Mehmet Vahdettin’in annesi, Çerkez Henriet, yani Gülistan Sultan...
Kaynak: Milli Kütüphane (Osmanlı Padişahları)
Bu yukarıda verdiğim liste, daha sonra yazacaklarımla anlam kazanacaktır.

Özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın baş kadını, Slav bir Papazın kızı olan Yahudi Hürrem Sultan, diğer adıyla Roksalan, bu devirde Yahudiler yararına Saray’da çok etkilerde bulunmuştur. Oğlu II. Selim’i de bu tutum etkilemiş ve o da bu yapıyı devam ettirmiştir.

Osmanlı’nın Türklerle evlenmeme konusundaki bu gelenekleri; Türklerin kardeş öldürmeme inançlarından kaynaklandığı açıklanmaktadır. Yine de tahta çıkmak için kardeş ya da baba öldürmeleri görülen Osmanlıda bu işlem, keman kirişiyle ya da zehirleyerek tatbik edilmekteydi, yani kanın yere akmaması.

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 3 )

Osmanlının kuruluşundan batışına kadar, kendine özgün bir düzenini göremiyoruz. Önemli saydığımız kurum ve kurallar ya da düzen başkalarından alıntı, yani taklitçilik, kopyacılık oluyor. Bu gelenek bugüne kadar da uzuyor. Üretkenliğin değil kopyacılığın, taklitçiliğin içimize yerleşmesi her zaman için bizleri olumsuz yönde etkiliyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de bu böyle gidiyor, Sol’un şablonculuğu, Sağ’ın Batı’dan aldıklarıyla ayakta durmaya çalışması gibi.

Osman-oğullarında taht yolu; kardeş oğul, baba katliyle mümkün olduğunu, bunun Bizans’tan oylamaların cinayet yoluyla sağlanmasının bir başka kopyası olduğu düşünülebilir. Bu gelenek en başta Osmanlı birkaç çadırlı aşiretken I.Osman’ın amcası Dündar’ı öldürerek aşiretin başına geçmesiyle başlıyor.

Constantinopole, Konstantiniye fethedilinceye dek Osmanlı tarihi fazla açıklık netlikten yoksun görünüyor. Kurum ve kuruluşların olduğunu; fakat belirgin kuralların bulunmayışı tanımayı zorlaştırıyor.

Korkunç bir Ortaçağın daha önceki bitmişliğine son bir darbe vuran II. Mehmet, Constantinopole’u alarak, Fatih Sultan Mehmet olurken, Bizans’ın bu Başkentine Yunanca “Şehir nerede?” anlamına gelen İstanbul adını veriyordu. Bazı tarihçilere göre İslâmbol İstanbul oluyordu.

Osmanlıda tahta kimin geçeceğinin bir kuralı bile yoktu. Sağ kalan Tahtın sahibi oluyor, Tahtını korumak içinse kendisinden sonra varis olması mümkün olanlar öldürülüyor. Böylece Osman-oğlunda tahta çıkmak bir ölüm-kalım meselesi oluyordu. Osman-oğullarında doğal ölümler, doğal sayılmıyor.

Kurallar ancak 17.yy ortalarından sonra belirlenmeye ve işlemeye başlıyor. Bunda etken olarak Yahudileri ve Ermenileri görmek zor olmuyor. Bu kurallar ise genellikle ticaret ve sanat alanlarında işlerlik görüyor.

Osmanlı Sülâlesinde Baba Katli - Kardeş Katli - Oğul Katli

Osman: I Dündar 1298 Amcası

Murad I: İbrahim 1360 Kardeşi/ Melik-i Nasır 1365 Yeğeni, Süleyman’ın oğlu/ Savcı 1385 Oğlu, isyan gerekçesiyle

Bayazid I: Yakup 1389 Kardeşi

Musa: İsa 1404-5 Kardeşi (Mehmet I de öldürmüş olabilir)/ Süleyman 1411 Kardeşi

Mehmet I: Musa 1413 Kardeşi

Murad II(*): Mustafa 1422 Amcası, isyan gerekçesiyle/ Mustafa 1423 Kardeşi, isyan gerekçesiyle/ Alaeddin Ali 1443 Oğlu/ İki Şehzade 1443 Torunları, Alaeddin’in oğulları/(*) Murad II ayrıca üç kardeşinin, Ahmet, Mahmut, Yusuf’un gözlerine mil çektirdi, kör oldular ve üçü birden 1429 yılında vebadan öldüler.

