Gidenler nerde kaldılar, özledim
gülüşlerini
Bir kenti güzelleştiren yalnız
onlardı sanki
A. Telli
Evliya Çelebi 17.Yy’da İstanbul dışına yaptığı ilk seyahatinde
Bursa’ya gelir. Dönemin Bursasından bahsederken Uludağ’dan akan pınarların
suladığı servi, çınar ve gülistanlar şehridir der. Ancak günümüzde durum
değişmektedir. Hukuk, çevre ve insan hakkı tanımaz plan, program ve kararlarla
oldu-bitti politikalarla yağmalanan kentlerden biri de Bursa’dır çünkü. Orman, dağ, deniz hatta
yüksek katlı binaları da hesaba katarsak havası bile yağmalanmıştır. Çıkıp
Uludağ eteklerinden ovaya bakın. Bursa’daki talanın bütün izlerini
görebilirsiniz.
Bursa denince de akla Uludağ gelir. Bitinyalılar
döneminde kent Uludağ eteklerindeki şehir anlamına gelen Prusa Olympos (Uludağ
Bursa’sı) adıyla anılırmış. Uludağ’da durum
farklı mı peki? Bursa’ya 30-35 km. uzaklıkta yaklaşık 2500 metre yükseklikte
otel ve kış turizmiyle ünlü bir dağ orası. Bodrum ve Çeşme’lerin manzarası TV
kanallarının yaz bezemi ise Uludağ da kışların. Demek zaman ve mekân söz konusu
olunca felsefe dumura uğramış; azla yetinip yoksulluğu yücelten Antisthemes,
Mahavira ve A.Schopenhauer gibi filozofların kulakları çınlar mı bilinmez fakat
tanrıların dağı Olimpos bile keşişler yerine artık yaşama biçimi olarak
eğlenceyi tercih eden
sosyeteye mekân olmuştur.
Oysa Bursa bütünüyle bir doğa, kültür ve tarih şehridir. Şehri
harir (ipek şehri)’dir. Camiler, dutlar, çınarlar, hanlar, hamamlar şehridir.
Türk Sanatının sevimli karakterleri Hacivat’ın ve Karagöz’ün memleketidir. “Paramparça Şiir”de Enis Batur:
Bahçeler kestane, diken ve çocuk
Topluyordu hala. Bir bakıyorduk
Serin bir soluk taşıyordu sucular
diyordu. Şimdi ne dutluk kaldı geriye, ne kestane. Ne İpek Yolu
kaldı geriye, ne ipek…
Eski Yeşilçam melodram filmlerinde Bursa bilhassa Uludağ’ı gösteren sahnelerde sık
sık görünürdü. Çünkü o dönemler yılda 300-400 film çekilirdi. Aşk-ı Memnu, tek
kanallı siyah-beyaz dönemin ilk dizisidir. Özel TV kanallarındaki artış sinemayı
ikinci plana iterken dizi yapımcılarının ve cast (oyuncu) ajanslarının işine
yaramıştır. Yılda 100-150 dizi çekilmeye başlamış ancak sadece 10-15 tane de
eli yüzü düzgün film yapılmıştır.
Dizilerin 2 binlerde prototipi ise “Asmalı Konak”tı. Ürgüp’te çekilen bu dizinin fazla ilgi
görmesi aynı yıl içerisinde (2002) aynı türde Kırık Ayna, Berivan, Zerda,
Hızma, Keje ve Azad gibi ağalı dizi furyasını başlatmıştı:
Kınalı kar, kınalı kar
Sende büyük bir ahım var
Gelinlerin güveylerin
Kavuşmaz mı yüce dağlar
Nar çiçeğim, masal yüzlüm
Teni gonca kömür gözlüm
Kınam karda bitecekse
Varsın alsın beni ölüm
Sabahat Akkiraz’ın seslendirdiği şarkıyla akıllarda kalan “Kınalı Kar” dizisinin çekimleri aynı
dönemde Cumalıkızık’ta gerçekleşti. “Cumalıkızık”, Bursa’daki küçük bir Osmanlı köyü.
