Sayın Nida Öz,
Önce sevgi…
Öz geçmişimi ve fotoğrafımı sunuyorum.
Özgeçmişim uzun, biliyorum.
Sizden özetleyerek kısaltmanızı rica
ediyorum.
Yayın Kurulu sorununa gelince
Korkarım, Yayın Kurulu’ndan söz
edilince.
Yayın Kurulları ince eler sık
dokur.
Kimisi lehte, kimisi aleyhte
okur.
Olanlar da gönderen yazara
olur.
Oysa gönderilen bir yazıda yazarın umudu
kırılmamalıdır.
Yazar heveslendirilerek önü
açılmalıdır.
Varsa yazıda eksik kusur, kurgulamada
mantıksızlık
Gösterilmelidir, yazara verilmeden
rahatsızlık…
Her edebiyat dergisi bir okul gibi
olmalıdır.
Yazar bu okulda doğru yolu
bulmalıdır.
Efendim, "Yayın Kurulu yazıyı yeterli
görmedi."
Dedin mi bir daha o yazarın yazı yazmaya varmaz
eli.
Demek istediğim bir yazarın önü
kesilmemeli.
Yazar teşvik edilerek
heveslendirilmeli.
Özgeçmişimi okursanız görürsünüz ben kitapsız
öğrenenlerdenim.
Her ne kadar hukuk bitirmişsem de yeterli bir öğrenim
görmemişim.
Ama buna karşın elli yıldır yazarım içimden
geldiğince
Yazılarım sosyal içerikli olduğu için yer verilmedi
yerel gazetelerde.
İşte size verdim biraz hakkımda
bilgi,
Gösterirseniz sevinirim bana
ilgi.
Şimdi kalınız sağlıcakla,
Başarı dileklerimi sunarım Derginiz
Havuz’a…
![](../0001-B-iSARETLER/kalem.jpg)
KAPICILAR
İki
gariban. Ellerinde bir kağıt. Sendikaya geldiler. Sigorta ile
ilgili bir işleri varmış, beni gösterdiler.
Baktım
ellerindeki kağıda. SSK Çankaya Şubesinden gelmiş. Çankaya'da bir apartmanda kapıcı olarak çalışıyorlarmış. Asgari ücretten
yatırılması gereken sigorta primleri yatırılmamış. Ek bordro ile ödenmeyen
primlerin doldurulup gönderilmesi isteniyor. Garibanlardan biri anlattı:
“-
Apartmanda kapıcı olarak çalışıyoruz. Asgari ücret veriyorlar. Onun da primini
yatırmıyorlar. Yöneticiye gittim, gelen kağıdı gösterdim. Deliye döndü, bana
çıkıştı, ‘usandık sizin elinizden… Benim ne suçum var. Bordroyu yapan
kendileri. Eski yöneticinin hatasını ben mi düzelteceğim!’ dedi ve on dakikada
bitecek işi yapmadı.
Ne
yapayım şimdi ben? Emekli olacağım. ‘Git eksiklerini doldur getir!’ diyorlar.
Bu kez
de muhasebeciye gittim. Muhasebeci bir sayfalık kağıdı doldurmak için yüz lira istedi. Bunlarda hiç mi insaf
merhamet yok. İnsan şunu Allah için doldursa ne olur? “
Dairedeki
arkadaşlardan biri atıldı:
“-
Dayı, işini ben yaparım, ama 25 liranı
alırım…”
Kapıcı
sağa sola baktı. Kendisine destek çıkacak birini aradı. Arkadaş ise gayet doğal
olarak:
“-
Ancak aldığım parayı yine sana vereceğim. Sen bu para ile giderken çocuklarının
beğeneceği bir pasta veya tatlı almalısın…”
Gariban
arkadaşın şaka yaptığını sandı. Arkadaş şaka yapmıyordu, emr-i vaki yaparak
kapıcının çocuklarının bir tatlı yemesini sağlamak istiyordu.
