İmge genel anlamda zihinde tasarlanan,
gerçekleşmesi istenen hayaldir, düştür. İmge, metindeki tohumdur. İmgeyi
çimlendirip büyütmek, yeni aşılarla yeni türlere geçmek, rengini ve biçimini
olabildiğince farklı verebilmek, bütünüyle sanatçının yeteneğine bağlı bir durum. Şiir
söz konusu olunca, anlam biraz daha sınırlanıyor: söylenmek isteneni benzerlik ya da anıştırmayla anlatmak. Bir başka
ifadeyle eğretileme ve telmih başta olmak üzere, söz ve anlam sanatlarına
başvurmak. İmge, nesnel gerçeği, öznel süzgeçten geçirerek yansıtma işidir. Bu yazımda, öznellik,
dizginsiz bir at gibi başını alıp gitmeli midir, sorusuna yanıt aramak
istiyorum. Sözcüğün hayalimizde oluşturduğu imgenin, sözcüğün çağrışım yüküyle,
anlam boyutlarıyla diyalektik bağlantısı nedir, nereye kadardır, onun peşine
düştüm.
Ben,
bu konuda epeyce şanlı bir öğrenciydim. Bir yandan şiiri henüz ele geçiremesem
de –bir ömür ele geçmez ya– ona kur yapmakla meşguldüm, öte yandan mezuniyet
ödevi olarak 15. yy Divan şairi Hayali Bey Divanı’nın mecazlar sitemiyle
cebelleşmekteydim. Belki de şiirle uğraştığım için okulumun Türkçe zümresi, bu
konuyu benim ele alıp incelememi uygun görmüştü. Hayali Bey kim mi? Hani şu “O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler”
diyen şair. O ödevden sadece “saç”la
ilgili somut, soyut bazı “açık eğretilemeleri” sunmak, böylece hem Hayali
Bey’in, hem Divan şiirinin imgeler dünyasına bir kapı aralamak istiyorum.
Saç = Zülf:
Kokusu: misk, amber, benefşe, sümbül,
reyhan…, Çin, Maçin, Huten. Bilinen o ki, kokunun hası ceylanın göbeğinden elde
edilir, ceylan ülkesi de buralardır.
Biçimi: Perişan, Tarmar, Bikarar; zencir,
kemend, çevgan, mar(yılan), lam; ömr-i diraz(uzun ömür), kıyamet; ebri nisan, sümbül…
Renk: Şeb (gece), leyli, saye, mülk-i
Karaman; zulmet, kafir, küfr, günah (bugünkü tesettürle bir ilgisi yok
elbette); sevda, Leyla, hayal…
Saçın
bugün de “sevda, gölge” gibi
imgelerle kullanılması şiiri zenginleştirmez mi? Bana göre bu iki
mazmun hâlâ
taze. “Mazmun, istiare, eğretileme…” hepsi de bu
kültürün, şiir kültürümüzün
sözcükleri. Bugünlerdeki havalı adı ise metafor. Yerine
göre savrulmayı, yerine
göre bedavayı ifade den “anafor”la hiç mi
hiç ilgisi yok. Yahya Kemal, Nazım
Hikmet, Attilâ İlhan gibi şairleri erişilmez kılan, biraz da bu
kültür
zenginliğinden emekle beslenmiş olmaları değil midir?
Şair, aynı zamanda sözcüğün içinde yer
aldığı bağlama göre anlam kazandığını bilmek, anlam ayrıntılarını iyi tanımak
durumundadır. Sözgelimi “göz”
sözcüğünün şu bağlamlarına bir göz atalım:
- sevgilin gözleri: görme organı
- iğnenin gözü: delik
- pınarın gözü: kaynak
- çantanın
gözü: iç, bölme
- terazinin gözü: kefe
- ağacın gözü: tomurcuk
- bir göz ev: oda
- gözleriyle izlemek: bakış
- göz değmek: nazar
- göz atmak: bakmak, incelemek
- gözü kalmak: arzu
On bir oldu, takım tamam. Gözümüze
de mertek kaçmadı. Peki, bunlar bir şiiri
şiir yapmaya yeter mi? Bana göre yetmez. Bunlar alışılmış bağdaştırmalar, bir
kısmı da kalıp söz. Hiçbiri bir imge değeri taşımıyor; özgünlükten yoksun.
