Berlin’de küçük
bir kutup ayısı hayvanat bahçesine konduğunda, iki bin yedi yılının şöhreti
hayvanı olacağı da belliydi. İnsanların bu beyaz ayıcığa ilgisi göz yaşartıcı
cinstendi. İsmi Knut olan bu pamuk ayıcık sadece diğer tüm hayvanlar değil
insanları da kıskandıracak bir ilgi yumağının ortasına düşmüştü. Bu yumağı
oluşturan insanlardan biri de bu memlekete zamanında misafir işçi olarak gelmiş
olan ve şu an emekliliğini yaşayan Hasan Amca’ydı. Ayıcık Hasan Amca’nın da
kalbinde yer bulmuş, onun engin sevgisini kazanmıştı. Gerçi Knut’un tüyleri boz
değildi ama yaşı ve başına gelenler Hasan Amcayı ta o uzaklarda unutulmaya terk
edilmiş anıların pencere önüne kadar getirmişti. Hasan Amca bir süreden beri bu
pencereden hayata bakar olmuştu.
Hasan Amca
Heidelberg’ten geldiği koca Berlin kentinde yeni işletmeye açılmış bir yaşlılar
Bakım Evi’nde yaşıyordu. Akşamları kantine inip Alman bakıcının izniyle
şekersiz bir bardak siyah çay içip bir saat kadar televizyon izliyordu. Bazen kendisi
ile bu mekanı paylaşan bazı kişilerin akrabaları ile karşılaştığında ya da onu
ziyarete geldiklerinde eski arkadaşlarının anlattığı kadarıyla hataya bağlıydı.
Onun bu ellerde pek meşhur olan Türk televizyonlarındaki dizilere ve haberlere
bakma şansı pek yoktu. Yaşadığı bu yurtta üzüntü duyduğu tek şey her geçen vakitle
belleğinin ona hazırladığı tuzaklara düşmekti. Bu tuzaklar en yeniyi unutturan,
en eskiyi pat diye canlandırıp karşısına koyan med-cezir dalgalarından başkası
değildi.
Hasan Amca arada
bir onu ziyarete gelen arkadaşlarından bazıları ile geçmişin raflarında duran
imgelerin tozunu alıyor, sıradan dertlerini paylaşıyor ve arkadaşlarının hasta
bakıcı kadınlar hakkında sordukları ayıp sorulara cevaplar vermeye çalışıyordu.
Arkadaşlarının bu tavrından utandığı zamanlar oluyor, o zaman da kalkıp onları
peşinden sürükleyerek bahçeye çıkıyordu. Arkadaşları da ona her defasında „Yahu
ne güzel oturuyorduk yemekhanede, bahçede bok mu var Hasan!“ diye
çıkışıyorlardı. Hasan arkadaşlarının yemekhanede dolaşan kadın personeli süzüp
iç geçirmekten başka bir halt yapmadıklarına hayıflanıyor “İçerde ne bok var
sanki?” diye mırıldanıyordu. Ona göre arkadaşları bazen bu röntgenciliği o
kadar uzatıp tadını çıkartıyorlardı ki Hasan Amca yerin dibine geçiyordu. Son
çare olarak onları bahçedeki otların arasında gezdire gezdire bıktırmak sonra
da gözleri arkalarına aka baka geri yollamak kalıyordu.
Her şeye rağmen bu
“action” onun için kıymetliydi. Arkadaşlarını savuşturduktan sonra içine
tarifsiz bir keder çöküyor, tekrar yemekhaneye dönmek istemiyordu. Dönse de
kimseyle muhatap olmaksızın inatçı, ihtiyar bir keçi gibi burnu önde, sessiz
sedasız odasına çekilip Ankara’nın sokak isimlerini, Cebeci postanesindeki
memurların suretlerini hatırlamaya çalışıyordu. Bazı günler farkında olmadan
bakıcı ve hemşirelere ta o günlerden hatırladığı bazı isimlerle hitap eder,
farkında olmadan başladığı Türkçe diyaloglardan sonra kendine de şaşırıp
kalırdı. Yaşlandıkça çocukluk ve gençlik anılarından sökün edip gelen bu akıl
oyunlarına kapıldığının farkındaydı. Bu nedenle kendisine unutkan ve hasta
muamelesi yapılmasına alınıyor ve tepki gösteriyordu. „Ne yani, insanın geçmişini
hatırlaması da mı suç?“
Arada bir aldığı
gazeteler ve yemekhanede izlediği yayınlarda beyaz pamuk ayıya olan ilgisi de
artmıştı. Bu ilgi yaşlılar yurdu çalışanlarının da dikkatini çekmişti. Hemşire
Karoline de son günlerde bulvar gazetelerinde boy boy resimleri yer alan ve
adeta bir milli kahramana dönüşen Knut’la ilgili yayınları Hasan Amca için
toplamaya başlamıştı.
