Çok tatlı bir sese sahip olan bir kız tarafından, “Buyu
run!” denilerek eve alındım. Eve alınmamın üzerinden yirmi
dakika geçmesine rağmen hayretim bir türlü
geçmek bilmiyordu. Şu anda evde, çok zarif, güzel ve
fidan boylu, henüz yirmi yaşlarında; uzun saçlarını
omuzlarından aşağıya dalga dalga sarkıtmış kız ile benden başka
kimsecikler yoktu.
Beni hayretler içine düşüren durumlardan diğeri ise;
evin içinin de en az bu kız kadar derli-toplu, güzel
olmasıydı. Her şey yerli yerindeydi. Koltuklar, koltukların
üzerinde ince iğne işleriyle işlenmiş süslü ve sıcak
beyaz renkli kumaşlar, televizyonun üzerindeki örtü,
dolaplardaki biblolar ve aralarındaki fotoğraflar... Tabaklar,
fincanlar, üçgen vaziyette sarkan danteller...
Kısacası hepsi güzeldi, muazzamdı ve hepsinin ince bir zevkin
ürünü oldukları her hâllerinden belliydi.
Böyle zevkli bir evi, bu tarzda süslemesini çok iyi
bilenler; bu evin genç kızını da mükemmel bir terbiye ile
yetiştirmişlerdir diye aklımdan geçirdim. Kız, geçen
zaman zarfında; karşımda inci dişlerini göstererek tebessüm
ediyor; kesintisiz olarak bana bakıyordu. Sanki ayın on
dördü, kızın yüzüne inmişti. Onun bana uzun uzadıya
bakmasından oldukça rahatsız olmaya başlamıştım. O ise
-inadınaymış gibi- başka hiçbir tarafa bakmıyordu. Vücudumu
ağır ağır ter basmaktaydı.
“Beni buraya niçin yolladın?” diye okul arkadaşım
Sinan’a içten sitem ediyordum. Dortmund ile
Düsseldorf arası uzak değildi. İstese bir akşam trene biner,
ailesini ziyaret edip, işini gördükten sonra, aynı gece
Dortmund’a dönebilirdi.
“Benim yarın çok önemli bir sınavım var. Ne olursun
şu paketi Köln’e giderken bir zahmet,
Düsseldorf’ta bizim eve uğrayıp, annemlere veriver. Bunu
yaparsan çok memnun olurum!” dedi. Bizde de arkadaş
sevgisi var; hatırını kıramadık.
Aynı fakültede üç senedir beraber okuyoruz.
Gerçi o bizden bir kaç ay sonra geldi. Ama aynı
öğrenci yurdunda kaldığımız için samimi bir arkadaşlığımız
oluştu. Yemeklerimizi beraber yapıp, beş kişilik arkadaş topluluğu ile
güle oynaya birlikte yiyoruz. Sinan’ı üç senedir
tanımama rağmen; annesi ve babasından başka ailesinin diğer
fertlerinden hiç mi hiç bahsetmemişti. Hâlbuki ben,
ona bütün aile üyelerimi, bazısını bizzat, bazısının da
fotoğraflarını göstererek tanıtmıştım.
İnce, uzun ve bakımlı parmaklarını koltuğun kenarına tempo tutarak vuran genç kız:
“Size, çay veya kahve, ne ikram edebilirim?” diye kibarca sordu.
Hava çok sıcaktı. Sıcak bir şeyler içmek arzu etmedim. Bir müddet sessiz kaldım.
“Soğuk bir bardak su yeterli” diye cevap verdim. Hemen yerinden sıçrar gibi doğruldu.
“Olur mu öyle şey? Sinan ayranı çok sever. Size de ayran ikram edebilir miyim?” dedi.
Hâlâ benim yüzüme bakıyordu. İnci dişleri, pembe dudakları insanın içine sıcaklık veriyordu.
“Sevinirim” dedim.
Bu duruma çok sevinen fakat hâlâ adını dahi
bilmediğim genç kız, koltuklara dokuna dokuna mutfağa doğru
gitti.
Odadaki sessizlik, eşyalar ve tablolar ile beni kuşattı. Şöminenin
yanındaki duvarda asılı, bir dere kenarında balık tutmakta olan mutlu
bir çifti tasvir eden bu tablo, beni oldukça etkilemişti.