Şairlik, işte bu noktadan sonra başlar; alışılmamış bağdaştırmalar gerekir.
Bunların da damdan düşer gibi olmaması için, “göz”ün işlevinden,
çağrıştırımından, biçimsel özelliklerinden, zamanla kazandığı duygu
değerlerinden yararlanılması gerekir. Bir de toplumsal beğeniye, sağduyuya,
Türkçenin inceliğine ve zenginliğine uygun düşmelidir. Birkaç deneme yapalım: imbat gözler, balkon gözler, günyanığı
gözler, utanca yoldaş gözler, görgülü gözler, gözlerin girdabı, gözlerinde
batan yelkenli, gözlerinin sarnıcı, gözlerinin akşamsefası … “Sarışınlık
getirir gözlerin akşamlarıma” (Cenap Şahabettin), hâlâ tazeliğini koruyan ne
güzel bir dizedir!
Duygu
değeri deyince aklıma geldi, son günlerde insanlar çocuklarına “içtenlik,
doğallık, inanmışlık” anlamlarını yüklenmiş “kızım, oğlum, yavrum”
sözcükleriyle seslenmiyorlar da “yapaylık, özenti, sevgi eksiğini abartarak
gizleme” anlamlarını taşıyan o “aşkım” sözcüğüyle sesleniyorlar. Nazan Öncel
söyleyebilir; ama bir şairin dilinde birahane kokan “aşkım” sözcüğüne, bu
bağlamıyla, yer yoktur. Hem öyle iki laftan birinin “aşk” olduğu nerede
görülmüş?... Daha genel bir örnek. Niye ebemkuşağı; gelinkuşağı daha doğru bir
somutlama, imge olmaz mıydı? Yoksa o iki dağ arasındaki yuvarlaklık, bir
“ebe”ye gereksinim duyulduğunu mu çağrıştırıyor. Şiir, işte böyle soruların,
imgelerin peşindedir. Ya o iki dağ neyin nesi;nereden baktığına bağlı. Galiba
Katherina Mansfield’in ruhunu ebemkuşağı
altında şad ettik.
Bir de dilbilimde “sıkıilişkililik”
dediğimiz bir gerçek var. “Ağır ağır
çıkacaksın bu merdivenlerden” ile “Ağır ağır bu merdivenlerden çıkacaksın”
aynı şey mi? Daha somut bir örnek verelim: “ağır ağır kızlar halay çekiyor” bir
diyeti gerektirirken “ağır ağır halay çekiyor kızlar” göz zevkimize yeni
zenginlikler katmıyor mu? Son bir örnek Doğan Aksan’dan:
- Onu bir daha sevdim (yeniden)
- Daha bir sevdim onu (farklı,
fazla)
- Bir onu sevdim daha (Sadece)
Sözcükler
aynı. Ha arap Hasan, ha Hasan arap olmuyor işte. Siz hangisini yeğlersiniz
bilmem; şiire yakışanı, bence üçüncüsü.
