1986 yılından sonra edebiyatımıza “küfür romanları” diye bir kavram girmişti.
12 Eylül’ün karanlık, puslu, baskıcı ortamını fırsat bilen karşı devrimci kalemler
solu eleştirmek adına yazdıkları romanlarda, öykülerde devrimcilerin
inançlarını, eylemlerini kabalaştıran, basitleştirerek belden aşağı metaforlar
bağlamında işleyen metinler piyasaya sürmüşlerdi.
Bunların topu bir araya geldiğinde sınıf
mücadelesinin döneme uygun koşullarından uzakta, sözde eleştiri adı altında, özünde
devrimcilere karşı düşmanlık ve küfürden başka bir şey yoktu. Tabi kurt dumanlı
havayı seviyor. Salt bizim ülkemizde değil, sınıf mücadelesinin proletarya
lehine ağır darbe aldığı başka ülkelerde de kurtlar dumanlı havada avlanma
fırsatını kaçırmıyorlar. Sınıflar mücadelesi gizli açık yönleri ve tüm
araçlarıyla devam ediyor. Daha da çok kâr ve sefahat için tekeller dünyanın
bütün köşe bucağını kendi ideolojisi, kendi kültürü ve kendi pazarı haline
getirmek için tüm araçlarını kullanıyor. Ezilenlerin gelmiş geçmiş, mevcut
önderlerini karalayan “küfür romanları” da bu saldırı araçlarının vazgeçilmez
bir parçasıdır.
Burada söz konusu etmek istediğim “küfür
romanı” Almancadan Türkçeye çevrilmiş olan “Tussy
Marx; Babasının Kızı” adlı bir biyografi kitabı. Kitabın yazarı Eva
Weissweiler, Türkiye’deki yayıncısı ise Çitlembik Yayınları.
Adından da anlaşılacağı gibi kitap Karl
Marx’ın en küçük kızı Tussy’nin hayatını anlatan sözde bir biyografi kitabı.
Kitabın kapak fotoğrafına ve adına baktığınızda da bu masumane biyografi izlenimi
sizi çekiyor. Hatta aşağıda yer alan arka kapaktaki şu ifade merakımı daha çok arttırdı:
“Tussy, çok sevdiği babası tarafından
küçük yaşlarda siyasetin ve sosyalist hareketin içine çekildi. ‘Kadın hakları’
konusunda başından geçen tecrübeler onu kaçınılmaz olarak feminizme götürdü.” Engels’in ölüm tarihi olan 1895 tarihine kadarki
zamanda Tussy’nin hayatında olup bitenlere ilişkin az çok bilgim vardı. Engels
öldüğünde Tussy 40 yaşındadır ve feminist de değildir. Ömrünün geri kalan 3
yılında nasıl feminist olmuş, merak etmemek olanaksızdı. Ancak Tussy öldü, kitap bitti ortada daha
feminist bir Tussy de yoktu. Yazar E.W kitabın içinde kendi kendine sorduğu
çeşitli zorlama soru ve kendince sorgulamalarla ortaya feminist bir Tussy’yi çıkarmaya
çabalamış, Çitlembik Yayınları da yazarın hezeyanlarına bodoslama atlamış!
Tussy’nin (gerçek adı Jenny Julia Eleanor;
lakabı Tussy’dir) hayatını bahane ederek kaleme sarılan yazar, daha kitabın ilk
sayfalarında başta Marx olmak üzere, Marx’ın eşine, kızlarına, damatlarına,
Engels’e, Marx’ın yoldaşlarına ve proletaryanın önde gelen diğer önderlerine
karşı aşağılama, hakaret ve küfürler yağdırmaktadır. Somutta Marx ailesine, genelde
Marksizm öğretisine karşı paranoya nöbetine tutulmuş olan yazar, Türkçe
çevirisinde 421 sayfa olan kitabın (asıl metin 377 sayfa) hemen hemen her
sayfasında küfürlü anlatım yanında, dönemin olaylarına ve Marx’ın yapıtlarına
ilişkin de uydurmasyon temelli yorumlar yapmaktadır. Kitaba ilişkin böylesi bir
değerlendirme yazısında tüm bunların tek tek ele alınması bir dergi ya da
gazetenin kapasitesini aşacağı gibi, aynı kitaba eşdeğerde bir kitaba da
sığmaz. Onun için kitabın genel niteliğine bir ayna tutmak açısından birkaç
noktaya değinmekle yetineceğim.