Mehmet II: Ahmet 1451 Kardeşi/ Orhan 1451 Kardeşi 

Bayezid II: Oğuz 1482 Yeğeni, Cem’in oğlu/ Eyüb 1484/ Mahmud 1507 Oğlu isyan gerekçesiyle/ Mehmed 1507/ Şehinşah 1511

Selim I: Bayezid II 1512 Babası/ Osmanşah 1512 Yeğeni, Alemşah’ın oğlu/ Emir 1512 Yeğeni, Mahmud’un oğlu/ Musa 1512 / Orhan 1512/ Korkud 1513 Kardeşi/ Ahmed 1513 Kardeşi/ Osman 1513 Yeğeni, Ahmed’in oğlu/ Abdullah 1514 Oğlu, isyan gerekçesiyle

Süleyman I: Murad 1522 Yeğeni, Cem’in oğlu/ Cem 1522 Yeğeni, Cem’in torunu/ Mustafa 1553 Oğlu, isyan gerekçesiyle/ Mehmed 1553 Torunu Mustafa’nın torunu/ Osman 1560 Yorunu, Bayezid’in oğlu/ Bayezid 1561 Oğlu, isyan gerekçesiyle/ Abdullah 1561 Torunu, Bayezid’in oğlu/ Mahmud 1561/ Mehmed 1561/ Orhan 1561

Murad III: Abdullah 1574 Kardeşi/ Cihangir 1574 / Mustafa 1574/ Osman 1574/ Süleyman 1574 

Mehmet III (*): Abdullah 1595 Kardeşi/ Abdurrahman 1595/ Alaattin 1595/ Ali 1595 / Bayezid 1595/ Cihangir 1595 Kardeşi/ Hasan 1595 Kardeşi/ Hüseyin 1595/ İshak 1595/ Korkud 1595/ Mahmud 1595/ Murad 1595/ Mustafa 1595/ Osman 1595/ Ömer 1595/ Selim 1595/ Yakup 1595/ Yusuf 1595/ Selim 1597 Oğlu, isyan gerekçesiyle/ Mahmud 1603 Oğlu, isyan gerekçesiyle/ (*) III. Mehmed’in, babasından hamile kaldığı gerekçesiyle onbeş cariyeyi de öldürttüğü söyleniyor.

Osman II: Mehmed 1621 Kardeşi

Mustafa I:  adı bulunamadıl/ 1622 Yeğeni, Ahmed I’in oğlu/ 1622 Yeğeni, Ahmed I’in oğlu

Murad IV: Bayezid 1635 Kardeşi/ Süleyman 1635 Kardeş/ Kasım 1638 Kardeşi

Mehmed IV: İbrahim 1648 Babası

Osman III: Mehmed 1756 Amcaoğlu, Ahmed III

Mustafa IV: Selim III 1808 Amcaoğlu

Mahmud II: Mustafa IV 1808 Kardeşi

Kaynak; Prof. Dr Yalçın Küçük 21 yaşında bir çocuk Fatih. S.61

1492’ye kadar var olan Gayrimüslimlere, bu yıldan itibaren akın akın katılan Yahudilerle Osmanlı dolup taşıyor.
Osmanlıdaki yoğun saray entrikaları, taht için baba, oğul, kardeş katliamları süre giderken fırsattan istifade, özellikle Yahudiler Osmanlı topraklarında Orduda ve Saray’da ayrı bir egemenlik kurmaları doğal karşılanmalı. Daha önceleri kovuldukları Avrupa’da da aynı nedenler onların deneyimleri ve birikimleri oluyor.
Padişahların annelerinin de gayrimüslim olmaları, özellikle Yahudi olmaları Müslümanlığı kabul etseler bile, öz ırkından dininden olanlara göz yummaları ayrıcalık tanınması için çaba sarf etmeleri de doğal olmuyor mu?

Düzensizlik, kuralsızlık kimlerin işine yarıyor?

Devşirme Yeniçeriler ya da “Pençik oğlanları” eninde sonunda gerçek kimliklerini öğrenmiyorlar mı?

Bu bağlamda devlet içinde devlet ikiye çıkmış oluyor; Yahudiler ve XIX. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar Yeniçeriler.

