LONDRA'daki Orta Avrupa Kültürü Festivali'nde kendi filmlerinin gösteriminden
önce yaptığı konuşmayı "Size huzursuz seyirler dilerim," diye
bitirmiş Michael Haneke. "Sanat eseri vurmalı, çarpmalı, insanın içini
oymalı, kendisini keyifle izlettirip, bittiği anda unutturmamalı," demiş.
Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'da sözünü ettiği "sinemadan yeni çıkmış
insan'ı" geliyor aklıma, onda her şeyi yapabilme, dünyayı değiştirme gücü
vardır lakin sokak sinemadan çıkmamış insanlarla doludur. Sokağın kalabalığı
onu da içine alır, sindirir. Merih Günay'ın "Martıların Düğünü" adlı
öyküsünü bitirdiğimde, tam da vapur Kadıköy'e yanaşıyordu. "Eli
paketliler" huzur içinde toprağa ayaklarını basmaya hazırlanıyorken geçip
karşılarına "Sevgili abilerim, ablalarım," diye narenciye sıkacağı
satıcısı gibi söze girip, sol elimle havaya kaldırdığım bu kitabı anlatmaya
başlamak geçti içimden. Vapur, Merih Günay'ı okumayan, kuvvetle muhtemel
okumamış insanlarla doluydu, cesaret edemedim. Yaptığım tek tedirgin edici şey,
iskele verilmeden vapurdan atlamam oldu.
Trajediler bizim başımıza gelmez sanırız, babamızın işi batmaz, annemiz karşıya
geçerken kamyonun altında kalmaz, çocuklarımız başka hesaplaşmaların serseri
kurşunlarına hedef olmaz. Bombalar uzaklarda patlar, savaşlar başka yerlerde
olur, diğerleri ölür. Başkasının acısını kırk sekiz ay vadeyle aldığımız
plazmalarda akşam çayımızı içerken izleriz, kırk sekiz ay vademiz kaldı mı
bilmeden. Öykünün isimsiz karakteri de öyle sanıyor. "Pahalı kıyafetler
giyiyor, güzel yemekler yiyor, klimalı teraslı bir evi, güzel karısı ve
sağlıklı bir çocuğu var, daha ne olsun?" Taksim'de patlayan bombalarla
yarım kalıyor bu saadet. Önce işinden oluyor, sonra karısı ve çocuğu tarafından
terk ediliyor. Merih Günay bunca badire atlatan karakteriyle ne okuyucuya ahlak
dersi vermeye çalışıyor ne de okuyucuyu uyarıyor. Karakterlerin sosyal hayatta
içinde bulundukları konumlarla birlikte, onları psikolojik boyutlarıyla da
düşünüp, bilinçdışına, kurmacaya, fantastik olana da göz kırpıyor. Anlatımında
yer yer açık ama çoğu kez gizli bir mizaha rastlamak mümkün. Hatta yarattığı
karakter, Tanrı'yla hesaplaştığı bir sayıklamada Tanrı'ya "Nasıl yırttım
ama!" diye kafa tutacak kadar müdanasız bir komik.
Merih Günay'ın ilk öykü kitabı Pabuçlarımın Yazarı 2004 yılında basılmış, 2001 yılında
başladığı aktif yazın hayatına epeyce ödül sığdıran yazarın öyküleri çeşitli
dergilerde de yayınlanmış. Yazmayı ne kadar ciddiye alıyorsa "yazar olma
işini", kendi yazarlığını da o kadar dalgaya alan bir yazar Merih Günay.
Kendi küçük yaşamında, gündelik hayatın rutininde yuvarlanıp giderken,
birdenbire müdahele edemeyeceği durumlar yüzünden düşen, kalkamayan ve
tesadüfen alt katında yaşayan sağır dilsiz Talin'in evine sığınan bu adam, başına
gelenleri unutup, Talin'in ablası Natali'yle beş parasız şehri terk etmeye
karar verdiğinde bu kez her şeyi göze aldığını, ilk seferinde bir hiç için ama
şimdi aşk için yaptığı bu gözükaralığın her şeye değer olduğunu söyler. Aşka
inanan bir aylak! Bela seni hiç terk eder mi? Yeteri kadar parçalanmadın ki!