Geçmişten
Bugüne İftiralar Zinciri
Karl Marx burjuvaziye karşı, tarihte
üstlendiği misyonun çok iyi farkında olduğundan bu cepheden gelecek her türlü
kişisel iftira ve saldırılara karşı hazırlıklı olmuş; böylesi durumlarda
gereken yanıtı açık bir dille, dayanaklarıyla yazılı olarak dostuna ve
düşmanlarına ilan etmiştir. Buna bağlı olarak da ölümünden sonra çocuklarını
olası iftiralara karşı koruması için Engels’e de vasiyette bulunmuştu.
Hiç kuşkusuz Karl Marx gibi gelmiş, geçmiş,
gelecek asırların deha toplum bilimcisinin hayatının başkalarınca sır olması
mümkün değildir. Hatta sermaye kesimi, sömürülenlerin bu çağdaş Prometheus’unu gözden düşürmek, toplumsal, bilimsel rolünü puslandırmak
için, onu kişisel olarak karalamaya yönelik Marx biyografisi yazanları yakından
desteklemiştir. Mesela Marx’ın sağlığında Prusya hükümeti Marx’a yönelik iftira
ve karalama yazısı için akademisyen Voght’a
bunu ısmarlama olarak yaptırmıştır.
Marx’tan sonra Engels’in en önemli
hedeflerinden biri Marx’ın hayatını kaleme almaktı ancak ömrü buna yetmedi.
Engels’ten sonra Eleanor Marx, çocukluğunun oyunlarına, hayallerine çok renk
katan, güçlü kişiliği ve birikimine önemli etki yapan çok sevdiği babasının
hayatını anlatan bir kitap yazacaktı. Ancak yaşadığı çok sorunlu evlilik onu
bunalıma sürükledi ve 43 yaşında yaşamına kendi eliyle son verdi.
Ölümlerinden sonra Marx ve Engels hakkında çok sayıda biyografi yazıldı. Bu biyografiler
sıradan basit gündelik yaşam bilgilerinden öte, hem proletaryanın o süreçteki
uluslararası boyuttaki mücadelesinin ayrıntılarını hem de bu mücadele sürecinin
bir ürünü olarak işçi sınıfına ileride yön verecek olan üstün yapıtların ortaya
çıkış sürecini de içermekteydi. Doğal olarak herkes proletaryanın önderlerinin
kişisel hayatlarına ilişkin metinleri çokça okudu ve öğrendi. Toplamında
Marx’ın çağa damgasını vuran büyük yapıtlarının arkasında; Marx ve ailesinin
hastalıklar, çocuklarının ölümü, yoksulluk ve parasızlık içinde geçen bir
hayatı, bir de Marx’ın eşi Jenny’e olan
tutkulu aşkını buldular. Ama okurunu geri
zekâlı yerine koyan E.Weissweiler, Marx’ın eşinin aristokrat kökenli olmasından
dolayı ailesini lüks düşkünü, sosyeteye mensup gösterme terbiyesizliğinden geri
kalmamıştır.
E.W’ye göre Marx bir erkek olarak karısı ve
kızları üzerinde ataerkil egemenlik kurmuştur. Marx, Yahudi kökenli oluşundan hep
kaçmış, Yahudileri aşağılamıştır. İçkici olduğu için kiraladığı evlerin
“pub”lara yakın olmasına özen göstermiş; annesine de “moruk” diye,
W.Liebknecht’ten “hayvan” diye bahsedermiş vs.vs…Dedim ya onun derdi Tussy’nin
hayatını yazmak değil, bu bahane ile Marksizm’in sembol ismini aklınca küçük
düşürmeye çalışmaktır. Hal böyle olunca yayıncının kitabın arka kapağında bahsettiği
“E.W kaleme aldığı bu sürükleyici
biyografide…” diye başlayan ifadesi tamamen bir palavradan ibaret. Kitap
hem Tussy’nin hayatını anlatmak açısından çok yetersiz ve kötü, hem de it izi
kurt izine karışmış olarak hiç mi hiç sürükleyici de değil. Çünkü yazar ailenin
diğer üyelerine, sosyalist hareketin içindekilere sataşıp, küfretmekten lafı
bir türlü Tussy’ye getiremiyor. Kitapta 699 tane alıntı var. Buradan anlaşılacağı gibi
çok fazla kaynaktan yararlanılmış. Ancak 699 alıntının çok önemli bir kısmı
Marx’a düşman olanların kaynağından yapılmış alıntılar. Yazar Marx ailesinin
birinci elden kaynakları yerine daha çok onlara düşman olanların kaynaklarına
başvuru yapmış. Bu kadarı da bilinçli bir seçimden öte tesadüf olamaz her halde.