1493 yılında en son olarak Sicilya’dan da kovulan Yahudiler, taşınır mallarıyla daha önce gelenlere nazaran varlıklı olanlardı. İçlerinde; Don Samuel Benveniste, Yehuda Valensi, Don İsak Anton gibi ünlü zenginler de vardı. Bunun yanı sıra; meslekli, diğer dillerden bir ya da birkaçını bilen, ticarette ve sanatta, Devlet ve Saray işlerinde yetişkin olmaları da Osmanlıda zamanla, devlet içinde devlet olmalarına yeterli oluyordu.

Osmalıda Türklerin durumu.

Bir örnek;

Valide Sultan (Yahudi dönmesi) II. Osman’ın yerine oğlu I.Mustafa’yı tahta geçirirken; Ocak ağalarından Kethüda bey (Yeniçerideki en yüksek makamdaki subay) ve zağarcıbaşı ( Şimdiki anlamıyla MİT başı. Yeniçeri), onlardan rütbece aşağı olan yedi sekiz ağa ve dışarıda Yeniçeriler bulunuyordu. Valide Sultan bu olayı zapta geçirmek için etrafındakilere “yazı bilen kimse olup olmadığını?” soruyor, bir kişi çıkıyor, devşirmedir.

Örnekler;

“Türk köylüsü kadar mutsuz bir köylü yoktur. Kendisi Hıristiyan benzerlerinden daha çok eziyet çekmektedir. Konsolosların, sefirlerin ve yabancı devletlerin himayesinden mahrum olduğu için Hıristiyan köylüsünün elindeki kozlara sahip değildir.” (Kaynak: La Turquie Contemroraine gazetesi 11 Mayıs1891)

Osmanlılar, “ulusun soy ve köküyle olan tüm bağlantılarını, öz benlik bilincini, töre ve ülküsünü, bir kozmopolit pota’da eritip yok etme çabasına girişmekten çekinmediler. Devlet kısa zamanda Türk devleti olmaktan çıkarıldı.”
Bu nedenle, Türkçüler, özellikle Cumhuriyet döneminde Osmanlılardan “Türk ırkını yok etmek isteyenler” olarak söz etmişlerdir.
(Kaynak: Ali Kemal Meram, Türkçülük ve Türkçülük mücadeleleri tarihi.)

Osmanlı Mebussan Meclisi Reisi, Halil Menteşe anılarında, Türklerin yurt içindeki muhtelif unsurları birleştirmek zorunda oldukları için, Millet Meclisinde “Biz Trüküz” diyemediklerini anlatıyor.
(Kaynak Hlil Menteşe Anıları 1986)

Osmanlı tarihinde Türk olmak aşağılanmakla eş anlamlıydı. Kaba, cahil anlayışsız, akılsız anlamında sıkça bir hakaret anlamında kullanılırdı. Osmanlı tarihçi Naima Mustafa Efendinin, kendi adıyla anılan Tarihinde Türkler hakkında söylediği bazı sözler şöyle; “idraksiz Türkler”, “Çirkin suratlı Türk”, “hilekâr Türk”, “Çoban köpeği şeklinde bir Türk-ü süt ürk idi”.
(Kaynak. Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler Tarihi 1984)

20. yüzyılın başlarında dahi Osmanlı okullarında Türk tarihine ilişkin hiçbir şey okutulmamaktadır. Temel kitapların üçte ikisi Fransa tarihine, geri kalanı da öteki Avrupa devletlerinin tarihine ayrılmıştı; Türkiye’den Türklerden hemen hemen hiç söz edilmiyordu. Medreselerin kapıları Türkçe'ye kapalıydı, var olan tarih, Peygamberin hayatı ile başlayan bir Osmanlı-İslâm tarihidir.
(Kaynak: Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yusuf Akçura)

Bunlara benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunu burada bırakarak;

Osmanlılardaki Türk düşmanlığının nedenlerine bakmakta yarar var.

* Devşirmeler: Osmanlı devlet adamının kimliği oluyor. Hıristiyan çocuklarının sekiz yaşından itibaren ailelerinden koparılarak, Müslüman ve Osmanlı eğitimi almaları sonradan da Osmanlı devlet kademelerinde göreve gelenler, Türklere iyi gözle bakmamış ve daima aşağılamışlardır. Devşirmelerin Osmanlı Ordusunun da odak başları olmaları, Türkleri mutsuz köylüler yapmıştır. Hatta İmparatorluğun gerilemesini yönetim mekanizmalarına “Türklerin sızması” ile açıklayan Osmanlı yöneticileri vardır.

