Ali Özenç Çağlar'ın "Günah Kuşları" romanından bir kesit.
"Martıların ıslak teleklerini çekip
üzerlerine, yitip gittiler karanlığında gecenin; iki dal kiraz gibi yüreklerinde özgürlüğü taşıyıp."
Koyu
gri bir sıvı mıydı önce, dokunduğunu içine alarak alaşımını genişleten.
Milyonlarla ölçülen sıcaklığın özünde lava dönüşüp, eskiyen zamanla yukarı
vurur gibi. Onda ilk canlıların fosilleri gizliydi biliyorum. Dingin
devinimiyle, yerkürenin merkezinde harlayan soylu bir yürek örneği. İlk
bitkilerin kömürleşen kabukları, bir dinozor tırnağı ya da; toprağın kahverengi
özünde mayalanırken, evren kaç yaşındaydı acaba? Sahi bir demirin, tuncun, bakırın;
sarıyı güneşle paylaşan altının bileşiminde kaç milyar yıl var ve kaç kuş ölüsü
gizlenir dağılan tortularında? Özgürlük mü kafeslerden önce gelir, yoksa, özgürlüklerden önce mi yaratıldı
kafesler? Benim kafesim ne altından, ne tunçtan, ne de bakırdan; renksiz, ucuz
bir metaldi içine konduğumda. Özgürlüğü henüz tanımamıştım ve küçük bir
muhabbet kuşu için "özgürlük" ne anlama gelirdi bilmiyordum. Nasıl yaşanırdı
ele geçirildiğinde, nasıl harcanırdı? Yumurtadan çıktığımdan beri sağ ayağımın
bileğinde taşıdığım künyem gibi, ona da alışır mıydım zamanla, bilemiyorum.
Hiç
beklemediğim anda oldu her şey. Adam uzun bir süre bana baktıktan sonra kalktı,
kararlı bir şekilde kafesin üst sapından parmağını geçirerek, rahatsız etmekten
çekinircesine, sallamadan balkona yürüdü. Dışarıda güz vardı. Yapraklar sarıdan
koyu kahverengiye dönüşüyordu. Güneş pırıl pırıl olmasına karşın, ortalık henüz
ısınmamıştı. Önce, böyle alıp götürülüşüme bir anlam veremedim. Sonra, hava
almam için dışarıya çıkaracak herhâlde diye, geçirdim aklımdan. Arada bir
yapardı çünkü. Beş on dakika güneşlenir, yeniden alırdı içeriye. Cam kapının
önüne dikildiğinde, balkonun yan demirlerinde iki serçe sevişiyorlardı; adamı
görünce ürküp kaçtılar. Bayan Ruth'un karşı balkonunun üzerinden kayarak,
birkaç martı bize doğru uçtu. Önce, duvara yaslanan ceviz ağacının önünde
döndüler, konar gibi yaparak tekrar havalanıp, Ren Nehri'ne doğru uçtular. Her
sabah gelirlerdi böyle. Bayan Ruth alıştırmıştı onları. Kötürüm ayaklarıyla dışarıya
çıkamadığı için, kuru ekmekleri kırıklar; martıları, güvercinleri, kumruları,
serçe ve sığırcıkları toplardı başına; sonra gün boyu oyalanırdı onlarla. Ben
de balkona çıkarıldığımda, üzgün üzgün bana bakar, anlamını bilemediğim bir şeyler
mırıldanırdı karşıdan. Küçük
bir kafes içinde oluşum, dokunuyor olmalıydı ona; ya da istediğinde sokağa
çıkamadığı için, o da kendini benim gibi kafeste hissediyordu. Zavallı, ancak
güzel havalarda torunlarının ve yaşlı savaş artığı kocasının yardımıyla -benim
gibi- dışarı, kapının önüne çıkartılırdı. İnince, tekerlekli iskemlesine yerleşir
ve üstteki Rudolf'la çene çalardı. Sohbetlerin zaman zaman kavgaya dönüştüğü de
olurdu. Yok, karısı Petra, balkonu temizlerken suları onların tepesine
süpürürmüş, yok çiçekleri sularken, inat olsun diye balkon duvarlarına sıçratırmış
falan. Sonra, sağ dairede oturan dul Katrin gelir ve o sarı saçlarını savura
savura, cilveli tavırlarıyla hemen aralarını buluverirdi. Caddeye bakan sol
blokta da Yugoslav Miço kalıyor. Bayan Ruth, onunla da geçinemezdi. İki günde
bir, balkondan balkona, burnunu tutarak, "Pis yabancı domuz, yine sarımsak
yedin değil mi?" diye bağırırdı ama onun bu hâllerine kimsenin aldırdığı
yoktu.