Ailenin (Marx- Jenny, kızları Jenny, Engels, Tussy, Laura) mektuplarında ise
yaptığı alıntılarda gerçekçi olmayan bir tutumla bir cümleyi dahi aşağıdaki
örnekte olduğu gibi, parantez içinde üç nokta ile bölüp, atlama yaparak okuru
yanıltmaya, her şeyi kendi önyargısına uydurmaya yeltenmektedir. Örneğin, “(…) Ama
evin en güzel yanı ferah ve sağlıklı bir çevrede olması,(…) ne komşu var, ne
başka bir şey, ve aynı zamanda büyük, ferah bir bahçe…”(s.55 Dipnot No:
117- 16.7.1864 tarihli mektup Schröder’den alıntı)
Tahrifat ve Yalana Karılmış Bir Çamurdan
Kitap Çıkarmak
Yazara göre çocukları Marx’a “Arap” diye
hitap ederlermiş. Kendisi de buna dayanarak Arap aşağı, Arap yukarı.. Oysa Marx’ın
çocukları ve yakın çevresi tarafından Mağripli diye çağrıldığı ayan beyandır.
“Mağripli” ile “Arap” farklı anlamları olan sözcüklerdir. “Arap”ın anlamı malum.
Mağripli, doğudaki Araplara göre batıda
kalan Kuzey Afrikalı Araplar için (Cezayirli, Tunuslu, Faslı) kullanılan özel
bir isimdir. Marx’ın lakabı da “Arap”
değil, Mağripli’dir. Zaten Marx’ın hayatını anlatan tüm kitaplarında da böyle
geçer. E.W yalan üretmek yanında her bir gerçeği çarpıtmayı aklına öyle koymuş
ki, hızını alamayacağını belli eder.
Alman yazar E.W, Marx’ın hayatını yazdığını
belirttiği İngiliz yazar Francis Wheen’e dayanarak verdiği bilgiye göre Marx;
Dıckens’ı, Thackeray’ı, Bronte Kardeşleri okumuş biri olarak, onların toplumsal
çelişkilere dayalı betimlemelerini övermiş. Ancak onlar gibi civarı dolaşmak
yerine British Museum’un okuma salonunda gazetelerden, diplomatik raporlardan
bilgi toplamakla yetinirmiş. Londra’daki işçi ortamlarına bir kez inmiş o da
kilisenin baskısıyla pazar günü meyhanelerin kapalı olması kuralını getiren “beer-bell” yasasına karşı, “derin kişisel üzüntüsünü yansıtan sert
makalesiyle.”(s.21) Marx evini pub’a yakın tutuyormuş(!) ya, E:W’da Francis
Wheen’e dayanarak bu satırlarla kendine haklılık zemini yakalamaya çalışıyor. Kolay
gelsin bayan düzenbaz!
Londra Soho’da (Marx’ların da oturduğu
yoksul bir semt) kolera salgını vardır. Yazara göre Marx salgın karşısında
sessizmiş. Nedeni? Yazar da bilmiyor. Marx’ı
kayıtsız, duyarsız göstermeyi kafasına koymuş olarak uydurduğu yalanlar
etrafında kendine yol açmaya çalışıp, “neden?” diye de kendi kendine soruyor.