İskele
verilmeden vapurdan atlamaktan fazlasını yapabilmeli. Huzur
kaçırmalı
biraz, çomak sokmalı düzenin tam orta yerine. "Huzur"
sözcüğü benim
Türkçe'de en sevdiğim sözcüklerdendir ama huzurum
zihnimdeki soru işaretleri
kadardır. Ne kadar çoksa kaygım, o kadar çoktur huzurum.
Soru işaretlerini
çoğaltan, küçük burjuva masallarından, okura
pembe pamuk şekerler sunanlardan
farklı, gayet sert bir öykü "Martıların
Düğünü". Murat Tuncel "Bir
içim su," demiş öykü için.
Öykünün kurgusu, Merih Günay'ın anlatımdaki
dolaysız ifade biçimi açısından yoruma tamamen katılmakla
birlikte, içeriği
açısından bu hikaye tam bir tuzlu kahve.
İçebilene...
Elif Türkölmez /
Notos Öykü
Merih Günay, Martıların Düğünü
Havuz Yayınları, 2007, 80 s.
29/7/2008 - Karanlık Öyküler
Karanlık
Öyküler
Hani, kolu kopsa sakin kalabilen insanlar vardır. En
yakınının ölümünü sessizce kabullenen, şiddetin alasını sıradan bir olay gibi
karşılayan... Ya da öyle olduklarını sandığımız, dışardan görünene
aldandığımız... İçlerinde fırtınalar kopsa, olayları akıl süzgecinden geçirmeyi
bildiklerinden ya da hayata ancak bu türden bir katlanma refleksi
geliştirebildiklerindendir muhtemelen o duruşları. Merih Günay'ın öyküleri bana
böyle insanları hatırlatıyor, tuhaf bir soğukkanlılık aşılıyor okuyana. Günay,
okuru karşısına alıp, hatta yolda yürürken koluna girip şöyle fısıldıyor: "Ey
okur! Sakin ol, hayat uğrunda heyecanlanmaya değmeyecek kadar kötü."
Merih
Günay'ın Hiç adlı kitabındaki öyküler kitabın adından da anlaşılacağı
gibi, sözcüklerin yetersiz kaldığı anlara işaret ediyor. Hiç sözcüğü günlük
hayatta o kadar çok anlamı birden karşılar ki, çoğu kez zihnimizdeki tüm
ağırlığı onun üstüne yükleriz, "hiç" der geçeriz. Hiç olmak varoluşun en yüksek
mertebesi aynı zamanda. Hiç olmayı, hiçe ulaşmayı göze almak ruhu bir dizi
terbiyeye yatırmayı gerektiriyor ki, mevzu epeyce uzun. Yazarın "hiç"iyse,
bildik hamleleri yapmasına rağmen her seferinde hayata mağlup oluşumuzun,
kanıksanmış şiddetin, saflığın, sevgi, dürüstlük ve vicdanla birlikte,
mülkiyeti, tecavüzü, öldürmeyi de bulan insan aklının altını oyuyor.
Günay,
açılış öyküsü "Leon"da, kurnazlıkla saflığı hiç taraf tutmadan, iki farklı insan
olma biçimi gibi değil de, zaman zaman herkesin her ikisinden de olduğu,
olabileceği bir durum gibi anlatıyor. "Güvercinler" adlı öykü çok karanlık ve
Günay karanlık öyküleri çok güzel anlatıyor. Bu öykünün "Sevgili Suzi"yle ortak
bir noktası da var ki o da hayvanlara uygulanan şiddet. İnsanın tüm kötülükleri
bulan aklı ve zevk için yok etmeye çok yatkın ruhunun hayvanları aciz bırakışını
okumak şiddet üzerine düşündürüyor insanı. "Nasıl bu kadar kötü olabiliriz?"
diye sorarken aslında bu şiddetin kaynağının sadece kötülük olamayacağını
anlıyoruz. Mesela "Kumanda Mahmut" adlı öyküde Mahmut'un başına gelenler...
Kader, akıl, sezgi, bilgi... Bir tane değil ki yolumuzu çizen, hangisi ağır
gelirse o yana eğiliyoruz. Mahmut, akıldan yana talihsizdi, yoksa olacak şey mi
onun başına gelen?
Merih Günay'ın son öykü kitabı Hiç'te yer alan öykülerin
çoğu ödüllü. Edebiyat çevrelerinin verdiği ödüller elbette değerli ama çok
klasik bir şey söylemiş olma pahasına yazarın asıl ödülünün okunmak olacağını
belirtmek isterim. Günay'ın ödülünü verelim.