Sahibim perdeyi hafif araladı. Donuk bir
yüzle öylece bakıyordu. Önceleri olduğu gibi, benimle konuşmuyordu üstelik.
"Canım, canım... Maviş, Maviş..." demiyor, kafesi açıp, tüylerimi okşamıyordu.
Bir acayiplik vardı üzerinde fakat anlayamıyordum. Kafesi gözlerinin hizasına
kadar kaldırdı baktı. O zaman ağlamaklı, koyu bir hüzne battığını gördüm.
Gözbebekleri ıslak ve cam gibiydi. "Cık... cık!" diye hafif öttüm.
"Sakin ol!" dedi. "Seni özgür bırakacağım artık. Sen de bu uçsuz
bucaksız doğada kendi yerini bulacaksın; sakin ol!" Birden her yanımı
heyecan bastı. Tüylerim renk değiştiriyordu sanki; kanım çekildi. Az kalsın
üzerine tünediğim çelik çubuktan düşüyordum. İçimi titreten bu heyecanın korku
mu yoksa sevinç mi olduğunu ayrımsayamıyordum. Gerek balkona çıktığımda,
gerekse pencereden dışarısını seyrederken, mavilikte uçan diğer kuşları kıskanmıyor
değildim hani. Fakat gelip geçici bir duyguydu bu. Kuşkusuz güzel havalarda diğer
kuşlarla birlikte kentin üzerinden süzülerek, karşı ormanı turalamak tarifsiz
bir mutluluk olurdu benim için. Ne var ki, şu an hazır değilim buna ve üstelik
önümüz kıştı. Ortalığı bembeyaz kar kapladığında, ne yer ne içer, nereye sığınırım
ben? Böylesi günlerde, bizim balkon demirlerine sıralanan serçeleri az mı
gördüm. Bayan Ruth, Dul Katrin, ya da diğer komşular bir parça ekmek verecekler
diye, o balkondan o balkona uçuyordu zavallılar. Üstelik onların, doğanın sert
koşullarına karşı edinilmiş deneyimleri vardı. Ama ben, doğduğumdan beri suyum
yemim hazır büyüdüm. Heyecanım giderek korkuya dönüşüyordu. Hayır,
özgürlüğümü yaşamaya hazır değildim. Bu, benim açlığım, çaresizliğim, doğadaki
yalnızlığım olurdu, biliyordum. Kar bastığında bir saçak altında donar ya da
bir baykuşa, atmacaya yem olurdum. Hem, bu kanatlarımla nasıl uzun zaman
uçabilir, tehlikeleri savuşturabilirim? Kimse öğretmedi ki bana. En geniş uçuş
alanım oturma odasıydı. Sonra, dışarıda kimin dost, kimin düşman olduğunu nasıl
ayırt edebilir, kime sığınırdım dar zamanda? Her "gel!" diyen, bir
parça koparırsa bedenimden, yolunursam, yolup parçalarlarsa beni... Cam
kapıyı açarak, balkona çıktık. Adam hâlâ kararsız görünüyor ya da bana öyle
geliyordu. Kafesin en alt bölmesine, köşeye sindim, yüreğim delice çarpıyordu. İşte,
kafesi açıp elini uzatıyor. Olanca hırçınlığımla çırpınıp, gagalıyorum
parmaklarını:
-
Gel küçüğüm, gel Mavişim! - Cik... cik... cik! - Korkma, sen de az sonra göğün uçsuz bucaksız
maviliğinde kanat çırpacaksın. -
Cik... cik... cik! -
Gör bak, doğa nasıl kucaklayacak seni. Korkma, hadi küçük kuşum, hadi çık
elimin üzerine. Gri
bir serçe, yakınımızdaki balkon demirine kondu, bana doğru ötüyor. O da bir
anlam veremiyor korkularıma. Belki de sinişimi şımarıklığa veriyordu.