Tabi ondaki soyutlama, çıkarsama yapma zekası kimsede yok, hemen yanıtını da sorular
sorarak yapıştırıyor: “Acaba mide
bulandırıcı mı bulmuştur?” “Çağdaşlarının çoğu gibi o da kolerayı bayağı bulup,
ahlakdışı, zevk batağına saplanmış hayata karşılık bir ceza olarak mı
yorumlamıştır? Felaket ona fazla mı yakın ve fazla mı banaldir, yoksa soğuk
nefesini ensesinde mi hissetmektedir?”(s.21) Kolera konusunda hiç bilgisi
olmayan biri, yazarın bilgisine dayanarak hastalığı zenginlerin, zevk âlemlerinin
bir hastalığı sanır. Oysa kolera yoksulları öldüren, yoksul semtlerinde görülen
bir bağırsak enfeksiyonudur. Marx da ailesiyle salgının tam ortasında, kolera
mikrobuna karşı direnmektedir. Dışarıdaki kolera hastaları için zaten tıp
yerine felsefe doktoru olan biri ne yapabilir ki? Aslında yazar “ortalık kolera mikrobundan
kırılırken Marx Pub’da içiyordu” diye eklemeyi unutmuş olmalı. Onun başlangıç
mantığından ancak böyle bir sonuç çıkarılabilir.
Yazara göre Marx annesini her zaman “moruk”
diye anarmış. Ona hiç mektup yazmazmış. Yaşlılığında bir kez ziyaret etmiş o da
alacağı miras için! Marx ile annesinin
bir dönem arası soğuk olur da, Marx düşmanları bunu çoğaltmadan, allayıp-pullamadan
dururlar mı hiç?
Okurun
gerçeğe ulaşmasını engelleyecek bilgilerin üstüne bir çizgi çekerek, kendine
göre neden sonuç belirleyecek, okur da objektif gibi duran bu neden sonuç
ilişkisine kanacaktır. Marx
babasının ölümünden sonra annesiyle kavgalıdır. Çünkü annesi, Marx’tan maddi beklenti
yanında, kız kardeşleri için zengin koca arayışı içine girer. Marx bu süreçte
annesiyle sert tartışmalar yaşar. Tabi yazar bunlardan hiç bahsetmiyor. . Marx süreç içerisinde toplamsal açıdan oynadığı rol
itibarıyla popüler olunca, annesi Marx’ı bu haliyle kabullenir, ona özlem duyar.
Marx da bir baba olarak yaşlı annesine artık saygı ve şefkatle yaklaşır,
ölümünden acı ve üzüntü duyar. Genel durum böyle iken yazar tereyağından
çektiği kılı şapur şupur yalayarak kendindeki iştahı okura bulaştırmaya çalışıyor.
Yukarıda da belirttiğim gibi yazara göre
Marx erkek egemen kişiliklidir. Kendi
zevki için karısına durmadan çocuk yapar. Karısı kız doğurduğunda “yine aleladele bir kız çocuğu” dermiş
ve ekliyor:”Marx için ne acı bir hayal kırıklığı.
Nitekim kızlar ne doktor olabilirler, ne avukat, ne de politikacı. Prusya’da
da, İngiltere’de de üniversite yolu kızlara kapalıdır. Daha alt sınıfa mensup
kızlar en azından fabrikada çalışabilirler ama sosyeteye mensup kızlar için bu
mümkün değildir.”(s.23) Vay canına! Marx akademik eğitime ne kadar
düşkünmüş meğer! Prusya hükümetinin en rütbeli koltuğunu reddederken demek aklı
başında değildi! Ee bu kızlar şimdi ne yapacak? Marx ailesi sosyete ya,
sosyeteler fabrikada çalışamaz ya, erkek çocuk olsa okur okur Marx’ın elinin
tersiyle ittiği koltuğa otururdu!
Sosyete kurgusunu tutturmak için yazar hayal
gücünü çalıştırmaya devam ediyor. Jenny çocuklarını yanına alarak Londra’dan
Trier’e annesinin yanına gider. E.W yorumluyor: “Seksen yaşındaki annesini görmek, en küçük kızını herkese göstermek ve
Eifel ile Mosel dağları arasındaki küçük burjuvaziye hala çekici bir kadın
olduğunu ispatlamak ister”(s.28) Vallahi kırk yıl düşünseniz böyle bir zekâ
pırıltısını (!) bir fikir yakalayamazsınız. Jenny ya da Marx’ın evden dışarıya
her adım atışında kadın yazar paranoyalarını konuşturmadan edemiyor.