Hasan Amca az
buçuk Almancası ile Knut hakkındaki televizyon haberlerini takip ediyor ve bazı
fotoğrafların yer aldığı gazete sayfalarını özenle kesip biriktiriyordu. Yine gazetelerde
yazdığına göre Knut ismi verilen yavru ayı Berlin Hayvanat Bahçesi’nde
bulunuyordu. Yediden yetmişe ülkenin dört bir yanından bu yavru ayıyı görmek
isteyen meraklılar Berlin’e gidiyor, Hayvanat Bahçesi’nin kapısında kuyruklar
oluşuyordu. Tüm bunları izlerken Hasan Amca sanki geçmişe bir pencere açılmış,
geleceği olmayan birinin tutkusu ile sadece bu tek pencereden hayata bakarak
yaşıyor gibiydi. Üst üste çakışan bu görüntülerin arasında zamanı bir değirmen
gibi öğütmeye başlamıştı Hasan Amca.
Günlerden Cumartesiydi.
Hasan Amca o gün kim bilir belki de İzmir’li olduğu için adeta ailesinden biri
gibi sevgi beslediği uzun boylu Berrak ismindeki genç hasta bakıcıyı dört gözle
bekledi. Bu bekleyiş anında o kadar çok sabırsızlanıyordu ki, çalışanlardan
kime rastlasa adeta endişe içinde Berrak Hanım’ın işe gelip gelmeyeceğini ya da
ne zaman geleceğini sorup soruşturuyordu. Sonunda geçmeyen dakikalar geçmesini
bilmiş, gelmeyen saatler gelmeyi başarmıştı.
Berrak Hanım’a bu
durum hemen haber verildi. Yaşlı bir keçi inadı olan Hasan Amca o gün daha
ağzına lokma almamıştı! Hemşireler, hatta yönetici kadın durumu hemen Berrak
Hanım’a aktarmış, Hasan Amca’nın sabahtan beri şeker ve tansiyon ilaçlarını
almadığını haber vermişlerdi. Berrak Hanım da fazla zaman kaybetmeden kır saçlı
kapı gibi adamın, Hasan Amca’nın yanına gitmişti. Hasan amca Berrak Hanım’ı
görünce Knut’u görmüş kadar sevinmiş, kır saçları daha bir canlanıp
parladığından başının üzerinde haleler oluşmuştu. Hasan Amca hemen onun uzun
kibar parmaklarını avucuna alıvermişti:
- Servi boylu kara kızım! Senden
deden hayrına beni bu hafta sonu Hayvanat Bahçesi’ne götürmeni istiyorum! Alman
hemşireye de söyledim ama o beni dinlemiyor. Bak sonra sana hakkımı helal etmem
kızım!
Berrak, Knut
adında bir yavru ayının Hasan Amca için önemini başlarda pek anlamamış, pek
çözememişti. Bakım Evi’ne gelen birkaç arkadaşı dışında kimsesi olmayan Hasan
Amca’nın Knut sevgisini anlamak için haftalar geçmesi gerekmişti. Berrak akraba
izni olmadan Hasan Amca’yı tek başına Hayvanat Bahçesi’ne götürmeye cesaret
edemiyordu. Geçen hafta söz vermek zorunda kalmış ama sözünü tutamamış, konuyu
bir bahane ile „Doktorda randevum vardı“ diye geçiştirmişti. Nu kez sözünü
hangi sebeple erteleyecekti bilemiyordu. Sonunda „Söz, seni Knut’a götüreceğim.
Ama önce çorbanı içeceksin sonra da şeker ilaçlarını alacaksın.“ diye Hasan
Amca’ya içinde pazarlık kokan bir teklifi dile getirmişti. Hasan Amca bu
teklifi sevinçle karşıladı ve Berrak’ın dediklerini harfiyen yerine getirdi.