"Cik... cik... cik!.." diyordu, dilini anlayamıyordum. Kocaman eliyle
bir anda kavrıyor sahibim. Çırpınıyorum, gagalıyorum, salmıyor. Yüreğim fırlayacak
gibi çarpıyor. -
Korkma küçüğüm. Yaşamda en güzel şey, özgürlüktür, bunu öğrenmelisin. -
Cik... cik... cik!.. -
Bak, sınırsızlığın sınırındasın şu an. Avucumu
aç tığımda tüm evren sana ait olacak. Dilediğin gibi kanat çırpıp
yükselebilir, dilediğin koylarda konaklar, dilediğin dala konabilirsin. -
Cik... cik... cik!.. -
Hadi mavişim benim, sakinleş biraz; sakinleş
de uç git! -
Durdu. Beni tekrar kafesin içine koydu. Usulca balkondaki minik masaya bıraktı
kafesimi; kapısını kapatmadı. Balkondaki tek plastik sandalyeyi masaya yaklaştırıp
oturdu. Öne doğru eğildi, gözlerini benden ayırmadan anlatmaya başladı:
-
Kral II Ludwig, bütün
saray erkanıyla Alp Dağları'nın eteklerinde ava çıkmıştı. Yaverleri,
yardımcıları ve danışmanlarıyla, ihtişamlı sırma işlemeli av elbiselerinin
üstüne attığı pelerinini savurarak, atıyla en önde gidiyordu. Yetmiş silahlı
avcı ile yaklaşıyorlardı ormana. Arkalarından gelen atlı arabalar, kutu kutu
barutları, saçmaları, boş fişekleri taşırken, ikinci ve üçüncü arabalarda
kafeslerle, yüzlerce keklik, bıldırcın, üveyik, turna ve sülünler, havaya salınmak
üzere getiriliyorlardı. Özgürlüğe uçurulan bu kuşlar, Kral II. Ludwig'le diğer
yetmiş avcının atışlarından kurtuldukları
ölçüde özgürlüklerine kavuşacaklardı. Ön sıranın iki ucunda yer alan avcıların
omuzlarındaki atmacalar da günü renkli kılan başka bir yandı Kral için. Vuramadıklarını
şahinler yakalayacaktı. Av, kesin onların başarısıyla sonuçlanmalıydı bugün ve
salınan hiç bir keklik, turna, sülün kaçıp gitmemeliydi. Salınan her canlı
için, birkaç saniyelik ya da dakikalık özgürlük yeter de artardı bile. Kazanma
konusunda ağır bir sınavdı bu. Kuşların verecekleri savaştan yaralı olarak
kurtulmaları da olası değildi kuşkusuz. Çünkü, avcılarla birlikte yüz elliye
yakın cins tazılar bulunuyordu. Önce
yarım bir daire oluşturdular. Kral, omuzla rındaki sırma işlemeli haki
pelerinini sıyırarak, yanında gelen yaverine uzattı. Silahını kontrol ederek
sürdü fişekleri. Yüzlerce kuş, kafeslerin içinde yürekleri çarparak sonuca hazırlanıyorlardı.
Pırıl pırıl bir güneş ve ormanın üzerinde oluşan bulutları Alp Dağları'nın doruğuna
kadar iten hafif bir esinti, uçuruyordu tüylerini. Hepsi de tedirgin, ayak tırnaklarını
ve bedenlerini gagalıyor, kanatlarını anlamsız dönüşlerle çırpıyorlardı. Tazılar
kuyruklarını dikmiş, ileriye atılmak için küçük bir işaret bekliyorlardı. Kral
II. Ludwig, atını birkaç adım öne sürerek, ellerinde kafeslerle dikilenlere
baktı; yüzünde mağrur bir gülümseme vardı. Mutlak kazanan o olmalıydı bu
oyunda. Başını öne eğerek, "Salın!" anlamına gelen işaretini verdi.