Jenny orta yaşlı bir kadın olduğu halde
çiçek hastalığı geçirmiş ve yüz cildi de bundan çok olumsuz olarak
etkilenmiştir. E.W diyor ki; evden, çıkmaz misafir kabul etmek istemez
olmuştur. Ekliyor.”Herhalde bir zamanlar
Maria Theresia’nın yaptığı gibi, kendini görmeye katlanamadığından olsa gerek,
bütün aynaları indirmiştir.”(s.45) Yani böyle bir olayın tanığı değil ama –mıştır, -miştir zaman dilimini
kullanıp, sayıklaya sayıklaya kafa bulandırmaya devam ediyor. Marx’lar yeni bir eve taşındıklarında, mobilya
tarzı eşya da almışlardır. Bunun üzerine Jenny arkadaşına yazdığı bir mektupta “Artık utanmadan herkesi evimize buyur
edebiliriz”(s.57) demiştir güya. Nedense aynı yazar Marx’ın sefaletin en
yoğun dönemini yaşadığı zamanlarda dostlarını ve yoldaşlarını hiçbir kurala
bağlı olmaksızın evlerinde misafir ederek, yokluklarını hissettirmeden
çocuklarının tayınını onlara ikram etmekten geri kalmadıklarından hiç bahsetmez.
Çünkü yazar Marx’ın yaşantısına ilişkin bilgileri ona siyasal ve sınıfsal
anlamda düşman olanlara ve Marx’ın peşine takılan hükümet ajanlarına
dayandırmaktadır.
Yazar, Marx-Engels ve çevresine karşı
ahlaksız bir yaklaşım içindedir. Jenny annesini görmeye gidip döndüğünde yardımcısı
Helene Demuth’u hamile bulmuş(!) “Üstelik
çocuk Marx’tandır. İnanılmaz bir utanç içinde çırpınan Marx, suçu Engels’in
üzerine atmaya çalışır”(s.14) Marx’ın toplumsal rolünü arka plana atmak
için burjuvalarla onun yolunda sürünen küçük burjuvalar toplumsal açıdan
hassasiyeti olan böylesine ahlaki bir olayı özellikle seçmiş olmalı. Yazar daha
kitabının başlarında kendisince böylesi bomba bir yalanla işe başlıyor. Aslında
Marx’ın eşine çıkarsız gerçek bir sevgi ile bağlılığı ve Engels’le olan büyük
dostluğu ve yakınlığı göz önüne alındığında, yazarın seleflerinden aldığı
paranoyayı ortaya yeniden saçmayı Marx ve Engels düşmanlarına karşı bir borç
biliyor olsa gerek! Benzeri bir çamuru da Engels’e atıyor. Engels’in 1863
yılında ölen eşi Mary Burns’la birlikteliğinden bahsederken “…aşkın gönüllülük temelinde yaşanması
gerektiğini savunur. Beraberliklerinin ilk yıllarında onu bazen aldatmış,
temizlikçi ve çamaşırcılarla kaçamaklar yapmıştır.”(s.53) diyor.
Enternaysonal’in Fransız grubu sözcüsü Paul
Lafargue, Marx’la tanışmak için Londra’dadır. O sıra Tussy 10 yaşındadır. Paul,
Tussy ile bahçede koşuşturur, ona salıncak yaparmış, çünkü ona âşıkmış! “Fakat maalesef Tussy ile evlenemeyeceğinden
kız kardeşi Laura ile nişanlanır.” (s.57) P.Lafargue Marx’ın çok değer
verdiği, değerli bulduğu Fransız bir devrimcidir. Marx’ın sevdiği herkese çamur
atan yazar, ona da böyle bir çamur atarak senaryosunu tutarlı kılmaya
çabalıyor. Yalan söylüyor. Gerçekte ise böyle bir olay yoktur. P.Lafargue Marx
ailesi ile dostluğu sürecinde Marx’ın ortanca kızı Laura’yı sevmiş ve onunla
evlenmiştir. Yazara göre Marx bu evliliğe karşı çıkmış, kızına bağırmış
çağırmış, kızı da ağlamış ve baba sonunda razı olmuştur. Oysa Marx ve eşi,
hiçbir kızının eş seçimine karışmayıp, onları özgür bırakmışlardır. Sadece
Tussy’nin Lissagaray adında, Fransız devrimci bir yazara olan duygusal eğilimi
sırasında Tussy’e, Lissagaray’ın kendi ideal ve beklentilerine uygun biri
olmadığı konusunda uyarmışlardır. Tussy de annesinin bu konudaki sağduyulu
yaklaşımına uyarak ilişkiyi bitirmiştir.