Adeta ufuk çizgisinde, yer ile gök birbirine geçmiş
bir vaziyette resmedilmişti. Tam ufuk çizgisinde yerle
göğün iç içe geçip eridiği noktaya
bakarken birden, “Acaba annemler beni Köln’e
niçin çağırdılar?” diye aklıma bir soru takıldı.
“Babamla annem gene kendi akıllarınca mutlaka ‘yeni bir
evlilik senaryosu’ hazırlamışlardır” diye
düşündüm. Onlar ne derse desin; benim evlilik konusunda
kararım kesindi. Cevabım kocaman bir “Hayır!” olacaktı.
Kendimi bu şekilde yönlendirmiştim. Henüz gelir getirecek bir
işim dahi yoktu. Üstelik tahsilimin bitmesine daha üç
sömestr vardı...
Güzel kız, birden elindeki ayran tepsisi ile tekrar odaya girdi.
Tepsiyi çok dikkatli tutuyordu. Bardakları da yarısına
kadar doldurmuştu. Kızın her adımında, yarısına kadar dolu
bardaklardaki ayranlar, adeta dans ediyordu. “Bu kız ayranı
dökecek her hâlde!” diye korkmaya başladım. Kesik
kesik adımlarla yürüyen bir robot gibi gelerek ayran
tepsisini masaya koydu. Zarif parmaklarıyla bir gül demetini tutar
gibi ayran bardağını tuttu. Oturduğum yere yaklaşıp, nefesinin gül
kokusunu hissettirerek:
“Buyurun efendim!” dedi.
Gözlerinin içine bakarak bardağı elinden aldım. Güzel
bahar renkli gözleri vardı ve beni oldukça etkilemişti. O
da kendi bardağını alıp, tekrar yerine oturdu. Ayranı nefis yaptığını
söyleyip, ona -içten- teşekkür ettim. Çok
sevindi. Bardağımdaki ayranı bitirince haber verirsem, tekrar ikram
edebileceğini söyledi; şaşırdım. Benim şaşkınlığım sürerken
o, Sinan’ı sordu. Sinan’dan bahsettim.
“Yarın gayet zor bir sınavı var” diye söyleyince:
“İnşallah başarır. Allah zihin açıklığı versin!” diye dua etti.
Sözü döndürüp dolaştırıp, musikiye, şiire getirdi. Şiir benim en büyük tutkumdu. Hatta
bu dalda bir kaç ödülüm bile vardı. Bunu
biliyordu ve benim Sinan’a verdiğim şiirlerimden birini
ezberlemişti bile. O kadar latif ve duygu yüklü okudu
ki; şaşırıp kaldım. İşin gerçeğini söylemem
gerekirse; şiirden çok o gül dudakların şiirsel kıpırtıları
beni etkilemişti. Çok dikkatli okuyor ve her
sözcüğün anlamını sadece sözlerinden değil,
vücut hareketlerinden bile anlayabiliyordum. Şiir benim olduğu
için değil de o okuduğu için duygulandım, gururlandım...
“Nasıl? Beğendiniz mi efendim?” dedi.
Sanki hayal dünyasına dalmış, uçan atım ile perilerin bulunduğu çoban çeşmesine doğru yol alıyordum.
“Ne yalan söyleyeyim; o kadar şirin, o kadar güzel oku
dunuz ki; çok etkilendim” diye cevap verdim. Aniden
yerinden fırladı. Bu sefer başka tarafa gitti ve bir müddet sonra
elinde müzik aleti çantası ile içeriye girdi. Tekrar
yerine oturdu. Çantayı narin parmakları ile açtı.
İçinden kemanı çıkardı.
“Sizin bu şiirinizi bestelemiştim. İzin verirseniz, onu size seslendirebilir miyim; ister misiniz?” dedi.
Aman Allah’ım! Ona her baktığımda sanki başka bir güzellik
keşfediyordum. Her dakika daha da güzelleşiyor, daha çekici
oluyordu. Dokunduğu her şey güzelleşiyor, hassaslaşıyor; duygu
yükleniyordu. Fakat, o ayran getirirkenki hâli de kafamı
karıştırmıyor değildi.