Kafes şıkırtıları, köpek avlamaları ve özgürlüğün o tanımsız çığlığıyla ormanı
saran kuş ötüşleri bir anda patlayan silahların sesleriyle bölünüverdi. Bir
keklik parçalanan kanadıyla yukarıdan bıraktı kendini, bir sülünün yakın
mesafeden ateş edildiği için gövdesi ikiye bölünmüştü; bir turna, uzun, gri
boynunu uzatarak, sarkan sağ bacağına aldırmadan yükselmeye çalışıyordu; Kral
Ludwig, silahını doğrultarak ikinci kez bastı tetiğe. Turnanın önce uzun boynu
düştü, kanatları hareketliliğini yitirerek bir ağacın üzerine yığılıverdi. Üç
köpek aşağıdan havlıyordu. İki bıldırcın, yürekleri delicesine çarpan iki kuş,
ilk ateşlemeden sağ olarak kurtulanlardı ve hızla ormana doğru yaklaşırken,
arkalarından yaralanan kanadıyla biri daha acı acı öterek geliyordu. Ne var ki,
aşağıdan şahinleri salmışlardı. Önde uçanlardan ikisi yüksek ağaçların koyu yeşilliğinde
gizlenmeyi başarırken, yaralı olan, arkadan hızla yetişen atmacanın pençesine
düşmekten kendini kurtaramadı. Belki de önde uçanların özgürlüğünün bedeliydi
o. Şahin, bir usturayla havayı biçer gibi, yakaladığı avını gagalayarak,
sahibinin omzuna kondu. Kral II. Ludwig, geriye kalan hayvanların da
getirilmesi talimatını verirken, ürkek uçuşlarıyla ormana dalan iki kuş, sanki
yeni doğmuş gibi, ormanın sonundan özgürlüklerine doğru uçmayı başarmışlardı. Kuşların kan izleriyle ağızları ıslanan tazılar,
ödül olarak verilen şekerlerini yiyip, havlıyorlardı atların arasında. Pipolarını
yakan avcılarsa, yeni salınacak avlar için, kaç tanesini vuracakları konusunda
birbirleriyle şakalaşarak iddiaya giriyorlardı. Güneşin, iri karaçamların ardına
gizlenmesinden, sabah henüz serinliğini koruyordu... Ve Kral II. Ludwig, iki
kuşa özgürlüğünü bağışladığından habersiz, yeni fişeklerini sürüyordu silahına... Adam,
tekrar aldı avucuna ve savurdu beni yukarıya. Kanatlarımı doğru dürüst açamadan
aşağıdaki otların üzerine düştüm. Sol kanadım altımda kalmıştı, doğrulamıyorum: -
Cik... cik... cik!.. - Hay beceriksiz hayvan! Az sonra o da aşağıya gelerek, beni otların
arasından aldı ve bir kere daha fırlattı yukarıya. Tekrar düşme korkusuyla
uçarak balkon demirlerine kondum. Uzaklaşmak ürküntü veriyordu içime; yeniden
dönemeye bilirdim eve. O ise, beni uçurmaya kararlıydı. Eline bir dal alıp,
ürkütmeye çalıştı, havalandım. Cesaretlenmiştim sanki. Üzerimden geçen bir
bölük kuşun uçtuğu yöne doğru uçmaya başladım. Onlar çok hızlıydılar. Havada
yapayalnız kalmıştım. Ne kadar gittim bilmiyorum. Sonra, deli gibi aniden
geriye dönerek eve yöneldim. Döndüğümde, sahibim gitmiş ve balkon penceresinin
perdeleri çekilmişti. Her yanımı korku bastı. Hava hafiften kararıyordu çünkü.