Yazar
Lissagaray Tussy ilişkisini kitabının
çok önemli bir konusu olarak kullanmıştır. Nasıl kullanmıştır? Tussy
Lissagaray’la evlenmek istemekte fakat annesi ve babası onun bu özgür seçimi üzerinde
sürekli baskı kurmaktadır. Biri üzerinde baskı kurdu dedi ya diğeri üzerinde de
baskı göstermek zorunda. Hatta baba Marx’ı, kızı Tussy’i kendine hizmet için
kullanmakta bile diyebilmekte. Marx hastalığı nedeniyle kaplıcalara gittiğinde,
istemediği halde Tussy’yi yanında götürür kendine hastabakıcı, sekreter,
hemşeri yaparmış. Bir baba ile çocuğu arasındaki yakınlığın karşı karşıya getirilmesi,
burjuvazinin soysuzlaşmasının bariz ürünü olduğunun bir ifadesi olarak
görmekten başka söylenecek bir laf olamaz!
Kitaptan
Aranan Tussy Yerine Kafası Çirkefe Batmış Bir Yazar Çıkıyor
Bir kez daha yazarın derdi Tussy değil demek
zorunda hissediyorum. Onun derdi; Marx’ın öğretisine, yapıtlarına bakmak,
bunları karşısına alacak güç ve cesaretten yoksun olarak bulandırdığı suda
balık avlamaktır. Sığ, basit olduğu
kadar da bayağı bir bakış açısına sahiptir. Marx’ın “Yahudi Sorunu” yapıtından,
onun Yahudileri aşağılamakta
olduğunu, Rus-Osmanlı Kırım Savaşı sürecinde
Rusların Panslavist bir politikayla Karadeniz’e açıldığını söylediği için Türklerden
yana olan bir Rus düşmanı olduğunu ima etmekte. (Bir yerde, Marx’ın Rus
dostları, onun Rus düşmanı olduğunu bilseler ne yaparlardı acaba tarzında bir sorgulamaya
gidiyor. Ne komik değil mi? Rus dostları dediği, çarlığın zulmünden kaçıp
Avrupa ülkelerinde mülteci konumunda olan Rusyalı devrimciler. Osmanlı-Rus
savaşında Çarlığı eleştirdiğini bilselermiş acaba Marx’la ilişkileri nasıl olurmuş?
Yazarın mantığına göre Marx’la ilişkiyi kesip çar hazretlerine koşarlardı
demekten başka bir şey gelmiyor insanın aklına…)
Bu ve bunun gibi onlarca seviyesizlik
örneği, geri zekalılık düzeyinde çıkarsamalar, aşağılamaya dönük kurgulara
eşlik eden bir dil ve anlatım; yalanları birbirine dolanmış, bilgisiz, argo
yüklü ifadeler yığıntısı bir kitap. İnsan ilk başlarda çevri hatası mıdır diye
düşünmeden edemiyor. Ancak satırlar arasında ilerledikçe bunun yazarın
anlayışı, niyeti ve üslubu olduğunu kolayca kavrayabiliyorsunuz.
