“Sen yoksun/ çevrende kimseler yok/
zengin de
olsan/ fakirliğin bitmez.”
Edip Cansever’in bu dizeleri, ne çok şey anlatıyor
bize, değil mi? Kalıcı olanı, esas varlığın insan kazanmak, dolayısıyla da
dünyada güzel bir iz, etki bırakmak olduğunu. Dostluk ve arkadaşlıkların önemini,
daha birçok şeyi.
Şu bir gerçek ki, insan kendine yetmiyor, yetemiyor
her zaman. Ne kadar güçlü, etkin, akıllı, bilgili, birikimli olursa olsun yetemiyor.
Muhakkak ki bir başkasının sevgisine, yardımına, cesaretlendirici sözüne, ilgisine
ihtiyaç duyuyor.
İnsan öteden beri birini, bir şeyi sevmeye de yatkındır
hep...
Bilirsiniz, insanın insana olan ihtiyacı kimi
zamanlarda daha bir yoğunlaşır. Ağır kayıplar, acılar, darlıklar yaşandığında örneğin.
Bir hata ya da eksik yaklaşımdan dolayı yanlış anlaşılıp sert eleştiri ve
ithamlara maruz kalındığında.
Mutlu, sevinçli, keyifli anlarda da dostlarımıza ihtiyaç
duyarız. Bizi sevdikleri, önemsedikleri, iyiliğimizi istedikleri için. Bizi her
anlamda paylaşacaklarını bildiğimiz için.
Gözlemlediğim kadarıyla akılla, mantıkla hareket
etmeyi yeğleyenler duygusallıkları genelde hafife alıyor. Oysa ki içimizin asıl
rengi, en hümanist çığlığıdır duygularımız.
O rengarenk iç sesimizi hafife alanlar için bile duygunun
bazen tutulmaz, kabına sığmaz bir tarafı vardır. Paylaşıldıkça çoğalan, paylaşıldıkça
hafifleyen bir tarafı…
Özelikle de dostlarımızla karşılıklı olarak çok şey
paylaşırız. Hayatın zorlayıcı ya da sınırlayıcı yanlarını. Yaşanası
güzellikleri, aşımızı, ekmeğimizi, neyimiz varsa onu.
Bir gönül desteği sayesindedir ki zorlukları
aşmamız kolaylaşır. Dünyayı omuzlarımızda hissetmekten kurtuluruz. Rengi, kanı,
uyruğu ne olursa olsun karşımızdaki insanla, tüm insanlarla kaynaşıp
bütünleşebiliriz.
Birbirimize iyi ki bu derece muhtacız! İyi ki yaşadıkça
birbirimizle bir şeyleri paylaşmak zorundayız! Yoksa kimsenin kimseye ihtiyaç
duymadığı, tenezzül etmediği bir dünyada, her şey başka bir hal alırdı. Herkes
kendini ilah, tanrı ilan edebilirdi.
Edenler de yok değil ya!.. İnsan tüm ilkellik ve
karanlıklarından sıyrılıp gelişmeye, uygarlaşmaya müsait olduğu kadar, olumsuz
anlamda da değişmeye; örneğin yozlaşmaya, çirkinleşmeye, küçülmeye… söylemeye dilim
varmıyor ama canileşmeye bile müsait bir varlıktır sonuçta.
Bu kavgalar, savaşlar nerden, kimin elinden çıkıyor?
Ya o zorbalıklar? İlgiyi, sevgiyi, büsbütün insanı parayla pulla satın almaya
kalkışmalar? Yok ederek var olma hırsı? Kendi boşluğunu oymalar... Hepsi yine
insanın hüneri. İnsana, doğaya, diğer canlılara karşı dost olmayan, olamayan
insanın tabii ki!
Dost ya da arkadaşlarımızın kalbimizdeki özel bölmelerde
yerleri var, bu kesin. Onlar etrafımızda olmasa kuşkusuz hiçbir şeyin anlamı
olmazdı. Bir amaca doğru yürümenin, bir alanda ilerlemenin, başarmanın ve hatta
yaşamanın anlamı olmazdı.
Durum böyleyken, bazen haksızlık ediyoruz o sıcak kavrama,
olası dostluklara. Çevrenin, birtakım
kalıplaşmış sözlerin de etkisiyle ön yargılarla yaklaşabiliyoruz.
Dostluk üzerine yazılan yazılara bakın. Yazarlar, bizi
de işin içine katarak hep bir soruya yanıt arıyor o metinlerde. "Dost dediğin
nasıl olmalı?" sorusuna. Gözlemlerini, çoğu da acıtan deneyimlerini paylaşmaya
kalkışıyorlar bizimle. Biz de yanılmayalım, hayal kırıklıklarıyla karşılaşıp
sarsılmayalım diye besbelli.
Ne olursa olsun katı, kafa karıştırıcı bir taraf
sezinliyorum bu tür yazılarda. Hiç de esnek olmayan kalıplara sokuluyor
dostluklar. Dostlar söz konusu olunca, mükemmeliyetçi yanını ortaya koyup,
bizimkini de uyandırmaya çalışıyorlar. Ürkütüp korkutmak, dosta giden her
adımda bizi temkinli olmaya davet etmek de çabası!
Dost dediğimiz ya da diyeceğimiz kişi de insandır
oysaki. Bizim gibi bir insan. O da en az bizim kadar hata yapar. Kim bilir
belki onun da yıllar sonrasına taşınacak olan derin boşlukları vardır. Tıpkı
bizim olduğu gibi günahları, sevapları vardır.
Dostluk söz konusu olunca, özne "ben"
yerine "sen" olmalı biraz da… Bir dostluğa ne sığar? Ne katabiliriz o
dostluk aşına? Artık bu soruların yanıtlarını düşünmeli, düşündürtmeli enine
boyuna.