* Timur Yenilgisi: Anadolu Türk beyleri 1402 yılındaki savaşta, Osmanlıya “ihanet” ederek Timur’un yanına geçmişler ve böylece Osmanlının yenilgisine yol açmışlardır. “Osmanlı devşirme devlet erkânı, Timur önünde yenilginin hanedana verdiği kompleksi ve bu yenilgiden doğan acıları sömürerek... Anadolu Türküne karşı güvensizlik duygusu... Ve hınç aşılamaya çalışmışlardır.”
(Kaynak: Muzaffer Özdağ, “Osmanlı Tarih ve Edebiyatında Türk Düşmanlığı”, Tarih ve Toplum dergisi, sayı 65 Mayıs 1989)

* Arap-İslâm bilimi: Osmanlı toplumundaki Türk düşmanlığının ve aşağılanmasının önemli nedenlerinden birisi de Arap-İslâm bilimiydi. Osmanlı Medreselerinde, Türkleri aşağılayan ve onları hayvanlarla eş değer gören Arap-İslâm eserleri eğitim sisteminin temelini oluşturuyordu. Arap-İslâm âleminde Türkler, özellikle Kur’an yorumlarında insanlık düşmanı canavarlar sürüsü, insanlığa felâket getirici bir ırk şeklinde tasvir edilmiştir. İslâmi temel eserlerde Türkleri aşağılayan ifadelere rastlamak mümkündür.
(Kaynak: İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler. 1987)

Bu nedenle Osmanlılar kendilerine Türk denmesinden hiçbir biçimde hoşlanmazlardı.
“Vambéry İstanbul’da bulunduğu bir sırada, Türk okumuşları arasında, onların Orta Asya Türkleri ile ırksal ve kültürel akrabalıkları konusundaki ilgilerini araştırınca, bu okumuşlar, bu göçebe halkla ilişkileri olduğu iddia edildiği için, kendilerine hakaret edilmiş hissetmişlerdir. Onların gözünde Türk, sadece aşağı halk tabakası için kullanılan bir tanımdı.”
(Kaynak; Aktaran, Gotthard Jäschke )

Şimdiye kadar yazdığım üç bölümde; Yahudilerin gelişiyle beraber, daha baştan devşirmelere teslim edilen Osmanlı devletinin her kademesinde, Türklerin olmadığını ya da çok az ve görünmeyen yerlerde bulunduğunu anlıyoruz.

Burada; Osmanlının düşmanları önce Osman-oğulları oluyor dememde bir sakınca görmüyorum.

Başlangıçta birkaç çadırlık aşiret olan ve Türk kökenli olduğu söylenen Osman oğulları; Amcası Dündar’ı öldürerek başa geçen Orhan’la bir gelenek başlatıyordu.

Bir başka gelenek ise; başka ırklardan ve dinlerden kadınlarla evlenerek soyunu tamamen değiştirmiş olduğunu görüyorum. Müslüman olmanın ve Müslümanlığı gayrimüslimlere kabul ettirmenin, ırkını koruma anlamına ne kadar gelir? Osman-oğulları için bunun o kadar önem taşımadığını anlıyorum. Yukarda Osman-oğullarının evlilik çizelgesini okuduk, ardı ardına sıralanan annelere baktığımızda, Türk isimli padişahlar, doğal olarak Türkleri sevmiyor aralarına sokmuyor.

Bundan sonraki bölümde, Yahudiler dönerek ve diğer Gayrimüslimleri de inceleyerek, Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığının Türklere yüklenen Ermeni meselesinde ne gibi etkenlikler yaptığını anlatmak isteyeceğim.

