|
Tiyatro – Seyirci İlişkisi
|
 |
Seyirci
olmadan yaşayamamak tiyatro sanatının “olmazsa olmazı” dır. Bu
niteliğine karşın, tiyatro bir sanat dalı olarak eleştirilirken önemli
bir öğe durumunda seyircinin pek önemsendiği söylenemez. Tiyatro gerçeği
oyun yerinden seyir yerine akan karşılıklı akıma, alışverişe bağlıdır ve
bu durum üzerine sanatsal, estetik gerçekliğini kurar.
Seyircinin tiyatroya gitme isteminde “eğlence” arzusu ön plana geçer.
Kendini rahat hissetme, günlük sorunlardan uzaklaşma, kendisi gibi olanı
görüp rahatlama ve yenileme arzusu onu tiyatroya götürür.
Öte yandan diğer bir görüş, “salt eğlence için tiyatro” anlayışına,
sanatın değerini düşürdüğü gerekçesiyle karşı çıkarlar. Onlara göre
tiyatro sanatının; toplumsal ve siyasal tartışmalarda mücadelenin
desteklenmesi için, ayrıca seyircinin yaşantı yoluyla bilinçlenmesini ve
duyarlılığını arttırmasında işlevsel olmasını beklerler.
Diğer taraftan, günümüzde seyircinin sinema ve tiyatroya gitme
motivasyonları, çoğunlukla estetik gerekçelerle değil, popüler reklam
araçlarıyla mümkün olmakta. Bu durumda sanatsal ürünün beğeni ölçütünü;
doğal olarak seyirci sayısı, oyuncuların popülerliği, kapalı gişe
etiketleri oluşturuyor. Finanssal başarı getirmeyen sanatsal ürün
başarısız sayılabiliyor. Diğer yandan oyun geniş seyirci potansiyeline
ulaşsa ve estetik amacını gerçekleştirse bile, geniş bir değerler
sistemine göre başarısız sayılabilir.
Seyirci, kurulu düzenin kültürel parametreleriyle, popüler kültür
imajlarıyla, gerek bilgisel gerekse yaşantısal durumuyla; değerler
sistemi ve beğenileriyle tiyatro sanatını etkiler bu haliyle genel
seyirci potansiyeli tutucu ve gelenekçi bir profil çizer. Değişime
karşıdır ve anlamadığı durumlara karşı koyar.
Geçmişe dönersek: 19 yy. sonunda Ibsen modern dramanın kurucusu olarak
bilinir. Eleştirilerle seyirciler tarafından kınanmıştır ve aynı zamanda
oyunları birçok şehirde yasaklanmıştır. Ibsen'in oyunları, o dönemin
seyircileri tarafından toplum-sal ahlaka aykırı eylemlerin savunucusu
olarak algılanmıştır.
Anlaşılan; seyirci genellikle alışılmış estetik biçimlere karşı
koyarken, 'yeni'nin alışılmış tiyatro gelenekleriyle ve kabul edilebilir
ahlaki ölçülerde sunulmasını isteyebilir.
Öte yandan, 1960'lı yılların genç ve maceraperest kuşakları, 'yeni'yi
coşku ve istekle karşıladılar. İzleyici tepkisi değişip, oyun seçeneğini
etkileyebiliyor. Bu bağlamda tiyatro: izleyici potansiyelini, tarzını,
beğenisini dikkate almak gerekmektedir. Bu koşullarda yeterli seyirci
çekmeyen tiyatroların yaşama şansı yoktur.
Sonuç;
her 'yeni' kendi eksiğiyle beraber üretilir. Böylece yaşam, insan,
sanat, hep yeni baştan üretilerek yenilenir. Bu bağlamda tiyatro sanatı,
insanın iç ve dış gerçeğinin yaratıldığı, sınandığı bir bilgi üretme
eylemiyse, bunu en saf haliyle, sahici ve samimi bir şekilde yapmalı, bu
gerçekliği izleyen, paylaşan, üreten, tepki veren seyir yerindeki
seyirciden de aynı samimiyeti beklemek tiyatro sanatının gerçeği ise;
seyirci beğenisinin sınandığı, üretildiği bir tiyatroda tepkiler; hep
kanıksanmış, alışıldık koşullu refleks biçiminde alkışla mı
gösterilmeli? Yoksa aynı yerde üretilen yaşamın gerçeği, samimiyetin,
sahiciliğin temel ölçütü olan seyircinin içten tepkisel protestosuyla
mı? Bu durum sanatsal ürünün oluşumunda katkıda bulunanların emeğine
saygısızlık olarak adlandırılabilir mi? Tiyatro “AGON” dan (çatışma)
doğuyorsa; insanın kendisiyle, çevresiyle, dış gerçeklikle çatışması,
dramanın konusuysa ve oyun yeri seyir yerine karşı sorumluysa (bunun
terside geçerli) bu sorumluluğun, bu çatışmanın yeni bir gerçeklik
üretmesi bekleniyorsa; seyir yerindeki seyircilerinde etken, dinamik,
eleştirel bir unsur olması gerekmez mi? Bunun olması için sadece kurulu,
resmi, geleneksel tiyatro sisteminin değişmesi mi gerekir? Teknik açıdan
geleneksel seyir yeri konumu, seyircinin sahnede üretilen gerçekliğe
katılımını engelliyor, kısıtlıyorsa farklı oyun ve seyir yeri biçimleri
denenemez mi? Tiyatro “AGON”, sokaklarda, fabrikalarda, “Deli”
evlerinde, genelevlerde, cezaevlerinde, ıslahevlerinde, ıssız ücra
köylerde, özürlüler okulunda, yetimhanelerde, o çevrede kendi gerçeğini
yaşayan insanlarla birlikte yapılamaz mı? Yapılmaz mı? Sadece
beklentilere uygun “Nezaket şakşakçısı” olmasındansa, sahnede üretilen
gerçekliğin gerçek sahibi ve sorumlusu olarak seyircinin doğrudan oyuna,
oyunsal gerçeğe, üretilen yaşama katılması mümkün değil midir?
Seyircinin doğrudan oyuna katıldığı bir tiyatral sistem o kültürel
ortamdaki demokrasi deneyimiyle paralellik gösterir mi?
Bilimsel bilginin içselleşmediği, dogmatik ve sekter düşüncenin at
koşturduğu, kendine “Göçebe” olmuş bir toplum karşısında tiyatral
estetik kendini nerde, nasıl, kimlerle yeniler?!
|
|
|
|
Şafak Karali
|
 |
 |
 |
 |
 |
|
|