Fizik
dersinde berbattım. En arkada oturup başka şeylerle vakti ‘öldürmeye’ çalışırdım.
Öyle zor geçerdi ki fizik dersinde zaman. Açıp açık açık kitabını da
okuyamazsın. Yani dersi dinler havasını yaratarak, ne yapılabilirse, öyle
geçirmeye çabalamak zamanı... Şimdi bile aşırı sıkıntıyla geçirdiğim zamanları
‘fizik dersi gibi’ diye tasvir ederim.
Oysa gerçekten, samimi olarak, fizikten anlayabilen bir kafam olsun isterdim. O
formüller, akselerasyon mesela: Hem gerçekte olagelen şeyler, hem de onca
soyutlanarak bir formül halinde -yani bir hap gibi- sana sunuluyorlar. Taş
düşüyor işte, işte eğim var, taşın hızı var, hepsini simgeleyen bir işaret var.
Sen de yapacaksın hesabını, ama ne önemi var? Gerçi böyle felsefi nedenlerle
direnmiyordum fiziğe. İşin içinden çıkamıyordum. Gerçek anlamda kafam
basmıyordu işte. Einstein’ın o muhteşem, enerji eşittir formülü. Sonra nasıl
Freud sayesinde bilinçaltı ve bilinçdışı olduğunu biliyorsak, Einstein
sayesinde zamanın izafi olduğunu biliyoruz.
Zamanın izafi olduğu zamanlar vardı. Kapı çalınırdı. Bir arkadaş sana gelirdi.
Sonra bir 24, 36 saat kayıp giderdi. Muhtelif yerlerde yenilir, sokaklarda
yürünür, videoda filmler izlenir ve kimseye hiçbir şeyin hesabı verilmezdi. Öle
bir durum yoktu. Hesap vermeyi gerektiren bir durum yani. Bir arkadaşın arka
odasına kapanılıp üç gün hiç çıkmadan -tabii yemek, içmek ve tuvalet dışında-
Shibumi okunabilirdi, diyelim. O zamanlar, yani gençken, zaman izafiydi.
Zaman, içine girilip gönlünce yüzülen bir okyanustu. Rüya görmeye vakit vardı
örneğin. Bol bol rüya görülür, onlar hatırlanır, anlatılırdı. Oysa dilediğinizce
uyuma hakkı elinizden alındığında rüya da göremez, daha doğrusu gördüğünüz
rüyaları hatırlayamazsınız. Zaman, bir hapishane çizelgesine dönüşür. Her saat
halletmeniz gereken kalemler, bunlardan kaytarmaya cüret edecekseniz, kendi
kendinize vermeniz gereken hesaplar vardır: Dolusunuzdur. Da neyle? Bir sürü
hamaliye saçmalıkla. Her gün, listelerle sona erer. Her gün, atlamanız gereken
bir sürü engelle donanmış bir koşudur. Siz de iyi eğitilmiş ve yarışmak dışında
hiçbir şeye hakkı olmadığını iliklerine kadar hisseden bir yarış atı.
Mekanik bir at üstelik. Her türlü haz duygusundan tasarlanırken muaf tutulmuş.
Bazen yangından mal kaçırır gibi, biraz zaman araklamaya kalkarsınız işten
güçten. Ne acıklı bir çaba! Bunu faiziyle ödemeniz gerektiğini bilmek, o soluk
soluğalık ‘araklanan’ zamanı baştan lekeler. Mükemmel ve el değmemiş bir zaman
dilimi, sizin için artık mümkün değildir.
Penang’ta yine üç gün bir ‘otelin’ yatakhanesinde yalnızca aşağıdaki lokantaya
inmelerinizle bölünen Dostoyevski okuduğunuz günleri hatırlarsınız. Nerdeyse
bir sıla hasretiyle. Bir sürgün duygusuyla. Bir daha böyle günlerin, kapınıza
umulmadık bir hediye gibi bırakılmayacağını eşekler gibi bilerek. Eşekler gibi
mahzun ve derisi kalın. Gerçek ve derin, ipin ucu koyverilmiş, bedbahtlıklara
bile artık zamanınız yoktur. Hiç yoktur.
Karı hissedemezsiniz. Yağmuru. Rüzgârı. Bir nevi izolasyon malzemesiyle tecrit
edilmiştir ruhunuz ve bedeniniz. Doğayla ilişkiniz, hayatın doğallığıyla
ilişkiniz kopmuş gitmiştir. Zavallı bir memursunuzdur. Artık herkes, bu
hayatların her sabah kartını deldirmesi gereken, bitap memurlarıdır. Tüm
arkadaşlarınız da sizin gibi enselenmişlerdir. Tesisat işleri, elektrik
makbuzu, perdelerin yıkanması, yapılması gereken telefon konuşmaları, ödenmesi
gereken borçlardan ibaretsinizdir.
Bazen arkadaşınızla karşılıklı şikâyet ve ağlaşmayla bir yarım saat
geçirirsiniz. Yan yana oturup ‘Yüzbaşı Volkan’, ‘Dr. No’ okuduğunuz günlerin
zavallı siluetleri olarak.
Kavga bile edemezsiniz artık. Şiddetli kavgalar ve
ağlamalar çoook gerilerdedir. Vızırdarsınız, cızırdarsınız, laf
sokuşturursunuz. Siz artık siz değilsinizdir. Yeni bir insan da değilsinizdir.
Zaruretleri yerine getirmekle mükellef bir kılıf. İçiniz boştur. Eskiden kalbin
durduğu yerde kırık, imitasyon bir şeyler durur. ‘Şeyler’dir onlar. Gerçek
hiçbir şey yoktur artık zira. Olamaz da.