Figüranlar bu vesileyle Bursalılar olmuştur zaman zaman. Kınalı Kar dizisinden
sonra köyün adı daha sık duyulmaya başlamıştı. Önceden önemi bilinen köyün bu
diziyle iç turizmdeki değeri iyice artmış, öyle ki Bursa’da köye sefer yapan
minibüsler bile “Kınalı Kar”a gider diye yolcu taşımaya başlamıştı…
Cumalıkızık ve Trilye, zamanın durduğu tarih kokan nadir iki
saklı hazinesidir Bursa’nın.
Her ikisi de metropol kentin bitişiğinde yeralmasına rağmen yerleşim, doğa ve
yaşam tarzı deformasyona uğramamıştır.
Bu yüzden yıllardır çalışma odamın duvarlarında asılı duran resimlerden
birisi oluklu kiremit çatılı evlerin yemyeşil bitki örtüsüyle bütünleştiği Cumalıkızık
köyü peyzajıdır.
Bursa tam 19 yıl kuşatma
altında kalmıştı. Şehrin kuzeyden önce Mudanya alınarak denizle irtibatı kesilirken
daha sonra güneydeki Atranos (Orhaneli) elegeçirilip Bursa’nın çevresindeki abluka iyice
daraltılmıştı. Bursa
yakınlarına kadar gelen Orhan Gazi kuşatmayı kolaylaştırmak için civarda köyler
kurdurmuştur. Osmanlıların Bursa’yı
fethi sırasında lojistik destek görevi gören bu köylerden biri de Cumalıkızık’tı.
37 yıl Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapan Bursa Osmanlı
Devleti’nin dibacesiyken Mudanya Konferansı nedeniyle cumhuriyet temellerinin
atıldığı Mudanya ise Türkiye Cumhuriyeti’nin muştusudur. “Trilye”
ise Mudanya’ya 10 km. uzaklıkta ufak bir
kıyı kasabası. Anadolu’daki birçok benzer köyde olduğu gibi Türk-Rum
kültüründen izler taşıyor: Kayaköyü, Kalkan’ı, Şirince, Adatepe ve diğerlerini
anımsayın.
Karmylassos
(Kayaköy) özellikle “Gece Yolculuğu” filminde. Kalamaki ya da bugünkü adıyla Kalkan belgesel filmlerde sık sık yeralmaktadır. 1920’lerdeki
mübadeleden sonra Rumlar bu köyleri terkettiğinden hepsi birbirine benzer nitelikler
taşır. 1987’de sit alanı ilân edilen Trilye tarihte duvarlarına ilk defa
resim yapılan kiliseyi barındırır. Trilye’ye bağlı Siye (Kumyaka) köyünde ise
dünyanın en eski kiliselerinden biri bulunmaktadır. Lakin kiliselerin hepsi de harap durumdadır.
Batık tapınakların görüntüsü
Belirsizliğin, bilgeliğin anası
Çekişmenin, barışın anası
Yaşamın yurdu
Eski Yunan söylencelerinde bir seferden
bahsedilirdi. Kral tahtını üvey kardeşine kaptırmıştır. Fakat kralın oğlu büyüyor,
delikanlılık çağına geliyor ve tahtını geri istiyor. Ondan sefere çıkıp altın
postu geriye getirmesi isteniyor. Adı İason’dur kralın oğlunun. Özgen Acar, Cumhuriyet’te “Kavşak” adlı köşesinde (27.06.2008)
İrlandalı yazar Tim Severin’in “İason’un Yolculuğu” adlı kitabından bahsederken
efsaneye değinmiş. Rivayete göre kanatlı koç iki kardeşi sırtına alarak bir Karadeniz
ülkesine kaçırmış: “Helle adlı kız çocuğunu Çanakkale boğazında düşürünce
buraya Hellespont adı verilmiş. Friksos adlı
erkek kardeş Kolkis’e varınca Kral Aietes’e kanatlı koçun altına dönüşen
postunu hediye etmiş. Sonra kaptan İason, gemi ustası Argos’a ‘Argo (hızlı)’
adlı bir tekne yaptırarak altın postu ele geçirmek için olağandışı maceralar
atlatarak Kolkis’e yelken açmış”…
Bu sefere katılanlar Mysia
kıyılarına vardıklarında tahminen Mudanya limanında karaya çıkmışlar. Büyük Yunan şairi Seferis 1945-1951 yılları arasında
Yunanistan ve Türkiye'de tuttuğu notlardan “Bir Şairin Günlüğü”nü yayımlamıştı.
