Haftanın en sevmediğim günüdür pazar. Ne
ayaklarımı uzatıp yatmayı severim, ne süs-püs hazırlanıp caddelerde, alış
veriş merkezlerinde gezmeyi. Hafta içi zaten kalabalığın arasından çıkıp
gitmek istediğimiz yerlere varmak için az mücadele vermiyoruz. Bu sebeple
hep alternatifler bulmaya çalışırım ve genellikle de beceremem, sonunda kendimi
telefonun bir ucunda kız arkadaşımla randevulaşırken bulurum.
Bu şehir büyüdükçe, iş ve alış veriş merkezleri
arttıkça yaşam daha bir sıkıcı olmaya başladı sanki. Bahar geldi mi
kendimizi yeşil alanlara atardık, voleybol oynamayalı kaç sene oldu bilmiyorum
ya da ip atlamayalı... Pencere sohbetlerinde çekirdek çıtlatmayalı. Elbette
bunları hâlâ yapanlar vardir ama ben yapamıyorum, yapmak istesem de arkadaş
bulamıyorum. Karagümrük’ün o dar sokaklarında geçen çocukluk yıllarımı
özlüyorum.
İnternet'e girince MSN denilen mavi renkli kodeste
baktığımda en az yüz kişi çevirimiçi... Neden kendimizi bu denli tutsak
ediyoruz teknolojiye, pek de anlamış değilim. Halbuki teknoloji denilen
değişim hayatı kolaylaştırmak içindir, kişisel gelişim içindir; insanları
anti-sosyal bir hayata itmek için değil.
Günümüz yaşam koşulları, teknolojinin, aile
sorumluluklarının, refah yaşam için verilen savaşın, profesyonel iş zihniyeti
getirilerinin yanında, farkında olmadan yok olan değerlerimiz var. Komşu
ilişkileri, akraba-dost ziyaretleri, taze taze çıktığımız bayram yalnızlıkları
, el işleri...
Çocukluğumuzu düşünürsek ya da büyüklerimizin bize
anlattıklarını aklımızdan geçirmeye kalksak;
- bizim zamanımızda yazlık sinemalar vardı..., çay
baheçeleri, gazinolarda aile matineleri..., mani söyleyen ramazan davulcuları,
tek kanallı siyah beyaz televizyonlar, parazitten kurtarmak için antenini
oynatıp durduğumuz ışıklı radyo...
Yaşım gereği olsa gerek, yazlık sinemaları hayal
meyal hatırlıyorum, hatta siyah beyaz televizyonların İstiklal
Marşı ile açılışlarını; yayın kesintilerinde manzara resimlerini...
Radyolardaki, radyo tiyatrolarını, arkası yarınları...
Kızarmış ekmek kokusuyla uyanışlarımı ve
radyoda çiftçiler için hazırlanan "Köyümüz Köylümüz"
programının ezgisini düşünerek çocukluğuma dönerim bazı sabahlar.
Cumartesi sabahları radyo tiyatrosu, perşembe akşamları kitap okumaları vardı.
İçinde şarkılar söylenen, oyunlar oynanan, haberler, maniler, okuyucu
mektupları ile güzel Türkçemizi güzel kullanan programcılarıyla evimizde
ses olan o sihirli kutu başındaki saatlerimiz ne kadar güzeldi.
Sonra; ekranlar renklendi ve de fotoğraflar. Güzel olan o
siyah beyaz anılarda huzur ve mutluluk, hüzün ve gözyaşı her zaman
rengini korudu, onları yaşamak da anlatmak da özel bana göre. Zamanla
televizyon ve radyo kanalları çoğaldı, zevkler bölündü, ortak paydada kalan tek
şey akşam yemekleri ve pazar kahvaltıları oldu çoğu zaman. Herkes kendi
odasında tv izler oldu, radyolarsa sadece trafikte bir meşgale çoğumuza.
Bu kadar basit olmamalı yaşamın içinde olanları, yaşanamışlıkları yok etmek.
Açıkçası çok özlüyorum radyomda TRT‘nin Ankara
stüdyolarınca hazırlanan arkası yarınları, güzelim Türk sanat müziğini,
bayram sabahları Mustafa Kandıralı ve arkadaşlarının oyun havalarını,
İstanbul stüdyosuna bağlanıp korodan yurttan sesleri dinlemeyi...
Sevmediğim günlerden "Pazar" dedim ya en başta,
bu pazarımı en sevdiğim şeye ayırdım ; radyo dinlemeye! Önce
frekanslı radyoları karıştırdım. Bir düğmenin tırnak mesafesinde
değişirken frekanslar, hep aynı suni popüler kimliklerin ürettiği
tekerleme gibi söylenen anlamsız şarkılar, komik olmak için radyo sunucusunun
sesine, şivesine verdiği gereksiz değişiklikler, cümleleri
toparlayamayan, kelimeleri yutan, argoyu ya da mahalle ağzı denen ekleri
programa dahil edip içi dışı cıvık cıvık yayın yapanlar kendini radyo
programcısı sanıyorsa yazık “radyoculuk” anlayışına. Ticari kaygı kalitenin
ne kadar da önüne geçmiş, gerçekten biz bunu hak ediyor muyuz ? ya da
gerçekten bunu mu istiyoruz ?
Sonra hayâl kırıklığıyla kapadım radyoyu,
bilgisayarın başına geçip İnternet'e bağlandım. Net üzerindeki radyoları
araştırdım. Çoğu frekanslı radyoların İnternet yayınları zaten var,
dinleyici sayılarına baktım, net kullanımında özellikle
ülkemizi utanç sıralamasında üste taşıyan yüzde oranını düşününce, radyo
dinleyicilerinin ne kadar azınlıkta olduğuna üzüldüm ama bir yandan da yayın
kalitelerine önem vermeyen çoğu radyo için hak ettiklerini düşündüm.