Bir süredir
arkadaşlarından gelen gidenler azalmıştı. Hoş, sadece İzmitli Cemil arada bir
Hasan Amca’nın yanına geliyordu da laflıyorlardı. Hasan Amca bugüne kadar
Knut’a olan ilgisini arkadaşlarına bir türlü açamamıştı. Onların bakıcı
kadınlarla yarenlik etmesinden, Türkiye’deki siyasi tartışmalar nedeniyle kavgaya
tutuşmalarından bıkmıştı. Onlara ne zaman ayıcıktan söz edecek olsa kendisi ile
alay etmelerinden çekiniyordu. Kadınlara yönelik şakalardan uzak durduğunda
„Ooo yaş yetmiş iş bitmiş Hasan, seni viyagra da kurtaramaz artık, bari öl de
helvanı yiyelim“ diye makaraya alıyorlardı.
İzmitli Cemil onlardan
biraz farklıydı. İzmitli Cemil Almanya’ya altmış üç senesinde ailenin bir çift
öküzünü satarak gelmişti. O da henüz şehirli işçi geleneği olmayan bir yerden
gelen herkes gibi hayatı boyunca en az on iş yeri değiştirmişti. İzmitli Cemil
bir ara Hollanda’da’ya gezmeye diye gidip bir bar kızının koynuna girince tam
iki ay geri dönmeyerek işinden olmuştu. Ne zaman ki o güne kadar biriktirdiği
paralar suyunu çetmiş, o zaman burnu yerde Heidelberg’e tekrar dönmüştü. Yaşı
kemale ermiş ve hayattan bir ders daha almış olduğunu düşünerek düzenli
çalışmak üzere mezarlık bekçiliğine başlamıştı. İzmitli Cemil erken emekli
oluncaya kadar da bu işte kalmıştı. „Ölülerden hiç kimseye zarar gelmez“ diyen
İzmitli Cemil bekçilikten bahçıvanlığa geçip buradan emekli olmuştu.
İzmitli Cemil bahçıvanlık
mesleğinde tam yirmi yıl çalışmış ve sonunda hayatının maceralarını
kaldıramayan kara kuru gövdesinin isyanına boyun eğerek erken emekli olmuştu.
Emekli zamanlarında kendini ruhlara ve öbür dünyaya adamış olan İzmitli Cemil
hayatından pek memnun olan ender insanlardandı. Her Türk babanın hayalindekine
o ulaşmış ve iki çocuğuna yüksek tahsil yaptırmış, kızını evlendirmiş, oğluna
da özel bir hastanede işe yerleştirmişti. Tüm bunlara rağmen Türkiye’ye dönmeye
yanaşmamıştı. Yaşlılık günlerini hanımı ile birlikte Berlin’de geçirmeye karar
vermişti.
Akrabaları,
dostları ve hatta çocukları İzmitli Cemil’in memlekete dönmesi için çok
uğraşmışlar ama Cemil inat etmiş dönmemişti. „Türkiye’de yaşama zamanım geçti,
ayda en az bir iki kere doktora gidiyorum. Sigortam var, Allah’a şükür
emekliyim de, hastane köşelerinde sürünmeye, ele muhtaç olmaya hiç niyetim yok.
Yazın gider güneşte kemiklerimi bir güzel ısıtır, sonra çeker gelirim“ diyordu.
Oğlu
Yunanistan’dan Türkiye’ye giderken geçirdiği
trafik kazasında öldükten sonra
yalnız kalan Hasan Amca’nın durumuna
üzüldüğünden başka büyük
üzüntüsü yoktu
İzmitli Cemil’in. Bu yalnız ve feleğin sillesini birkaç
kez yemiş adamcağızı tek
başına bırakmak istemiyordu. İkisinin tanışıklığı en az Türklerin
Almanya’ya
gelişi kadar eski bir tarihe dayanıyordu. İzmitli de birçok eski
toprak gibi
Berlin’e ilk gelenlerden olduğunu iddia ederdi. Hasan Amca ve
diğer arkadaşları
da bu konuda aralarında tartışırlar ancak hakemlik yapacak daha eski
bir şahıs
bulamadıklarından herkes kendi fikrinde kalırdı. Tercüman
Ercüment Kuşadası’nda
öldükten sonra zaten kendilerini öksüz
hissediyorlardı. Aradıkları hakem de
kaybettikleri Ercüment ağabeyden başkası değildi.
Ercüment’i
hatırlayınca Hasan’a döndü İzmitli: „Bir gün kalkıp ziyaretine gidemedik rahmetlinin…
Çapkın adamın biriydi toprağı bol olsun. Ama kimseyi de yolda koymadı, bir tek
şu Aydınlı öğretmene zararı dokundu.“ dedi. Hasan Amca yemekhanedeki televizyonda
yerel kanallardan birinin Hayvanat Bahçesi’nde yaptığı özel bakıyordu. Kır
saçları yeniden parlamaya başlamıştı. Saçlarındaki halenin altında çukurda
kalan kara gözlerinde Knut’un gözlerindeki gibi şafağı atmaya yakın bir karalık
vardı. O sırada Hasan Amca Berrak’ın kulağına eğildi ve ona bir şeyler
fısıldadı. Berrak gülümseyerek odadan çıktı.