1914'te ailesiyle Atina'ya göç eden şair çağdaş
Yunan şiirinin en büyük ustalarından kabul
edilir. 1900'de İzmir'in Urla ilçesinde doğan Seferis'in yaşamının ilk 14
senesi İzmir'de geçmiş. Türkiye dahil birçok ülkede diplomatik görevlerde
bulunan Seferis, bu kitapta Bursa’ya yaptığı yolculukla edindiği izlenimleri de
aktarıyor. 23 Nisan 1949’da Bursa’ya varmak için yola çıkan bir gemiyle tıpkı
söylencedeki Arganaut'lar
gibi Mudanya limanına varıyor:
Kıyıda bir çeşme, nar ağaçları
Altında bir hendek, batan güneş
Işığında narlar, kamışlar ve çocuk sesleri
Boşuna şarkılar
yazılıp bestelenmemiş Mudanya Güzeli için. Mudanya sahilleri zeytin ağaçları,
denizden esen poyraz rüzgarların temizlediği havası ve bol oksijeniyle herkesi büyülüyor
çünkü.
TV kanalları tatilci görüntüleriyle televole ve müstehliklerin
beslenme programlarından geçilmezken bilakis nüfusun nerdeyse yüzde 80’i aç ve
yoksul bir memleket olduğumuz unutulmamalı.
Yörenin meşhur çupra balığının tadına bakarken bile tek aktivitesi yemek
olanlara bozulan benim gibilerin balıkçının masasındaki reyhanı okşarken ister
istemez bazı dostları gelir aklına... Doğaya sığınmamız bir köşeye çekilmek ve
tekdüze kâşâneler
yapıp eğilip bükülerek oturmak çaresizliğinden mi yoksa bizi şeyleştiren,
şehirli ilişkilerden kaçarak içimizdeki üretme ve paylaşım gücümüzden mi? Doğa
bunu açığa vurma cesaretini gösterir biz gibilere.
Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman” şiiri münasebetiyle
Bursa’da pek yüceltilir, kimileri de edebi metinlerine sık sık alır ve
yazılarını süslerler ya Bursa’ya değindiğim bu yazıda ben de alıntı yapmak isterim;
Huzur adlı romanından: “Bir şairin en büyük keşfi, kendi muharririni, iç âlemine doğru
kendisini götürecek olanları bulmaktır” demişti Yazar. Neden aktardım çünkü
arsenik, siyanür, çöp varilleri vesaire toplumumuza reva görülen son dönemlerdeki
her türlü doğal ve insan boyutlu kirlenmenin can sıkıntısıyla kentlere küserek
tarihsel gelgitler içindeki doğaya arada bir sığınışımız bir anlık soluk almaya
gereksinim duymamızdan olsa mı gerek.
Trilye’nin doğusunda kıyıda bir mendirek yeralıyor. Sık TV izlemesem
de “Sev Kardeşim” adlı diziden burada çekilen sahneyi hatırlıyorum. Gündoğumunda
Cumalıkızık, günbatımında Trilye’nin yeri bambaşkaymış. Cumalıkızık’ta adeta
doğal bir kameriye sergileyen manzaranın, Trilye de ise denizle aşır neşir
olduğunu görüyorsunuz. Bu yüzden Cumalıkızık’ta ormana, Trilye’de ise doğa
türküsünü denize söyletiyor. Bunlara ait akla egemen his yemyeşil bir aydınlık
ve zeytuni pırlantanın içimizdeki aksi olmalıdır. Ömer Bedrettin
Uşaklı, Mülkiye Mektebi'ni bitirdikten sonra Mudanya’ya kaymakam muavini olarak
atanmadan önce maiyet memurluğu stajını Trilye’de yapmış, “Deniz Sarhoşları” şiirini
de 1926 yılında burda yazmış:
Köpükten omuzları birbirine dayanmış,
Yüksek, mağrur başları akşam rengiyle yanmış,
Sahile koşuyorlar bak deniz sarhoşları!...