Prusyalı bir ajandan alıntılamış: “Şampanya ile hacizler arasında gidip
geliyor” Sonra yazar kendisi ajanın işini sürdürüyor:”Hakiki İngiliz bifteği ve kalaylı büyük kadehlerde köpüklü sert bira
ile donatılan Alman İşçi Derneği’nin konuk salonunda gevşiyordu.” Yine Marx
hasta torunu için kaygılandığından bahsederken “…bu çocuğun da devrim uğruna telef
olacağından korkar” der. Sözcükleri kendince iyi seçmiş. “gevşeme”,
“telef”. Her ikisi de malumunuz hayvanlar için kullanılır. Cımbızlama yaptığımı
sanmayın bu tür ifadeler öyle çok ki, E.W hızını arttırdıkça artırıyor. Mesela
Paris Komünü sırasında bir Fransız gazeteci, ayaklanmayı Marx’ın organize
ettiğini, “Londra’daki mağarasından
yönettiğini”(s.75) yazmış. Şimdi E.W’nin Marx’a karşı çirkef oluşunun hangi
boyutta bilinçli bir seçim olduğunu anlayabiliyor musunuz?
Yalanların, dolanların Marx ve Engels
karşıtlığı hezeyanların ardı arkası yok. Tabi siz de merak ettiniz. Marx’ın
kızı Tussy bana göre Engels’in ölümüne kadar (1895) feminist olmadıysa, bundan
sonraki 3 yıl içinde feminist olamaz mı diye. Tabi bir ay içinde de feminist
olunabilir, bir yıl içinde de. Oysa Tussy Marx’ın feminist filan olduğu yok. Bu
tamamen yazarın feminizme ilişkin bilgisizliğinin, görgüsüzlüğünün, okurunu
aptal yerine koymasının bir ürünü. Tussy
dünyadaki gelişmeler yanında İngiliz işçi hareketini yakından takip etmektedir.
II. Enternasyonal’in örgütlenmesinde de başroldedir. Kızların temel eğitimden
sonra öğrenimlerini sürdürüp meslek seçme hakkı o dönem yoktur. Ancak Marx’ın
kızları ailenin etkisi ve yönlendirmesiyle sağlam bir eğitim almışlar ve hepsi
birçok dil bilmektedir. Özellikle Tussy bu konuda kendini daha çok geliştirmiş
edebiyatla da ilgilenip, çeviriler de yapmaktadır. Kitap ve makaleler yazmanın
yanında işçilerin hak elde etme mücadelesinin de içindedir. Bununla birlikte
kadınların eğitim öğretim hakkının elde edilmesi gibi çabaları, hatta bu
çabaların içinde olan aydın, burjuva kadınları da desteklemektedir. Sınıf
mücadelesinden kopmuş bir kadın hareketi içinde değildir ki o dönem hareket
olarak henüz feminizm de yoktur.
Kitabın içeriği, yazarın böyle bir kitapla
varmak istediği yer konusunda söylenecek elbette daha çok şey var. Ancak
söylenecek ve irdelenecek şeylerin hepsi başta yazar olmak üzere, kitabın
oluşumuna katkı sağlayan çevirmen, yazar, editör konumundaki kişilerin, zaten
aleni olan Marksizm’e ve sosyalizme, ezilen halkların devrimci değerlerine olan
düşmanlıklarını daha da belirgin kılmaktan öte bir işe yaramayacaktır. Sayısız
düzeydeki karalamaların bir kaçına parmak basmak kanımca yeterli olmuştur.
Araştırmalarımdan edindiğim bilgiye göre yazar
Irak’ın ve Afganistan’ın işgaline karşı biriymiş. ABD’nin buradaki işgallerine
karşı olmak maalesef bir yazarı onurlu ve namuslu yapmaya yetmemektedir. Açık
işgal ve saldırganlık kapitalist sömürünün sadece bir parçasıdır. Sömürü
sistemine karşı durmadan, savaş karşıtlığı gibi bir tavır yüzeysel ve
göstermelik olmaktan öte bir anlam taşımaz. Ayrıca hiçbir savaş sömürü
ilişkileri ve sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Nihai savaş karşıtlığı
emperyalizme ve sömürüye karşı çıkmada vücut bulur. Emperyalizme yani dünden bu yana çağımızın
acımasız sömürü ve işgallere karşı isen, durduğun yerin sosyalizm savunuculuğu
olması gerekir. “Tussy Marx” kitabında Marx ve yoldaşlarına küfür edecek, sonra
savaş karşıtlığı modasına sarılacaksın. Bu ne E.Weisseweiler ne de onun
gibilerini hümanist, demokrat yapmaya yetmeyecektir.
.