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 4 )


Yahudiler 5 yıllık plân yaparak kendilerini aldatmıyor.
Plânları asırlar sonrasına oluyor, sabır ve inatla o günlere hazırlık yapıyorlar.
Dünyada tek dost olarak kalan Türklerle iyi geçiniyor saldırmıyor, onları dışlamıyorlar.
Küreselleşmenin onlara Tanrının bir vaadi olduğuna inanıyorlar.
Siyonistler, siyonizmin Arz-ı Mev-ûd’ün plâncısı ve pratiğe geçireni oluyor.
Bu arada, önlerine çıkan engelleri acımadan yok etmeye çalışıyorlar.
Ermeniler bunlardan biri mi oluyor?
Yüzyıllar sonra Araplar yok etmek zorunda kaldıkları bir ırk mı oluyor? Eskiden kalan bir hesapları vardı, bunun faturasını mı çıkarıyorlar ve ödetiyorlar?
Bunların cevabını aramakta yarar var diye düşünüyorum.

Türkler günlük yaşıyor “bu dünyayı geçici” gördüklerinden, kısa vadeli, arada 5 yıllık plânlarla “vur patlasın çal oynasın” deyimini, gelecek kuşaklara miras bırakıyorlar. “Her koyun kendi bacağından asılır” diyerek, bireysel çıkarları, bencilliklerini, toplumsaldan üstün tutuyor ve doğal olarak kendi de, toplum da birilerinin yönetimine muhtaç kalıyor.

Varlıklı Yahudiler İsrael’den daha rahat ve emin bukdukları ABD’ye ve Türkiye’ye yerleşirken, siyonizmin valileri ve yoksul Yahudiler İsrael’de yaşıyor.

İç düşman, dış düşmandan daha tehlikeli oluyor ve kendi sonunu getirmede belirleyen de iç düşmandır demekte yarar olduğunu düşünüyorum.

Devşirmelerin içinde Yahudiler yok. Hıristiyanlar başlıca kaynak oluyor. Türkler ise köylülüğüne devam ediyor. Osmanlı ordusunun bir diğer bölümü Araplarda da bu böyle; Araplar burada çoğunlukta oluyor. Sipahilerde, Yeniçerilerde de aynı yöntem uygulanıyor. Yani Osmanlının tüm kurumlarında hâkimiyet Hıristiyan devşirmelerinden ve daha sonraları Yahudilerden oluşuyor. Osmanlı ordusunun başına en sonunda eğitmek için ve yönetmek için Polonya, Alman Yahudileri arada Fransızlardan da getirilenleri görüyoruz.
Kurtuluş savaşı öncesi titreyen bazı Türkler, Türkçülüğe sarıldıkları zaman onları eğiten ve yönetenlerin de Alman ırkçılarından olduğu açıklanıyor.

Osmanlı kendi içinde ve dışında savaşırken, yıkılan Ortaçağ Avrupamsının bilim, ilim ve siyasetteki devrimlerini göremiyor. Görse de alay ediyor, aşağılıyor, küfrediyor, bir adım ileri iki adım geri atarak çağın gerisinde kalıyor.

Bir başka göremediği ise;

Yahudilerin devlet içinde devlet olmaları.

Yahudiler; kendi içlerinde dil, gelenek, mezhep, inanış, görenek çeşitlilikleri ve hatta geldikleri bölgelere göre kültür farklılıklarına dayalı çatışmalar, çelişkiler içinde olsalar bile neticede dışarıya karşı bir bütün olmayı başarmışlardır.

Özellikle, Almanca konuşulan bölgelerden kovulan Eşkenaz Yahudileri öncülüğünde, Hıristiyanlarla ilişkilerini kesmeyi dini bir kural, iş olarak görmüşlerdir.

Bunun yanı sıra; günden güne zayıflamakta olan Osmanlı Devletine karşı, yabancı devletler kendilerine yakın buldukları mezhepleri himaye etmeye ve desteklemeye başlamışlar bu da Yahudileri kendilerini daha çok korumaya ve güçlendirmeye yöneltmiştir.

Fransızlar Katolikleri, Ruslar Ortodoksları, Amerikalılar ve İngilizler Protestanların haklarını savunarak Osmanlının iç işlerine karışmışlar ve içerden yıpratmaya sonunu çabuklaştırmaya çalışmışlardır.

Amerikalı Protestan Misyonerler; Ermeniler üzerinde etken olmak istemişler, bunda başarılı da olmuşlardır. 1846 yılında İngiltere elçiliğinin bastırması sonunda Abraham Ütücüyan başkanlığında kurulan Protestan cemaati, 1859’da Padişah Fermanı ile millet olarak tanınmışlardır.