İzmitli Cemil
kendisini dinlemediğini fark ettiği Hasan Amca’ya öfkelenmişti. „Sana ne
anlattığımın farkında mısın bunak herif“ dedi. Hasan Amca oralı olmamıştı ve
hala dikkatle Knut’un kafesini sarmış kalabalığın merakını paylaşmakla
meşguldü. İzmitli Cemil öfkesine dahi aldırış etmeyen Hasan Amca’yı bir parmağı
ile dürttükten sonra „Hasooo!“ diye seslendi. “Ula sana rahmetli çapkın
Ercüment Abi’yi anlatıyorum duymadın mı? Tercüman var ya hani? Dul kadınları
taze gelinleri ayartmak için günde kırk takla atan Ercüment! Kuşadası’na
döndükten sonra öldü adam… Bir yanına gidemedik diyorum. Bak o koca Ercüment
Abi’ye de kalmadı dünya, gör işte! Sen beni dinlemiyorsun bunadın sen iyice
ha!“
Hasan Amca yarı uykulu
yarı uyanık halde mırıldanarak cevap verdi sonunda „Ona da kalmadı ya…“ Bunun
üzerine İzmitli Cemil tekrar keyiflendi. „Sen Haso ile Hüso’nun hikâyesini
bilir misin Haso?“ Hasan Amca’dan sadece bir gram ses çıkmıştı „Cık!“ Bunun
üzerine İzmitli Cemil daha hikâyeyi anlatmaya başlamadan gevrek gevrek gülerek
ortamı ısıtmaya çalıştı.
„Sen bunu kırk
defa duydun benden be! Ama bunamışsın. Bir daha anlatayım da dinle o zaman…
Haso ile Hüso bir gün şehre gitmek üzere yola çıkmışlar. E, tabi yol uzun.
Biraz gittikten sonra canları sıkılmış. Haso can sıkıntısından Hüso’ya yarenlik
etmek istemiş. Dere tepe yürürlerken bir öküz pisliği gören Hasan durmuş
birden, Hüso’yu yanına çağırmış.
- Ula
Hüso bak şu öküz bokunu görüyor musun?
Hüso da cevap vermiş:
- Ee, görüyorum ne
olacak?
- Dinle, yarın sen
öleceksin! Ee!
- E’si seni bir
mezara koyacağız.
- Ee?
- Mezarda
çürüyeceksin. Yerinde otlar bitecek…
- Ee!
- Bir sarı öküz gelip seni
yiyecek. Sonra da geze geze gelip aha da buraya pisleyecek.
- Ee!
- E’si ben de köyden şehre
giderken yolda aynı böyle sana rastlayacağım. Sonra da yanına gelip diyeceğim
ki, Ula Hüso ne idin ne oldun! Heh heh he!
Hasan Amca pek
oralı değildi. Dinliyor gibi yapıp televizyondaki görüntüleri kaçırmamaya
çalışıyordu. İzmitli Cemil de bu durumun farkındaydı ama hikâyenin devamını
anlatmaya kararlıydı.
- Bir süre gene yürüdükten
sonra bu sefer bizim Hüso bir öküz boku görür. O da fırsat bu fırsat diye
Haso’yu yanına çağırır.
- Haso şu öküz bokunu
görüyor musun?
- He!
- Bak dinle. Yarın sen
öleceksin. Seni götürüp garip bir mezarlığa gömeceğiz. Çürüyeceksin, sonra da
yerinde otlar bitecek…
- Eee?
- Bir sarı öküz gelip seni
yiyecek. Sonra da geze geze gelip aha da buraya pisleyecek.
- Ee?
- Ben de köyden şehre
giderken, tesadüf bu ya seni göreceğim… Sonra da başında dikilip sana diyeceğim
ki, ula Haso, hiç değişmemişsin! Heh heh hee!