Bazen yırtık yelkenli bir sandala çarparak,
Bazen ufkun kıpkızıl şarabına taparak
Gitgide coşuyorlar bak deniz sarhoşları!...
Rüzgârların ıslığı en yakın yoldaşları...
Yıllarca dövünerek içi yenmiş taşları
Bir anda parçalayıp doyacak bu sarhoşlar!...
Çılgın gönüllerinde aşkın en büyük kini,
Yosunlu kayaların o yeşil gözlerini
Deli âşıklar gibi oyacak bu sarhoşlar!...
Gezi boyunca Trilye’nin zeytinyağları boy boy şişelerde gözünüzü
alır. Cumalıkızık’ta bahçelerinden taptaze toplanmış kiraz ve ahududular. Bir
de her iki yerde saksılarda yöreye özgü çiçekler var. Cumalıkızık’ta bu kez görmedim
pek ama Trilye’de pembe, mor ve beyaz küpe ile ortanca çiçeklerini görmüştüm.
Cumalıkızık’ta anıtsal çınarlar bulunuyor, ıhlamurlar mis gibi
kokuyor. 1988 yılından bu yana Haziran aylarında en iyi ahududu meyvesi
yetiştirenlere ödül verilen bir şenlik düzenleniyor. Uludağ yamaçlarındaki köyde
içme suyu buz gibi. Daracık sokaklarındaki yassı taşların tam ortasından ipil
ipil, insanın içini bile serinleten sular akmakta…
Anıtlar Yüksek Kurulu’nca, Cumalıkızık 1980 yılında koruma
altına alınmış. 1990’da tescil işlemleri tamamlanan Koruma İmar Plânı 1993’te onaylanmış…
Dönemin Belediye Başkanı Erdem Saker: 1998’deki ortaklık
protokolü ile Yıldız Teknik Üniversitesi’ne bir kentsel SİT alanı koruma amaçlı
uygulama imar plânı
hazırlatılıp projenin bir koordinatörlük vasıtasıyla yürütülmesine karar verilmiş.
Bursa Belediyesi’ne bağlı Yerel Gündem 21 şubesi ve Bursa’daki yerel bir UNESCO
girişimleriyle plân uyarınca ilk önce birkaç ev satın alınıp onarılmaya
başlanmış. Evler şimdi rengarenk, sarı, beyaz ve mavi tonlarda boyanmış.
Köyde kooperatif kurulmuş, kadınlar ve gençlere kurslar açılmış.
Satış yeri, lokanta ve kafeterya gibi turistik üniteler açılıp ekotarım ile
ekoturizm uygulamasına geçilmiş. Cumalıkızık’ın otantik dokusunu bozmayan, eskiyle
yeni değerleri kaynaştırmayı hedefleyen örnek konsept (proje) uygulanmaya
başlamış. Belediyenin bu PR çalışması (halkla ilişkiler) sayesinde Cumalıkızık olumsuz
tesirlerden biraz kurtulmuş. Amaç köyden göçü önleyerek doğal doku içinde
kalkınma gerçekleştirmekmiş zaten.
Bugün Cumalıkızık
Dünya Miras Listesine aday doğal
ve kültürel varlıklarımızdan biri. Osmanlı dönemi kırsal yaşamını yansıtan müzemsi görünümü
nedeniyle yapım şirketleri arada uğruyor buraya. Kınalı Kar dizisinde
kullanılan konak Cumalıkızık’ta en gözalıcı olan. Velakin yörenin gözlemesi de meşhur
olmuş. Restoran olarak kullanılan konakta dekorun tadına varmak için bende içeriye
girip köy mantısı yemiştim.