O an -ikimizin de birbirimize yabancı olduğu- özgürlüğümle ben dışlanmış
gibiydik. Neydi beni böyle tutsaklaştıran? Herkesin dirençle kazanmaya çalıştığı
özgürlüğü, niçin ben kullanmasını bilmiyordum. Alışkanlıklar mı beni bu hâle
getirmişti yoksa?
Geçen
yıl, bir eşimin açık olan pencereden kaçtığında, sahibimin küçük oğlu anlatıyordu.
Zavallıyı birkaç gün sonra karşı blokların orada ölü bulmuşlar; karıncalar çekiştirip
duruyormuş bedenini. Ben de öyle mi olacağım acaba? Konduğum korkuluğun üzerinden ilerleyerek, pencereye yaklaşıyorum.
Kafesim işte orada duruyor. Yemim, suyum, kafesin üzerinde asılı olan ayna,
boncuklar; hepsi orada. Az daha yaklaşıyorum. Soğuk giderek etkisini
gösteriyor. Hava don yaparsa, bu akşam mutlaka ölürüm. Özgürlük, sırtıma
uymayan lüks bir elbise gibi kalakalır ortada. Oysa şimdi kim bilir kaç kuş,
kafesinde, aynı şeyin düşlerini kuruyordur ve kaçı, şahinlerin, atmacaların
pençesine aldırmadan kaçıyordur kafeslerinden. Peki ya sonra? Güdümlü bir yaşamın
benimsenen kuralları içinde sıkışıp kalmak, bir başka kafeste tutsak olmak değil
midir? Biz, yanlış yerde mi arıyoruz özgürlüğü yoksa? Beynimizde, yüreğimizde şekillendirip
büyütemediğimiz güzellikleri kendi dışımızda mı arıyoruz? Var olmayanşeyleri o gizemli düşlerimizle biçimlendirdiğimiz
olgu, elimize geçtiğinde bu kez daha da mı uzağımıza düşüyor?
Cama dayanıyorum. Pencerenin
aralığından sızan ışık yüreğimi
ısıtmıyor. Özgür ve korumasız, sabahı bekliyorum şimdi. Aç kediler sarıyor
etrafımı, yarasalar, baykuşlar; ellerinde fileleri ve yeni kafesleriyle bülbül
avcıları. Silahlar silinip parlatılıyor, sapanlar geriliyor gecenin içinden.
Yardımını dileyeceğim tüm kuşlar ormanda şimdi, sıcak yuvalarında, benim yaşayamadığım
özgürlüğe sarınmış, korkusuzca uyuyorlar. Derin soluyorum, soluğum buhara dönüşüyor,
cam buğulanıyor aniden. Küçük küçük vuruşlarla tıktıklıyorum camı. Sahibimse
kendi kafesinde, yalnızlığını yaşıyor içeride. Başkalarının mutluluklarını nakışlayıp,
kendi içinde büyüttüğü güzelliklerle dokuyan, henüz benliğinde varlığını
hissetmediği ve tarihsel süreçlerin getirdiği töreler, tabular, korkunun acımasızlığıyla
oluşan ahlaksal değerlerin pençesinde gün gün kemirilen özgürlüğüyle yorgunargın
yaşıyor. "'Buldum!" dediği hiç bir sevgi ona yeterli gelmiyor
nedense. Her dokunan, bir yerlerini dağlıyor. Bedeni sıyrıklar içinde. Her
sabah, acıdan ürettiği bir yaşamı giyiniyor farkında olmadan. Sonra, esrik
bilgeliğiyle, erişemediği özgürlükleri, pınarlardan alınan bir avuç su gibi,
sunuyor önüne gelene. Terk edilmişliklerin burgacında,
onu kanatanların tırnaklarını bilercesine, tenindeki çiziklere aldırmadan
seviyor. Dostluklarında, kazanımın paylaşmak olduğunu çok iyi biliyor çünkü.
Bana da aynı sınırsız içtenliğiyle özgürlüğümü verirken, hiç sormadı. İğreti
bir elbise gibi, giydirdi sırtıma.
Günah Kuşları - Roman H@vuz Yayınları
D-Messel/ Temmuz 2008
ISBN 978-3-9812170-1-8