Katolik Misyonerlerinin 1641’de başlattıkları ve sabırla yürüttükleri Katolik propagandalarını yürüten Lâtin rahip Pére Clement Galama ve Misyonerleri 1668’de Anadolu’ya geçerek; Trabzon, Bayburt, Kars, Gümüşhane, Hasankale gibi yerlerde faaliyetlerini yürütmüşler ve başarılı olarak 1702’de Katolikleri çoğaltmışlardır. Bunların arasına Ermenilerden başka Türklerden de katılanlar olmuştur.

1830’da Fransız Elçisinin çalışması ile II.Mahmud Katolik Ermenilerini cemaat olarak kabul ederken, Andan Nurican Katolik Murahhası (Delege) 1831’de ise Hagapos Çukurcuyan Katolik Ermenilerinin Patriği olarak kabul ediliyor.

Misyonerler Ermenileri Katolik, Protestan olarak bölerken onları daha rahat yönlendirmenin yollarını buluyordu.

“1838’de İngiltere’yle imzalanan Ticaret Anlaşması’nda Bâb-ı Âli Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki bütün ticari kısıtlamaların kaldırılmasını kabul edince bölge İngiltere için bir açık Pazar haline geldi ve Doğu Sorunu’nun önemi daha da arttı. Türklerin (Osmanlının N.K.) anlaşmadan beklediği, ordusu ve donanması tekellere ve kısıtlamalara ihtiyaç duyan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın zayıflatılmasıydı. İngilizler açısından ise durum açıktı; Orta Doğu pazarları İngiliz endüstrisinin gelişmesi için vazgeçilmez önemdeydi. Puryear’ın belirttiği gibi Manchester imalâtçıları kara ve esmer adamlara ve İslâm dünyası için yaptıkları gömlekler sayesinde geçinmek zorundaydılar.”
(Kaynak: Jale Parla, Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, S 69)

Bu Ticaret Anlaşması’ndan sonra; Yahudi düşmanı Hıristiyanlar Ermenilerle Osmanlıdaki işlerini yürütmeleri ve onları Yahudilerin karşısına sürmeleri doğal oluyor. Bu durum ise, en azından Yahudilerin bir bölüm ticaret alanlarını Ermenilere kaptırması olarak düşünülecek olursa, ilk Yahudi-Ermeni soğuk çatışmaları burada başlıyor denilebilir.

Fransız ve İngilizlerin ikili, hatta üçlü oynaması Yahudilerin üzerine Ermenileri sürerek Osmanlıyı zayıflatma-bitirme anlamında düşünülebilir. Bir taşla üç kuş vurma gibi.

1853’te Fransızlar ve İngilizler destekleyeceklerine net işaretler vererek Osmanlıyı Ruslarla savaşa soktu ve yalnız bıraktı. Osmanlı tüm donanmasını ve dört bin askerini Sinop önlerinde kaybetti.

John Mason “Türkiye’de Üç Yıl” adlı kitabında şu gerçekçi gözlemlerde bulunuyor:

“Türk (Osmanlı N.K.) tarihinin son on yılı (1850–1860) heyecanlı olaylar ve değişikliklerle doludur. Kırım savaşı, aydın, insancıl ve uyanık kişilerin bir araya gelmesi, bunu izleyen siyasal çalkantılar İslâm toplumunun birçok gizli kalmış yanını açığa çıkardı, İslâm devletinin mutlakçı temellerini sarstı ve Hilal’i artık Padişah’ın nişanı olmaktan çıkardı. İslâm tarihinde benzeri olmayan bir biçimde Hıristiyanlık ilkeleri ve İncil’in öngördüğü kurallar Türk ve Hıristiyan halk için tutarlı bir geçerlilik kazandı.”
(Jale Parla; aynı kitap S 76.)

Aynı yıllarda İstanbul’da bulunan Aubrey de Vére’nin gözlemleri ise şöyle:

“II.Mahmud kendisi için tek güvenli dayanağı kullanıp İmparatorluğunu Doğu’nun kudretiyle canlandırmaktansa ona Batı’nın hayatiyetini aşılamaya çalıştı; daha da akıl almaz bir yanlışlıkla, bu hayatiyeti Batı’nın dışsal özelliklerini taklit etmekle İstanbul’a getireceğini zannetti. Bu tür taklitçilik, bütün taklitçiler gibi, başarısızlığa uğramaya mahkûmdur.”
(Jale Parla; aynı kitap S 76.)
Osmanlı savaşlarla genişlerken, savaşlarla küçüleceğini düşünemiyor.