İzmitli Cemil
kendi anlattığı hikâyeye gözlerinden yaş gelircesine yine kendi güldü. Bir
yandan gülerken diğer yandan da kemerli burnunun iki yanından akan sıcak
yaşları silmeye başladı. „Yahu Hasan, sen bu hikâyeyi çok severdin ya! Gene domuzluğun tuttu…”
Hasan Amca
gülmüyordu. Hasan amca gülmediği gibi kıpırdamıyordu da. Gözü duvara monte
edilmiş otuz altı ekran eski bir televizyona bakıyordu. Televizyonda Knut’u
gösteren yayın kesilmişti. O sırada odaya giren Berrak şaşkınlık içinde koşarak
Hasan Amca’nın yanına geldi. Hasan Amca Berrak’tan Knut’la ilgili biriktirdiği
haber ve resimlerini istemişti. Berrak Hanım elinde tuttuğu onlarca sayfadan
oluşan dosyayı bir masaya fırlatıp Hasan Amca’ya koştu. İzmitli Cemil daha ne
olduğunu anlayamadan yerinden fırlayıp kara kuru gövdesini en eski gurbetçi
arkadaşının önüne attı.
- Hasan! Hasan ne oldu
kurban sana? Hasan!
Hasan Amca
sandalyesine kaykılmış adeta donup kalmıştı. Kaskatı yüzünde gizli bir
memnuniyet ifadesi vardı.
O Cuma günü Hasan
Amca’yı hastaneye kaldırdılar. Fıkradaki Haso gibi ölmemişti ama bir ayağı
çukura girmişti. Zavallı İzmitli Cemil de Neukölln Hastanesi’nin koridorlarında
sabırsızlıkla arkadaşından gelecek iyi bir haber bekliyordu. Hastane’ye
kendisinden önce gelen Berrak Hanım’ı Acil Servis kapısında gözyaşları içinde
bulduğunda, Hasan Amca’nın öldüğüne kanaat getirip eli ayağı boşalmıştı.
Berrak Hanım
kendini toparlayıp İzmitli Cemil’in sorularına tek tek cevap verdi. Hasan Amca kısmi
felç geçirmiş, deyim yerindeyse öteki dünyaya bir gidip gelmişti. Beyin
işlevlerinin bir kısmı arıza verse da hayattaydı. Hasan Amca’nın bir süre daha
yoğun bakımda kalması gerekiyordu. Berrak Hanım sürekli kendi kendine
söyleniyordu: „Hasan Amca ölseydi kendimi affetmezdim. Ona söz verdiğim halde
sözümü tutamadım.“
Berrak Hanım Bakım
Evi’ndeki masada duran dosyanın İzmitli Cemil’in elinde olduğunu fark edince
elini ona uzattı: „Affedersiniz, bu gazeteler Hasan Amca’nın, ne olur kaybolmasın“
diye yakarır gibi ricada bulundu. İzmitli Cemil genç kadının bu isteğini ukala
bir tavır olarak görmüştü ama durumun hassasiyetinin de farkındaydı. „Kaybetmem
kızım. Bu ayı resimlerini ölürse onun mezarına yanına gömeceğim. Bizim
Hamido’ya benziyor, belli ki Hamido’yu pek özlemiş.“
Hamido dedikleri
bir yavru boz ayıydı. Yıl 1974’tü. O
sene Hasan Amca, İzmitli Cemil, Ramazan ve Niğdeli İnce Nuri İstanbul’da tıpkı düğün
vesilesiyle bir araya gelmişlerdi. Ramazan’ın polis oğlu Serkan’ın bir düğünde
buluşan „Gurbetçi Tafası“ dedikleri dört kafadar düğünden sonra yine birlikte
Almanya’nın yolunu tutmuşlardı. Şu anda yerini pek hatırlayan yoktu ama
Yugoslavya’da mola verdikleri bir koruda, daha sonra Hamido adını verecekleri
yavru boz aya rastlamışlardı. Hasta ve dermansız, muhtemelen evcil olan
hayvancağıza sahip çıkmışlardı. Terk edilmiş olduğunu düşündükleri yavru boz
ayıyı sınırdan geçirip Almanya’ya sokmuşlardı. Hikayenin gerisini İzmitli Cemil
şöyle anlattı Berrak Hanım’a:
„Hayvancağızı
dördümüzün beraber kaldığımız hayıma
soktuk. İlk zamanlar kimsenin dikkatini çekmedi bu. Hayvancağızı yedirdik
içirdik, adeta evin bir çocuğu olmuştu. O dünyadan habersiz İnce Nuri bile bu
havana pek alışmıştı. Hepimiz ceplerimizde Hamido için kırıntılar taşımaya başlamıştık.
Hamido o kışı bizim odalarda geçirdi, hayımda
görevli Almanlar görmesin diye köşe bucak saklayarak onu, hatta defalarca
tuvalette ve duş kabininde gizledik onu. Biz ara sıra evde sıkılır oynaşacak
kadın bulmak için sağa sola giderdik Hasan hayımda
kalır Hamido’ya bakardı. Daha sonra bu olay yavaş yavaş fark edildi ve duyuldu.
Mahalledeki çocuklar hayımın
bahçesine doluşup Hamido’yu görmek için bekleşmeye başlamışlardı. Artık iş
büyümeye başlamıştı. Hayım idaresi
bir süredir bizimle Hamido yüzünden tartışıyordu. Onlara Hamido’yu elimizden
alırsanız isyan çıkartırız dedik. Sonunda onlar da istemeyerek de olsa bize göz
yummaya başlamışlardı.“
İzmitli Cemil
anlatırken uzun süre önce bıraktığı sigarayı o gün ilk kez tekrar eline almış
ve bir kibrit çakıp yakmıştı. Sanki ilk defa içiyormuş gibi kesik kesik
öksürdü. Sonra başı fır fır dönmeye başladı. Bir süre kendine gelmek için
bekledi. Hamido’yu anlatmak, o hayatlarının en tuhaf yıllarına dönmek onu da
heyecanlandırmıştı.
İzmitli Cemil
Knut’un birikmiş gazete fotoğraflarına bakarak anlattığına göre Hamido sadece
mahallede değil İnce Nuri’nin dediği gibi koskoca Haydarberg’te de ünlenmeye
başlamıştı. İzmitli „İnanmayacaksın ama kızım, Almanlar delirmiş gibi bizim hayımın yolunu tutuyordu. Okullar Hamido
için hayıma gezi düzenliyor, çocuk
yuvaları her hafta gruplar halinde hayımın
avlusuna Hamido’yu görmeye geliyorlardı. İşte Hasan’ın işi gücü bu kalabalık
insanların önüne çocuğu gibi bakıp beslediği Hamido’yu çıkartmak, hem onları
eğlendirmek hem de kendini eğlendirmekti.“
Berrak Hanım Hasan
Amca’nın Knut’u görmek için bu kadar ısrar etmesinin boşuna olmadığını
anlamıştı. Bugüne kadar unutkan olan, şeker hastası, aşırı duygusal tepkiler
veren, geçmiş ve bugünü sık sık birbirine karıştıran bir adamın Hayvanat
Bahçesi’ne gitmek istemesini de bir çeşit takıntı, inat ya da çocukça bir heves
olarak görmüşlerdi.
İzmitli Cemil
ertesi yıl devletin Hamido’yu ellerinden aldığını ve bir hayvanat bahçesine
kapattığını da anlattı. „Hamido’yu bizim görmemizi istemiyorlardı. Hayvan yeni yerine
alışmalı ve sizi görüp kafası karışmamalı“ diyorlardı. Bizden özellikle rica
ettiler. Gelmeyin dediler. Hasan o günlerde de dünyaya küstü. Ama bu küslük uzun
sürmedi, daha sonra oğlunu yanına aldı, onu bir işe koydu. Oğlu geldikten sonra
Hamido’ya tuttuğu yastan vazgeçti. Hasan geri Hasan oldu.“
İzmitli Cemil
Berrak Hanım’ın bir sorusu üzerine Hamido’yu daha sonra da gördüklerini
anlattı. „Bir gün belediye’den dördümüze de bir mektup geldi. Mektup da değil
de davetiye işte. Bize hem Hamido’ya baktığımız ve hayvan sevgimizden dolayı
teşekkür ediyor hem de bizi Hamido’nun şehirde yapacağı bir gösteriyi izlemeye
davet ediyordu. Sonra anladık ki, belediye Hamido’yu bir sirke satmıştı. Bir
sene sonra da o sirk gösteri yapmak üzere tekrar Heidelberg’e gelmişti. O
daveti aldığımız gün Hasan Amca’nı görmeliydin kızım. Sanki düğüne gidiyoruz,
Hasan hepimize takım elbise ve kravat giydirdi. Düşünsene bir hayvanı görmeye
gidiyoruz diye bize kravat taktırdı! Böyle medeni insan Avrupa’da bile yoktur
Berrak Kızım!“
Saat ikindi vakti
olmuştu. Ama ne Berrak masadan kalkabiliyor ne de İzmitli anılarından usanmak
biliyordu. „Hamido’yu göreceğimiz gün geldi çattı. Biz elbiselerimizi giydik
„Dört Gurbetçi tayfası“ dediğimiz arkadaşlarla buluşup sirkin yolunu tuttuk.
Hani çocuğunuzun diploma töreni olur da gururla yollardan kasıla kasıla geçerek
yürürsünüz ya, başta Hasan hepimizde öyle bir hava vardı.
Oraya vardığımızda
sirkteki bazı görevliler bizi bir kenara çekip uyardılar. „Sakın ha, en ufak bir
hareket gösterip Joe’nun sizi tanımasına sebep olmayın. Gösteri sırasında hayvanın
dikkati dağılır ve kaza geçirir. Onun kaza geçirmesini istemiyorsanız çıt
çıkarmadan oturacaksınız“ dedi. Joe lafına Hasan köpürmüştü. Ama görevlinin
umurunda bile olmadı bu, biz de hele bir Hamido’yu görelim sonra kavga edersin
adamlarla dedik ve içeri girdik. Yarım saat geçti geçmedi bizim Hamido bir
bisiklet üzerinde göründü. Hasan ve İnce Nuri gözyaşlarını tutamadılar. Tek
eklime konuşup heyecanımızı dile getiremiyorduk. Hamido bisikletle bir tur
attı. Sonra bir tur daha attı. İçlerinde en muzır adam benim ya, Hasan’ın
kulağına eğildim „Ula Hasan, yirmi senedir bu memlekettesin bir bisiklet
kullanmayı öğrenemedin, bak bizim ayı bir senede nasıl öğrenmiş, şu yavru ayı
kadar olamadık he!“ dedim. Hasan hem gülüyor hem de gözlerini siliyordu, bana
bir dirsek çakmayı da ihmal etmedi zavallı.“
O günden beri çok
zaman geçmişti ama Hasan Bakım Evi’ne yerleştikten sonra kendi kendiyle daha
çok konuşmaya başlamış, bazı özel anılarını da daha sık anar olmuştu. Bir de tesadüf
eseri Knut hikâyesi medyada çıkınca, o kalabalıklar, o coşku, hayvanın o mazlum
duruşu, Hasan Amca tümüyle kendini Hamido’yu düşünmeye vermişti. Arada sırada
gelen arkadaşlarının bu hikâyeden bir şey anlamayacaklarını düşündüğünden
sadece fotoğraflara bakıp kutup ayısının gözlerinde boz oyanın çocuklunu
yakalamaya çalışmıştı. En sonunda Hayvanat Bahçesi’ne gitme arzusunu Berrak
Hanım’a söylemeye cesaret etmişti.
İzmitli arkadaşı
hastaneye yattıktan sonra da daha iki hafta hastaneye geldi gitti. Bu arada
Berrak Hanım’dan dinlediği üzere Hasan Amca’yı Hayvanat Bahçesi’ne götürmenin
yollarını düşünmeye başladı. Sonunda bankadan biraz para çekip özel bir
ambulans kiralayıp bir şekilde Hasan Amca’yı bu ambulansla alıp Hayvanat
Bahçesi’ne götürmeyi planlıyordu. Güye Hasan rahatsızlanacak, Berrak ambulans
çağıracak, kiralık ambulans kapıya gelecek. Gerisi çocuk oyuncağı idi. İzmitli düşüncesini Berrak Hanım’a da
açıkladı. Berrak Hanım bu planın olamayacağını ona anlatmaya çalıştı, üstelik olay
anlaşılırsa işinden de olabilirdi. İzmitli bu kez bir iki arkadaşını da
seferber edip yine bir hafta sonu Hasan’ı bahçeden tıpkı Hamido’yu sınırdan
geçirdikleri gibi kaçırıp Hayvanat Bahçesi’ne götürmeyi kafaya koymuştu.
Gurbetçi Tayfası dedikleri gruptan tek hayatta olan İnce Nuri’yi de Berlin’e
çağırıp planını uygulamaya karar verdi.
İki hafta dolmuştu
ve Hasan Amca hastaneden tekerlekli sandalye ile Bakım Evi’ne dönüş
hazırlıkları yapıyordu. O gün İzmitli ve Berrak Hanım da gelmiş ve Hasan
Amca’nın toparlanmasına yardım ediyorlardı. Hasan Amca ölümü görüp geri
döndüğünün farkında olsa gerek ki uzun zamandır ilk kez gülümsüyordu. İzmitli
de ona sanki planını biliyormuş gibi „Gülersin tabi!“ diye hınzırca bakıp el
şakaları yapıyordu. Hasan Amca bir ara „İzmitli, sarı öküzleri ürküttüm geri
geldim bak” diye mırıldandı. İzmitli de ona „Seni ne yapsın öküzler bre! Senden
bi bok olmaz!“ diye karşılık verdi.
O gün öğleden
sonra bir ambulans aracına binip Bakım Evi’nin yolunu tuttular. İşte Allah’ın bir
mucizesi de o gün gerçekleşmişti. Ambulans şoförü bir Türk’tü. İzmitli tüm
planlarını bir yana bırakıp hemen atağa geçti. Güzergâh değiştirtmek için yol
boyunca ismi İsmail olan şoförün ağzından girdi burnundan çıktı. „İsmail, Allah
rızası için, neyse parası veririm, bizi Hayvanat Bahçesi’ne götür evladım,
sadece bir saatliğine yahu!” Fakat İsmail yol boyunca Nuh dedi Peygamber
demedi. „Olmaz Amca sen Almanları benden daha iyi tanırsın, burası Ankara mı ki
kafama göre iş yapayım!“
İzmitli „Bak
seksen yaşında Amcanı yalvartma evladım, şu hasta adamın tek bir hayali kalmış,
vicdanın sızlamıyor mu? De ki bu adam senin baban, sana yalvarıyor… Sen de
Alman istedi diye hık deyip başka bir şey demiyorsun. Günah olmaz mı?“ diye
ısrarla yakardı durdu. Artık Bakım Evi’nin bulunduğu sokağa girmişler İzmitli
Cemil de umudunu kaybetmişti. Şoför İsmail Bakım Evi’nin önünde aracı park
ederken Berrak Hanım da devreye girdi „Şoför kardeş, bak ben de görevliyim,
sorumluluk bana ait, kırma hasta Amca’yı“ diye İsmail’i ikna etmeye çalıştı.
İsmail bir an tereddüt ettikten sonra parktan çıkıp ambulansa gaz verdi. „Battı
balık yan gider Amca“ dedi.
İsmail sonunda vicdanının
hükmü altına girmişti. Bakım Evi’nin bulunduğu sokaktan çıktıklarında
ambulansın içi bir okul aracının içi gibi sevince boğulmuştu. Olup biteni
anlayan Hasan Amca da mutluluktan başını sağa sola çevirip etrafa gülücükler
atıyordu. İzmitli Cemil elinde tuttuğu yüz Euro’yu şoför İsmail’e uzattı. „Al
şunu çocuklarına öteberi alırsın“ İsmail para teklifini kabul etmedi. „Sevap
olur demedin mi Amca, o parayı alırsam bunun sevabı mı kalır?“
İzmitli Cemil cebinden
çıkardığı ekranı kırık eski model bir cep telefonu ile İnce Nuri’yi aradı. „Ula
İnce Nuri, kaçırma planı yattı ona göre, sen hemen atla Hayvanat Bahçesi’ne
gel. Biz şimdi Ayıcı Hasan’ı ambulansla oraya götürüyoruz. Taksiye atla gel,
yollarda sallanma ona göre.“ İzmitli Cemil’in ağzı kulaklarına varıyordu. O da
birden eski günlere dönmüş Hamido’lu hatıraları bir bir sökün etmişti.
Hayvanat
Bahçesi’ne geldiklerinde kapıda yine kuyruk vardı. Beyaz kutup ayısı Knut’u
görmeye gelen kalabalık eskisi gibi onlarca metre kuyruk oluşturmuyordu ama
nereden baksan otuz kırk kişi gişe önünde bekliyordu. Sonunda İnce Nuri’de
gelmişti, Hasan’a eğilip hasretle sarıldı, bir ara ikisi de gözyaşı döktüler. Bir
zamanların kapı gibi Hasan’ı çocuk gibi tekerlekliye bindirilmişti, nedense bu
manzara İnce Nuri’ye hikayenin en çok dokunan kısmı olmuştu. “Seni tekerlekli
sandalyede mi görecektim Abii…”
İnce Nuri aradan
geçen sürede hala olayı tam kavrayamadığını belli edercesine „Hamido hala
yaşıyor mu?“ diye sordu. Ona göre hep birlikte Hamido’yu ziyarete gelmişlerdi. Bu
soruya kimse cevap vermedi. Yavaş yavaş Hasan Amca’nın bağlandığı tekerlekli
sandalyeyi iterek içeri girdiler. Herkes Knut’un bulunduğu yönü araştırıp
soruştururken Hasan Amca sandalyeyi iten İzmitli kadim dostu Cemil’in elini ısrarla
kavradı, onun çipil mavi gözlerine bakarak, „Boz ayılar nerede?“ diye
mırıldandı.