1980 Kuşağı Şiiri’nin Dünü Bugünü:
İmgeler sahiplenilen kültürden, şairin
dünya görüşünden ve yaşamın içinden süzülür gelir. Bir bakıma yazınsal
öbekleşmeleri, hatta edebi akımları imgeler belirler. İmgeleriniz, duygu
ağırlıklıysa lirizm, renk ağırlıklıysa empresyonizm, simgeye dönüşmüşse
sembolizm söz konusudur. II. Yeni’yi ben
kendi içinde bir bütün olarak görmüyorum. Cemal Süreya ile Edip Cansever’i, Ece
Ayhan ve İlhan Berk’le aynı kefeye koyamazsınız. Siz koysanız, benim gönlüm hiçbir
zaman razı olmaz. Bu arada şiirin sivilleşmesinden söz edilir. Ama
sivilleşmenin bir sivil erimeye yol açtığı da bir gerçek. Hele “1980 Şiiri”nde,
II. Yeni’nin –kapalı da olsa– o muhalif
tutumuna zerrece rastlamak olası değil. Bu saptamalarımı, 2003’te yayınlanan “Yarını Tanelemek” adlı yapıtımdaki “20 Yüzyıl Türk Şiir Tarihi”
başlıklı şiirimde, dizelere şöyle dökmüştüm:
· (3. Çeyrek)
Azgın menekşeler
Tahta atlarla girdiler Pera’ya
Zürafa boyunlarıyla gülüm gül
Sokak sokak soludular
Oramıza ‘Kınar Hanım’, buramıza
Dada’
nan zürafa mı, bence ‘Zebra’
· (4. Çeyrek)
Sanal bir dünya
Düşlerini yaşıyor özgürlüğün
Ve aşkın
Biraz dünözlem, biraz ‘Yenibütün’
Bir tel, iki tel, sonunda en-tel
Siz namazınızı kılın
Ben güvercinlere yem atayım
3.
Çeyrek’te II. Yeni, 4. Çeyrek’te 1980 Kuşağı Şiiri
somutlanıyor. 1980 Kuşağı Şiiri’ni biraz açalım.
“Entelektüel”
etiketini önemseyen, etliye sütlüye karışmayan, ülkedeki cemaatleşmeye duyarsızdır
onlar. Bir başka ifadeyle, şiirin II. Cumhuriyetçileri. II. Yeniler, epeyce
eskilerde kalınca, bu kuşağın, kendilerine kol kanat gerecek yeni önderlerini
çıkarması gerekiyordu; çıkardılar. Günseli İnal, Lale Müldür, Enis Batur, M.
Mümtaz Tuzcu, Tuğrul Tanyol, Küçük İskender… Bir de İhsan Deniz, Mehmet
Ocaktan… Cami avlusunda toplumsal barış nasıl da sağlanmış değil mi(!)? Benim
anlatmak, somutlamak istediğim, kimsenin sanatsal yeteneğini tartışmak değil;
işlevsiz kalan şiirin yol açtığı yıkıma, anadilde yaşanan savrulmaya dikkati
çekmek. Sözcüğü sözcük kanında boğdurma becerisine bir tepki. Kırk adımdan,
iğneyi çuvaldızın gözünden geçirmeyi becermelerine, benim bir sözüm yok; ama
kırk sopalık olduklarını da toplumsal yarar göz önüne alındığında yadsıyamayız.
Baki
Asiltürk “1980 Kuşağı Türk Şiiri”ni
zaman/tarih temelinde ele alıyor. Bâki Asiltürk (Baki Ayhan
T), kendisi de o
şiirin bir parçası olduğu için olsa gerek, cepheyi iyice
geniş tutuyor; daha
doğrusu genişletmek istiyor. Bana göre bu yaklaşım doğru değil.
Necip Fazıl’ı,
o dönemde yaşadı diye nasıl “1940 Kuşağı”ndan; Cahit
Külebi’yi de “II. Yeni”den
saymıyorsak, pek çok şairi de “1980 Kuşağı”nın
içinde düşünülmemeli; düşünemeyiz.
Bir sözcük ya da söz, terimleşmişse artık onun anlamı
sınırlanmıştır. “1980
Kuşağı Şiiri” küreselleşmenin güdümlü
şiiridir. Orhan Pamuk romanının şiirdeki
ikizidir. Eleştirmen ve medya desteğini arkasına almış, dergilerde
egemenliğini
kurmuş, sesi çok duyulan, borusu çok öten ve
abartılı bir biçimde yüceltilen bir
şiirdir.
Kitap adları da her zaman birer imgedir,
kitapla ilgili ilk hayalinizdir. İşte II. Yeni’den birkaç kitap adı: Bakışsız Bir
Kedi Kara, Mısırkalyoniğne, Üvercika… Üvercika; güvercinin, önden gagasının, arkadan
kanadının kesilmesiyle elde edilmiş bir sözcük. Şimdi de öncülleriyle birlikte
“1980 Kuşağı”nın kitap adlarına bakalım:
“Dans Natura, Ultrazonda-Ultrason, Voyıcır I – II, Anahtar Ayini, New
York Çıkmazları, Otoben, Hurufi Melal, Nisyan Rapsodi, Magmada
Kış Mevsimi, Gül ve Telve, Yara Falı…” Önümdeki kitap ekinden bana göz kırpanın
adı da “Rahimdeki Ot”. Peki Varlık’taki şu şiir adına ne dersiniz: Limitsiz Şom
Frape
Konumuz nedeniyle şimdi de her biri
sanatlı bir anlatımı, bir hayali, imgeyi içeren aşağıdaki dizelere bakalım. Bu
dizeleri Şeref Bilsel – Cenk Koyuncu’nun birlikte hazırladıkları Şiir Defteri
adlı iki yıllıktan ve Bâki Asiltürk’ün hazırladığı 2006 Şiir Yıllığı’ndan
seçtim. Bir bakıma işte bizim en güzel örneklerimiz dediklerinden. Bakalım bu
en güzellere siz ne diyeceksiniz?
- kurtlanan o boğuk sesin sandığında… – İhsan Deniz
- gecenin esrik duvarındaki peçeyi sıyırdıkça örtülüyordu
üstü karaşairin. – Turgay Kantürk
- kadınların ıssız bakışlarında / ölüler dünyasına geçit
oldu dinginliğimiz / kucaklayıp çocukları
- sığındık bir höyüğün gölgesine – Metin Celâl
- süreyya kadehler rüya / kımıldar maverada dağlar / münzevi
dar kapılar – Serdar Koçak
- Tende çakıp sönen, cisimsiz / Işık salyaları. Saralı kâğıt
/ hayvanları – V. Bahadır Bayrıl
- yüz ki acının ve öfkenin levhası / yüz ki yasin ve
şenliğin hurufatı – Enver Topaloğlu
- burnu yerine ölümü karıştıran bir çocuk – Enis Akın
- sar babamın kemerini boynuma / sokaklarda bezdir beni – Altay Öktem
- sudaki / çilve çukuru kalbimdeki süveyda… – Yücel
Kayıran
- bir atın içinde vurularak ölmeyi beklersiniz – Mesut Aşkın
- koşar noksan ruhuma: ruhum artık her yerde: peşkir ya da
okuntu! – Osman Olmuş
- çıban gibi büyürken hayatın darağacı – Cenk Koyuncu
- … Ben geldim işte / tene kadife öleyim kana kadife öp beni
– Mehmet Can Doğan
- ve biz kuyu bekçileri hayatın / bir düğüm daha atıyoruz
nasırlı bir ipe / Ali Hikmet
- ölüyüm ölüden kalan giysiler içinde erselik / Selim Temo
- Kendi kahrımdan bir harf sıçrar diye yalpalayan / kütük kör… – Şeref Bilsel
- boğazına dili akanların yamacında / zaman benim için
yazgıya tebdil olmuyor – Celal Fedai
- nedense hep karaya doğru kabaran toy dönence sözlerinin
yarasında değiliz – Nilay Özer
- ah! Kalbim morarmış vesvese içinde / duru ruhun miskin ve
de çamur – Mustafa Atapay
- boynunda kalem kokusu / düşersin gülşen-i’ın tayfına – Mehmet Bukatın
- sonra madem insan kal adında bir beladır / insan dalgın
bir belgedir kendisiyle hayat arasında -Seyyidhan
Kömürcü
- herkes için yeteri kadar hayal kırklığı var / hiçtahı
kaçan herkes için akıl suyu – Burak Acar
Ben
bu alıntıları değerlendirdiğimde şu saptamaları yaptım:
- “çilveli, hiçtahı,
kütük kör, kal adında bir bela” kullanımlarında, yaratıcılık adına ölçü kaçırılmış, Türkçeye özensizlikte
sınır aşılmış.
- “mavera, münzevi, hurufat,
süveyda, tebdil, vesvese, miskin, raz”
sözcükleri bir dönemi somutlamak
amacı güdülmeden kullanıldığına göre, anlaşılan
Türkçeye inançları yok. Bu
yüzden de bu sözcüklerin Türkçeleri var mı
yok mu, hiç ama hiç düşünülmemiş.
- “akıl suyu, kal
adında bir bela, toy dönence sözleri, çilve çukuru, kütük kör, bir atın içinde
ölmek” bağdaştırmaları, zorlama
bağlam arayışlarına birer örnek. Dilbilimin temel mantığını oluşturan sözcüğün sonradan
kazandığı/kazandırıldığı anlamla temel anlamı arasında uzak yakın bir ilişkinin
bulunması gerektiği hiç düşünülmemiş.
- “boğuk, ıssız,
cisimsiz, noksan, miskin, yalpalayan, erselik, peçeli, kurtlu, salyalı,
çıbanlı, çamurlu, nasırlı, saralı, düğümlü, acılı, öfkeli, kahırlı, vesveseli, morarmış”
sıfatları yan yana düşünüldüğünde gözlerimizin önüne nasıl bir dünya geliyor,
bunlar neyi hayal ettiriyor, neyi imgeliyor? Yaşam buysa, “Biz hayatı
anlatıyoruz.” diye diklenmelerine hak verirsiniz elbette; ama yaşam tümüyle bu
değil. Yaşam seçimleri ise, “arka sokaklar, mistisizm, küreselleşme” düzleminde
olmuş. Derinlik aranmamış. Yaşama sevinci ve özgürlük tutkusu, şiirden iyice
soyutlanmış. Ana izlekleri olan “bunaltı, mutsuzluk, tedirginlik, yalnızlık”
iyiden iyiye yüceltilmiş. Oysa Edip Cansever’in dediği gibi, yalnızlık bile,
başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşur.
Aslında her şeyin özetini, en son
alıntımızda, bu şiir anlayışının en geç temsilcisi yapıyor; Burak Acar. Gerçekten
bir hayal kırklığı. Onun hiçtahı kaçmış, benim iştahım kaçtı. Ben, bu
şiirleri-imgeleri okuyunca akıl suyu değil; turp sıkılmış dilberdudağı yemiş
gibi hissediyorum kendimi. Kim bilir, belki de bol şekerli adanakebabıdır. Bu
şiirlerdeki egemen renk siyah ya da mor. “Kırmızı” militarist, “kara” da çok folklorik
kalıyor(!) Zaman, “gece”, her yer karanlık… Yalnızlık, çürümüşlük, kadercilik,
mistisizm var. İntihar ve ölüme övgü de var. Neden-sonuç ilişkilerinde doğru
dürüst bir “hüsn-i talil”e rastlamadım. Nedenler, nedense hep kötü. Bir
kısmında da alt kültürden, yeraltı kültüründen kalın çizgiler göze çarpıyor:
lümpenlik, boşvermişlik, küçümseme… Herkesin
seçimi kendine; ama aykırı cinsel seçimlere
övgü niye, onu da anlayabilmiş
değilim. En önemli soru da şu: Yaşamdaki Türkçe
gerçekten bu mu? O halde bu şiir,
nasıl yaşamın içinde görülüyor da “1980
Kuşağı Şiiri”ni temel alan yıllıklara,
“Şiir ve Hayat” adı uygun görülüyor?
Görülen o ki, tüketim toplumunun çocukları,
şiiri de tüketiyorlar.
Kaynaklar:
Şiir Ustalardan Öğrenilir: Metin Celâl, 2006,
Everest Yayınları
1980 Kuşağı Türk Şiirinin
Poetikası,
Bâki Asiltürk, 2. Basım 2006, Toroslu Kitaplığı
Şiir Yıllığı 2006, Bâki Asiltürk, 2007, Yapı
Kredi Yayınları
Şiir Defteri – 1980 Sonrası Şiir
ve Hayat,
Şeref Bilsel – Cenk Gündoğdu, 2005, Toroslu Kitaplığı
Şiir Defteri – Şiir ve Hayat 2007,
Şeref Bilsel – Cenk Gündoğdu, 2007, Toroslu Kitaplığı