Osmanlı büyürken pek fazla zorlanmıyor, savaşmayan Yeniçerilerle, devşirmelerle balta girmemiş ormanlarda, balta kullanmıyor ya da nadiren kullanıyor. Küçülürken kayıpları büyük oluyor.

Batı’nın Ortaçağ karanlığı bitmişliğine bitiyor, bitmişliği daha sonra onu büyütüyor, temeli var. Temeli; ilim, bilim ve devrimler, karanlığı bilmek aydınlığı getiriyor.

Emperyal devletler hızlı koşuyor ve yoruluyor ve bitiyor. Dengeleri yok, dengeleri tek yanlı düşünceden kaynaklanıyor, diğer yan dengeleri bozulunca yıkılıyor. Bitmeye ve yıkılmaya mahkûmlar, yerine toplumların aptalca duaları yetmiyor, kabul edilmiyor.

Kadınların kendilerini çirkinleştirmesi için saatlerce ayna karşısında kaldığı gibi, Osmanlı tam tersine aynada çirkinliğine bakarak güzel olduğunu zannediyor. Ayna her birinin karşısında yalancı oluyor, doğruları saklıyor. Ayna onlar için bir kurtarıcı oluyor, sadece görmek istediklerini görüyorlar.

Babası Fatih Mehmet’i tahta çıkacak bir Şehzade olmadığını, eğitimsiz ve cahil olduğunu görüyor, daha sonra hocasını ayyaş olduğu için kafasını kestirtiyor.
Bayezid babası Fatih Mehmet’i dinsizlikle suçluyor, yağlıboya tablolarını pazarda sattırıyor.
Bayezid zehirlenerek öldürülen babasının gölgesine dahi tahammül edemiyor.
Padişahların ayyaş olduğu, kadın ve oğlan düşkünü olduğu dilden dile dolaşıyor.

İstanbul’un gerçek yerlilerine, sahiplerine tahammül edilemiyor; Türkleştiremedikleri, asimile edemedikleri Rumları vatanlarından 6-7 Eylül 1955’te atıyorlar. 120 bin Rum Yunanistan’a göçmen oluyor, orada saygınlık kazanamıyorlar “Türk tohumu” denilerek hakarete uğruyorlar.
Bu, Türkiye’yi Türkleştirmek isteyen Türk Faşistlerinin başarısı oluyor.

Osmanlıya ve yedi düvel’e karşı; Devşirmesiz, Yeniçerisiz, Sipahisiz, Avdetisiz, Osmanlının ezdiği yoksul bıraktığı Anadolu halklarıyla Kurtuluş savaşı veren Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu genç Cumhuriyet de 2.Savaş’ta durdu ve yürüyemedi.
Cumhuriyetin ilke ve devrimleri kısa bir süre sonra sadece heykellerle, bayramlarla anılmaya başlatıldı.

Düyun-u Umumiye’ye gırtlağına kadar borçlanan Osmanlının bıraktığı gelenek, miras 1951’den itibaren başarıyla uygulatıldı.

Osmanlı iç düşmanlar, iç savaşlarla küçültülmüştü, sonunu getirmişti.

Bu küçültülmüş Anadolu’yu dışa karşı savaşlarla devralan Lâik Türkiye Cumhuriyeti bugün tekrar, Osmanlının baktığı aynaya bakıyor, orada Batı’yı görüyor, taklit etmeye çalışıyor, olmuyor.

Küçülmeye ve küçültülmeye gidiş var, Batı aynanın içinde şirin görünmeye çalışıyor, birilerine.

Batı Ortaçağ karanlığından çıktığı gibi, 2. Savaş felâketinden de çıkıyor ve koşuyor.

Lâik Türkiye Cumhuriyeti durduğu yerde saydırılırken; şimdi bir adım ileri iki adım geri yürütülüyor, vites değişmeli, değiştirilmeli...

Osmanlıda Yahudi partisi “Avdeti” devletini kuruyor ve bugüne Küreselleşerek geliyor...

-Devamı Nisan Sayımızda-

   
 

Nurettin Kurtuluş


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi