Her şey soğudu, küresel ısınmaya karşın... Savaşların, çekişmelerin soğuğu yakıyor dünyamızı.
Perdeyi açıp ay ışığını içeri davet edecektim ki, vazgeçtim.
Seni hiç sevmedim mavi gökyüzümü çalan gece.
Nesrin Özyaycı
ÖLMESEYDİ
Televizyon’da günlerdir aynı haber; “Ramazan Bayramında pasaportsuz Türkiye’ye
gelen Suriyeliler şimdiKurban Bayramı
dolayısıyla Türk vatandaşlarını pasaportsuzolarak Suriye’ye bekliyorlar” “Özledim... İzini bir bulabilsem,sarılsam boynuna. Vefasız dünya...”diye söyleniyordu Güley. Gelinlik yaşındaki kızı Elif’le
birlikte Öncü Pınar Gümrük
kapısındaydılar. Kızından başka da kimsesi yoktu.Karşıdan gelen kır saçlı soluk benizli
adamla,yılların gölgesinde buluştular.
Kadının aklı eskilere gitti. Heyecanlıydı: “Bu oğlanla evlenirsen seni
evlatlıktan silerim Güley...” “Ölürüm de Süleyman’dan başkasıyla
evlenmem...” “Getirsin öyleyse başlık parasını
saysın avucuma...” Süleyman, kahvelerde çay dağıtarak
başlık parasını biriktiremeyeceğini anlayınca karanlık gecelerde, mayınların
arasında pasaportsuz kara trenlerle
Kargamış’ a gidip geliyordu. Getirdiği kaçak malları anasına teslim ederdi. Kürt
Haney siyah ipekli çarşafının altında sakladığı mallarla, ev ev dolaşır; eşe
dosta övgüyle satardı. Bize her uğrayışında “Hele kızım bir fincan kahve yapsana?
Yanında da bir bardak soğuk su...” Tabakasında sarılı, kız saçı, ince kıyılmış
kaçak tütünü tellendirirdi. Başlık parası için akşama kadar uğraşır dururdu bu
yaşta; Bayılırdım ağzından dökülen sözcüklere. “Bak kızım şu yavru ağzı saten... Nasıl
da güzel olur yorgan yüzüne değil mi?” Deli pembe şifon gecelik için... “Nasıl da yakışır sana?” Teyzeme sattığı;Kahveci Güzeli, Saraydan Kız Kaçırma desenli
duvar halılarına, baka baka teyzemin evinde uyumayı severdim uzun kış
gecelerinde... O tombul, süslü kadınları seyretmeye doyamazdım. Bir süre sonra sanki
ben olurdum halıdaki kadınlardan biri. Beyaz atlı prensle uyuyakalırdım. Süleyman’ın,
taşıdığı kaçak malları bir gören bir daha göremezdi. Her defasında farklı
mallar getirirdi. Haney oğluna çok düşkündü, kıyamazdı ama çaresizlik vardı
işin içinde. Bazen kendisi giderdi sınıra. Kış kapıya dayanmıştı. Kasımla başlayan
dondurucu hava ortalığı kasıp kavuruyordu. Bütün yollar kapandı. Babam işe
gidemedi. Bir adam boyunu geçen kar; yaşamı iyice durdurmuş, günlerce
elektrikler kesilmişti.Annem büyük
leğende mayaladığı hamuru kuzinede günlerce ekmek yapıp yedirdi bize. Fırat’tan
taşan sularla büyük balıklar karaya vurmuş, kahvelerde kilo kilo satılmıştı. Övünmeyi seven bitişik komşumuz Fadile
Teyze, sokağa açılan küçücük briket boşluğunu andıran “konuşma”penceresinden, kara kışa aldırmadan anneme
saatlerce balığı nasıl kızarttığını anlatıyordu. Annemin ayağının dibine çömelmiş,
merakla onları dinlerken gözüm merdivenlerden aşağıya takıldı. Sokak kapısının
önünde Mustafa Amca'nın, babamla hararetli konuşmalarına kulak kabarttım.Merdivenleri usul usul indim. Duyduklarıma
inanamadım! “Halil Usta, bu kızı doğrarım da
vermem Süleyman’a...” “Niçin Mustafa Ağa?” “Çünkü o itin kazancı helal değil.
Diş tırnak, çalışıp besledim çocuklarımı. Kursaklarına haram giremedi.” Ne acımasız adamdı öyle! Babamın ona karşı çıkmamasını da yadırgamıştım
doğrusu.