Kemanın narin yayını gerilmiş tellere sürmeye başladı. Alımlı çenesi kemanın
üzerindeydi. Dalgalı saçlarını kemanın üzerine
düşmüştü. Sol elinin zarif parmaklarıyla kemanın
tellerine dokundu. Önce kısa taksim yaptı. Sonra da tatlı ve
içten bir melodiye girerek; benim şiirin ilk
dörtlüğünü çok duygulu bir tarzda
seslendirdi. Artık mekân boyutlarından çıkıp, perilerle
buluştuğumuz pınar başındaydık. Zaman da sadece bizim için
çalışıyordu. Bütün periler bu güzel kıza
benziyordu. Köşede keman çalan kız da benimle dans eden,
biz dans ederken ellerindeki gül ve karanfilleri bizim başımıza
saçanlar da bu kızın benzeriydi. Bir ara kendimi cennette
zannettim.
Ansızın -gürültüyle- kapı açıldı. Çoban
çeşmesindeki periler bir bir uçup gittiler. O
güzelim dünya, kendisini gene odanın loşluğuna bıraktı.
Kapıyı gürültüyle açıp gelen Sinan’ın
annesiydi. Beni görünce:
“Maşallah maşallah! Benim oğlum gelmiş!..”
Ona, böyle keman çalarken yakalandığımız için
utandım. Sinan’ın verdiği paketi uzattım. Selamlarını ve mesajını
söyledim. Paketi annesi açtı. Çok sevinmişti.
Üstünde bir yazı vardı. Okuma yazması pek iyi olmadığı
için paketi bana uzattı. Ben de kızı göstererek:
“Niçin ona okutmuyorsun?” der gibi bir işaret
yaptım. Sinan’ın annesi:
“Gamze’nin gözleri görmüyor. Lütfen sen
okur musun?” der demez hem utandım, hem de çok şaşırdım.
Paketi çaresizce alıp, Sinan’ın yazmış olduğu “Benim
periler kadar güzel, melekler kadar iyi kalpli kardeşim
Gamze’nin doğum gününü candan kutlar, hayat boyu
mutluluk ve sağlık dolu günler dilerim.” yazısını okudum.
Gamze çok duygulanmıştı. Paketi açtığı elleri arasına
koydum. Hediyeyi alıp göğsüne bastırdı. Çok sevindi...
Böyle duygu dolu, hayata sevecen bakan, kültürlü,
sevimli bir güzel kızla karşılaştığım için ben de
çok mutluydum. Fakat, göremeyişi ve en mutlu
gününden habersiz oluşum da beni çok
üzmüştü. Doğum gününü elini sıkarak
kutladım. Duygu dolu parmaklarından tam yüreğime doğru bir sevgi
seli akıyordu.
Hemen izin alıp, evden ayrıldım. Düsseldorf’u pek iyi
tanımıyordum. Sokaklarda hızlı adımlarla yol aldım. Bir
çiçekçi arıyordum. Birkaç sokak
geçtikten sonra tam birine sormaya karar vermiştim ki;
köşede, rengarenk çiçekleri kaldırıma
çıkartmış bir dükkân gözüme çarptı.
Kırmızı ve beyaz güllerden zarif, güzel ve büyük
bir buket yaptırdım. Aynı aceleci adımlarla geriye dönerken:
“Keşke renklerini görebilseydi, keşke...” diye
düşünüyordum. Sonra: “Yaşamak -her şeye rağmen-
güzel!..” dedim kendi kendime. Yanımdan geçen adamın
dikkatlice suratıma baktığını görünce, sadece
düşündüğümü değil; kendi kendime, hatta
başkalarının duyacağı kadar yüksek bir sesle konuştuğumu
farkettim.
Yüreğim çok hızlı çarpıyordu; kapının
önüne geldiğimde ise duracağını sandım. Zile titreyen
parmaklarımla dokundum. Kapıyı Gamze açtı. Elimdeki gül
buketini uzattım. Narin parmaklarıyla gülleri okşadı sonra
koklamak için eğildi...
“Teşekkür ederim.” dedi. Ardından, “Tekrar geleceğinizi biliyordum” diye ilave etti.
“Nereden biliyordunuz?” diye gayri ihtiyari sordum.
Gülümseyerek:
“Gönlümün sesi bana öyle söyledi.” dedi.
Bu cevap beni okuduğu şiirden çok etkilemişti.
Sinan’ın annesi yanımıza gelip biraz daha kalmamı söyledi. Gitmem gerekiyordu.
“Bir başka zaman” diyerek ayrıldım. Çok güzel
bir tren yolculuğu yaptım. Trende hangi kıza baksam, ondan bir
parça vardı sanki. Hepsi artık Gamze’nin bana ayran
getirirken yürüdüğü gibi yürüyordu.
Artık benim için yaşamanın ikinci bir anlamı vardı.