Bizler seçici olmadığımız müddetçe kalitenin düşmesine,
önüne gelenin radyo programcısı olmasına, onca konservatuvar mezunu işsiz
beklerken mankenlerin oyuncu, sunucu olması, bir yerlerini açanların ya
da güzle bakışlarıyla onyedi yaş grubu kızları kendine hayran bırakan
delikanlıların sahne alması, albüm yapmasına seyirci kalmaya devam edeceğiz.
Neden
bu kadar radyo üzerinde durduğumu merak etmiş
olabilirsiniz. Benim de bir İnternet radyom var hem de
İnternet'in
şiir çöplüğü haline
döndüştürdüğünü düşünen
zihniyetlere
direnircesine iki değeri de taşımak, yaşamak ve yaşatmak adına
Türkiye’
nin ilk şiir radyosu olarak hizmet veriyoruz.
Açıldığı senelerde
bir anlamı vardı şiir radyosunun ama açıkça
görünen şu ki; günden
güne sadece mantar gibi türedikçe
türüyor bu radyolar. Bu kadar çok
bölünmeyi ego yenilgisi olarak görüyorum. Zira her
şiir yazanın iyi şair
olamadığı gibi, her konuşan da radyo programcısı olamaz. Kaldı ki
İnternet radyolarının dinlenme yerleri göz önüne
alındığında, özel ofis, iş
yerleri vb. çoklu ortamlarda programcının hitabı,
seçilen şarkılar,
okunacak şiirler de kimseye "bu ne ya !" dedirtecek
türden olmamalı.
İnternet radyosu belki çoğunuza göre önemsiz, gayrı ciddi
yayınlar barındırabilen adresler olabilir. Ama iyi bir radyo dinleyicisi
olarak nasıl bir yayın politikası bekliyorsam biz de yayın ekibi
olarak çıtayı düşürmeden, ne bekliyorsak onu sunmaya çalışıyoruz.
Kendimle çelişkiye düştüğüm noktalar elbette var; örneğin sanatın ve müziğin
evrenselliği düşünülürse her türlü müziğe yer verebilmeli yayınlarımız...
jazz, tango, metal, blues, entik...vs fakat ş i i r bu
tür yayının önünü kesiyor ister istemez. Çünkü şiir yazanlar ve
paylaşanlar çoğu içsel yalnızlıkları, aşk acıları, hasretlerini kendi ayarında
yazıp paylaşırken ya da programcıya sunması için gönderdiğinde
anlayabileceği müziği dinlemeyi istiyor. En azından dinleyici ve
üye mesajlarının talepleri bu doğrultuda. Bu nedenle biz de belirli ölçüleri
kendimize baz alıp gerek program içeriği, uslûb ve sunum, yayın çizgimizi
sürdürüyoruz. Yayın kalitesi, programcı sorumluluğu üyelerin, dinleyenlerin
çokluğuna göre değişmez. Bir kişi de dinlese aynı yayın politikasını
sürdürmek bizim görevimiz. Çünkü bizi kendimizce farklı kılan bu. Yoksa
hemen hemen her sitede radyo ve özellikle şiir dinlemek mümkün. Hatta
daha da öteye gidip ahbap çavuş ilişkileriyle, "Körler sağırlar birbirini
ağırlar." tarzı yayınlarla her şeyin cılkını çıkarmak da bizim
elimizde.
İlk başlarda belirttiğim gibi önce ne istediğimizi
ve nasıl olmasını istediğimizi biz belirleyip, seçilen dinleyici yerine, seçici
dinleyici olmayı başarabildiğimiz noktada inanıyoruz ki ne Türkçe’nin
yozlaştırılmasına, ne günlük konuşma dilimizin içinde yer alan yabancı
kelimelerle ana dilimizden uzaklaştırılmasına imkân veririz.
Zamana döndüğümde kendimi ara bir kuşak gibi
görüyorum. Hani nereden nereye geldik denilen o yolculardanız. Bir yandan
çocukluğumdaki güzelliklere sahip çıkmak, bir yandan da dünyanın hızına
ayak uydurmak için koşturmacadayım. Çünkü o yıllarda değerlerimizi tartan
kefede adetler, gelenek görenekler, saygı, vicdan, aile kavramı, büyüğe hürmet,
küçüğü koruma, sevginin masumiyeti, sorumluluk, emek ve emeğe saygı,
arkadaşlığın destek ve paylaşımlardan olduğu bir çok olgu bulunuyordu, şimdiyse
sadece para ve menfaat. Yeni neslin bizden şanslı olduğunu söyleyenlerin
çoğunlukta olduğu bir toplumda, hayır, biz daha şanslıydık ! diyen
azınlıktanım.
Küçük bir el radyosu bana bunları yaşattı ve düşündürdü
bugün. Ahh ! şimdi hurdacıya bir kova bir leğene verilen o
pikaplı SABA marka radyo olsaydı da dilimde o cızırtılı plakta sevdiğim
şarkı “Şu dünyadaki en mutlu kişi mutluluk verendir“ diye haykırırken
kırmızı rugan ayakkabılarımın içinde kim bilir hangi fırfırlı eteğimle
döner durur gülüşümde çocukluğum .
Siyah beyaz anılardaki çocuk gülüşlerimizi kaybetmemek
dileğiyle...
07/10/08