Zemheri bir akşam ayazıydı.Okuldan eve döndüğümde morarmış parmaklarımı
soba borusuna dokunarak ısıtırken; birden annemin kapıya seğirttiğini gördüm.
Dışarıdan kesik kesik ağıt sesleri geliyordu... “Oğlum gitti...” “Duyun komşular...” “Mustafa alçağı bayram etsin...” Kürtçe ağıtlar geliyordu sokaktan.
Haney Teyzenin sesiydi. Annem soluğu dışarıda almıştı. Biz de ardından koştuk.
Kendini yerden yere atan eli yüzü dövmeli teyzem, bordo poşusundan dağılmış
kınalı saçlarıyla yerde baygınlık geçiriyordu. Üzerinde eteği çiçekli, işli,siyah kadife renkli elbisesi vardı… Eve döndüğümde babam radyonun
sesini iyice açmış, pür dikkat dinliyordu.Sunucu ilgisizce anlatıyordu. Akşam yedi haberleri... “Sınırda kaçakçılarla askerler
arasında çatışma oldu... Kimliği bilinmeyen, bir kaçakçı öldü...” “Abla... Yoksa ölen, Güley ablamın
sevdiği adam mı?” Ablama anlamsızca başını salladı...
Kavrayamamıştım. Annem telaşla içeri girdi. “Hadi yavrum, bana yardım et.
Açlardır… Gece hiç uyumamışlar…” Tel dolaptan havuçlu Özbek pilavını,
sofraya sarılmış pide ekmeği, geceden mayalanmış bir satıl yoğurdu alıp Haney
Teyzemin evine gittik. Beni yanına çağırdı. Sarıldı. Saçlarımı sıvazladı. Gülen
gözleri çökmüş, başındaki poşusunun rengi değişmişti. Siyah bağlanmıştı.
Ağlıyordu. “Gitti kızım gitti... Bu Haney Teyzen
öldü artık. Süleyman’ı vurdular haberin ola! Güley de evden kaçmış? Başını alıp
gitmiş...” “Öldürdü babası ikisini de. Bayram
etsin artık it oğlu it...” deyip başı düştü, dişleri kitlendi. Konu komşu çaput
yakıp, koklattılar. Ayıldı. Kendine gelir gibi oldu.
O kış bizim mahallede zehir geçti. Bahar
erken tomurcuklandı. Ne Güley Abla döndü, ne de Süleyman Ağabeyin cenazesi
geldi mahallemize. Günü solmuş Haney ortalarda görünmez olmuştu. Sabahın kuşluk vaktiydi. Kapı vuruluyordu“çat çat”...Annem yataktan sıçradı. “Hayırdır inşallah... Sabahın bu
saatinde... Kim o?” Yorganın arasından öylesine
bakışıyorduk. Annem şaşkın kapıya seğirtti.
İçeriye saçları uzamış bir genç adam ve göğsünde kundaklı bebeğiyle bir kadın
girdi. Ablam yataktan ok gibi fırladı. Güley Ablamdı gelen. Süslenmiş
püslenmiş, bordo kadifesinin alı yüzüne vurmuştu. Suriye kremlerinden sürünmüş,
taş bebek gibiydi. Süleyman Ağabeyimin ardına düşüp bize gelmişti. Hayret! Rüyamıydı yoksa! Babamın yüzü sapsarı geçmiş, soluğu
kesilmişti. “Hoş geldin Süleyman’ım!” deyip
sarmaş dolaş oldular. Annem şaşkın, heyecanla, “Nereden çıktınız böyle?” “Zor yaşadık ağabey. Zehirdi
günler.” Yutkunarak anlatmaya çalışıyordu. “Güley’le ben deliler gibi
sevdalıydık birbirimize, biliyordunuz. Sonunda asker arkadaşım Cemil’in sınırdaki evinde
kavuştuk birbirimize. Mutluyduk.Saklandık
durduk onun bunun evinde. Bir de kızımız oldu. Uzun süre kaçamadık jandarmadan, polisten.”
“Anam nasıl Halil Ağabey? “Sen sağ ol...” Ortalık birden buza kesmişti. “Allah ufaklığa versin ömrünü...” “Adı ne ?” “Elif...” “Kaç aylık?” “Yirmisi çıkmadı daha” “Nazar değmez inşallah... Haney de
görmeliydi ah ah!” Annem ayağa kalktı, usulca yüklüğe
doğru yürüdü. “Al şu muskayı da çocuğun omzuna dik,
iki de üzerlik sonra atarız...” “Sağ olasın!” Nazarlığı bebeğin omzuna iğneledi. “Babam nasıl abla? Duymaz değil mi geldiğimi?”