Arkadaş
bordroyu doldururken karşımda oturan kapıcı derdini dökmeye başladı. Diğer
arkadaşı da başucumda ayak ta duruyordu, onu da oturtturduk, birer de çay
söyledik. Emekli olmak için çalışan yaşlısı anlatmaya başladı:
“-
Beyim, asgari ücretten ödedikleri ücretin primini yatırmamışlar. Ben de emekli
olacağım diye seviniyordum. Tam emeklilik için başvurdum. Elime bu kağıdı
tutuşturdular. Şimdi beri ne yapayım. Bu zamana kadar yarı tok yarı aç yaşadım…
Nasıl yaşadığımı Allah’la ben bilirim. Kimseye şikayet de edemiyorum… Ağzımı
açsam suç oluyor, yönetici kafamda bitiyor…”
Durdu,
soluklandı ve yöneticinin kendisine söylediklerini anlatmaya başladı:
“- Ev
kirası vermiyorsun, elektrik parası, su parası vermiyorsun. Tanzifat (temizlik)
vergin yok, bekçi parası vermiyorsun, odun, kömür kalorifer derdin yok. Devlete verdiğin vergi de yok. Giydiğimiz giysiden veririz, yediğimiz
yiyecekten veririz. Daha ne istiyorsunuz diye bir de çıkışmazlar mı? Vallahi
beyim ne yapacağımızı şaşırdık…”
Yanımdaki
masada çalışan iş arkadaşım dayanamadı:
“-
Değil mi ki senin yaşantına imreniyor; gel bir gün de sen yaşa demedin mi? Bir
gün olsun senin yaşadığın hayatı yaşasın. Oturduğun odada.otursun da kendisinin
boyunu göreyim…
Kapıcı
içini çekti, eziklik içinde idi:
“-
Nerde beyim nerde… Kalorifer kazanına bakmak için aşağı indiklerinde bizim
odanın önünden geçip giderlerken yüzlerini ekşitiyorlar, kokudan burunlarını
tutuyorlar. Hava yok, güneş yok, rutubet yüzünden nem çok. Derdimizden, anlayan
yok. Buna nasıl bir yol bulacağız da bu yoksulluktan, bu sefaletten
kurtulacağız. Hele şu çarşıya gidip gelme bir alem.”
Yine
durdu, bir sığara içmek istedi sonra vazgeçti:
“- Yahu
şu ekmek arasında ne fark var. Biri der ekmeği falan bakkaldan, diğeri der
ekmeği falan bakkaldan alacaksın.. İşin yoksa bakkal bakkal gez. Hafta tatili,
yaz tatili, yıllık izin, ücretli izin yok. Bir de karşımıza geçip insanlıktan,
milliyetçilikten, mukaddesatçılıktan söz etmezler mi, deliye dönüyorum. Ulan,
diyorum bizim kapıcılara, gelin birleşelim, hakkımızı arayalım, biz de insanız,
biz de yurttaşız, diyorum, arkadaşların hepsinin ödü kopuyor. Neden mi,
sendikalaşmak istediğimizi duyan yönetici tuttuğu gibi bizi kapı dışarı
koyuyor…”
Bu
arada söze kârıştım:
“-
Şimdi şöyle bir yasa çıkarasın. Deyeceksin ki yılda bir gün de kapıcılar bayram
yapacak. Kapıcı Bayramında yöneticiler kapıcılık yapacak Apartmanı yöneticiler
süpürecek, alışverişe yönetici gidecek, kaloriferi yönetici yakacak.
Kapıcıları
bir gülme tuttu. Gülmekten ağızları kulaklarına varıyordu. Güldükçe
güldüler. Önerim o kadar hoşlarına gitti
ki. Hayal bile olsa yöneticinin:
bir gün kendileri gibi yaşama, sözüne
bile sevindiler.
Ben sözlerimi sürdürerek:
“-
Ancak o zaman sizlerin yaşantısını, ezikliğini anlarlar; sizlerin ne güç
koşullar altında çalıştığınızı… Hiç olmazsa, Fransa’da olduğu gibi, birinci
katta bir dairede yaşamanızı sağlarlar, ücretinizi artırırlar. Yıllık izninizi,
haftalık izninizi verirler.
Yanımda
oturan kapıcı atılarak:
“-
Bilmiyorlar mı ki beyim, biliyorlar, biliyorlar da bizim bu sefil yaşantımızı
kadere bağlıyorlar… Böyle yaşamak bizim kaderimizmiş…
Sonra,
arkadaşın doldurduğu ek bildirgeyi aldılar, teşekkür ederek ayrıldılar.
Bordrolarını
dolduran arkadaş arkalarından sesleniyordu:
“-
Çocuklara pasta ya da tatlı almayı unutma ha!...”
Gaziantep Sabah gazetesi. 23.5.1977