“Duymaz. Sen sağ ol... Dayanamadı
olanlara...”
Sürmeli siyah kirpiklerinden dökülen
yaşlar kara üzüm gözlerini bir anda siyaha boyamıştı. Hıçkırarak ağlıyordu. Sarıldık. Ağlaştık. Ortalık dinginleşti. Babam
kardeşlerime, “Hadi çocuklar. Uyanın. Bakın
umulmadık misafirlerimiz gelmiş.” dedi. Babamın düğünü bayramıydı sanki!
“İşte dünyanın hali. Ciğerlerim çok
kötü. İnce ağrı dediler. Kötü hastalık. Bilirsin. Evlenince iyice azdı yaralar.
Ölmeden gelmek istedim buralara. Kargamış’ta ev tuttuk. Arada gidip boncuk, pul
getiriyorum. Arkadaşlarıma satıyorum sağ olsunlar. Ev kadınları para kazanmak
için barlardaki şarkıcıların kıyafetlerine işliyorlarmış. Aslında bu iş öldü.
Kaçakçılıkta para yok! Silahta, eroinde iyi para varmış. Onlar da malum,
sermaye işi. Nerede bende o kadar para pul?” “Bırak bu işleri oğlum. Sen gel
buralara. Dön. Kahvede eski işine devam et...” “Gücüm yok ağabey. Kahvede dumanlarda
hiç çalışamam. Ayrıca benim öyle yerlerde çalışmam doğru olmaz. Malum, hem
aranıyorum hem de bu lanet hastalık bulaşıcı, biliyorsun.” “Bize helal para gerek oğlum. Ne
yapacaksın boncuğu cıncığı? Sıcak aşını ye keyfine bak. Dünya üç günlük... Gerisi...
Boş...” Güley ablam rahatlamıştı. Birden söze karıştı. “Haklı söylüyor Halil Ağabeyim. Babam
ölmüş kim karışabilir bize artık? Ben çalışırım. Bir odalı ev neyimize yetmez?
Evde iş işlerim, fıstık kırarım olur biter...” Babamın aklı yatmıştı. Başını salladıktan
sonra seslendi. “Hadi kalkın yataktan artık.
Hanımmm!... Şöyle sahanda yağda bir
yumurta yapsan. Yanına, yeşil zeytinle fokur fokur da çay nasıl ısıtır içimizi
sabah sabah. Soba ateşli daha. İki odun atalım sönmeden. Bırak be oğlum. Nenize
gerek çini çanak? Olmaz olsun yavruağzı yorgan yüzü... Çit basma bize çok
bile.” Kapı vuruluyordu. Alacaklı gelmişti sanki!
Soluksuz bakıştılar. Babam kapıya seğirtti, jandarmalar gelmişti. İçeri daldılar.Süleyman’ın yüzü çaput gibi geçti. Ayağa
kalktı. Soluksuz kalmıştı. Bileklerini uzattı. Bu kaçıncı kelepçeydi? Elif bebek katıla katıla ağlıyordu.
Yüzü morardı. Kadıncağız arkasını döndü, kucağına yatırdığı bebeğine sağ eliyle
memesini verdi. Memenin ucunu bir türlü bulamadı yavrucağız. Sütü kesilmişti.
Annem sitemle eğildi yardım etti. “Ne yapalım şeriatın kestiği parmak
acımaz...” “Ağulu süt zararlı ama... Belli ki
çekecek çilesi var bu yavrunun da?” Jandarmaların arasında giden Süleyman
ağabeye bakakaldık.Göz yaşları dinmek
bilmiyordu. “Haney ölmeseydi!” “Ne eder ne eder göndermezdi
oğlunu.” Babam söyleniyordu. Ceketinin iç
cebinden tabakasını çıkardı; kapağını açtı, sarılı tütünden bir tanesini
diliyle yaladı, yaktı. Derin bir nefes çekti.Evimizin arka odasındaki pencereye koşmuştuk: Süleyman ağabey jandarmaların
arasında, jeepe bindi. Donmuş gözleriyle bize bakıyordu. Hüzünle bakıştık. Vakitsiz bir ezan okuyordu dışarıda. Sala veriliyordu... Ölen Kimdi? Kimlerdi?