Bursa’nın 10 km doğusunda yer alan Cumalıkızık köyüne
Bursa–Ankara karayolundan Uludağ eteklerine doğru sapan 3 kilometrelik yol
sonunda ulaşılıyor. Yol üstünde pek fazla boşluk yok. Bursa merkez sınırları içinde kalan köyü daha
iyi hizmet alsın diye 1987’de mahalleye çevirmişler. Bursa genişledikçe köy çevresi de peyderpey mahalleye
dönüşmüş. Köy arazisi azalmış, kestane ağaçları zamanla kurumuş. Bazı eski
yapılar yıkılmayla yüz yüze şimdi, korunması biraz lafta kalmış.
Süleyman Demirel’in sık sık söylediği “Tarımda, dünyanın kendi
kendisine yeten 7 ülkesinden birisiyiz” lafı vardı. Avutmaydı tabi bu laf. Can
Barslan Fasulye filmiyle ilgili kaleme aldığı bir makalesinde “Demirel, 7
ülkeden biriyiz diyor ama asla diğer 6 ülkeyi söylemiyordu” diyordu. Cumalıkızık’taki
proje başarılı olsa başka yöreler için örnek oluşturucaktır. Hakeza Trilye de şimdiki
güzel görüntüsüyle masuniyetinden pek taviz vermemiş görülüyor. Eski yapılar (Taş
Mektep gibi) onarılmaz, satılığa çıkartılan zeytinlikler sonunda muhtekir ve
muhteris, tamahkâr ve tahripkâr alıcılara kucak açmazsa bugünkü güzelliğini
yitirmez...
Trilye’de şimdiye
kadar Cahide (1989), Kurtuluş (1996), Cumhuriyet (1998), Kınalı Kar (2002),
Şapkadan Babam Çıktı (2003), Melekler Adası (2004), Kezban Yenge (2005) ile Sev
Kardeşim (2006) dizilerini filme çekmişler. Cumalıkızık’ta da Kuruluş/Osmancık
(1987), Yeniden Doğmak (1987), Ateşten Günler (1987) ve Yeşeren Düşler (2006)
adlı TV dizilerinin yanı sıra arabesk şarkıcısı F.Tayfur’un “Çeşme” adlı
şarkısının klibi vs. ile Fasulye (1999) ile Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) filmi çekilmiş…
İyi bir kitap okursun…
İyi bir filme gidersin…
Bir an her şey mümkün görünür,
Umutlanırsın…
demiş “Sinemadan
Çıkanlara Öyküler” adlı kitabında L.Gülden Treske. Cumalıkızık ve Trilye… İkisi
de adeta sete dönüştü. Şimdi bu sayedeki tanıtımların semerelerini topluyorlar.
Belki bir gün o diziler de yeniden derlenip toparlanır ve sinema filmi olarak
tarihte yer alır. Güzel Cumalıkızık’la, Trilye’den beyaz perdeye iz kalır. Zira
çıkartılmak istenen SİT alanları ve ormanlık arazilere yapı izni veren yasa
uygulansa bütün bu güzelliklerden geriye eser kalmayacaktır…
Sinema Osmanlı
Devleti’ne Paris’te 22 Aralık 1895’teki ilk gösterimden bir yıl sonra girmiş,
halka açık ilk film gösterileri Beyoğlu’nda yapılmıştı. İlk sinema salonu
1908’de İstanbul’da açılmıştı. Anadolu’daki ilk sinema salonu 1909’da önce
İzmir daha sonra Ankara
ve Bursa’da açılır. 1930’larda yazlık ve kışlık sinemaların sayısı hızla
artarken yazlık sinemalar döneminde Bursa’daki sinema sayısının 300’ü bulduğu
söylenir ve Bursa’daki sinemaların özellikle Setbaşı’nda toplandığı görülür.
1986’da Bursa’da da
12’si kapalı 4’ü yazlık olmak üzere sadece 16 sinema salonu bulunduğu
belirtilmektedir (Nilgün Abisel, Türk Sineması Üzerine Yazılar). 1990’da özel TV
kanallarının devreye girerek sinema filmlerini arda arda göstermesiyle sinema
salonlarına ilgi azalmaya başlar. Günümüzde uzun tahta sıralarda çekirdekle
gazoz eşliğinde mahallecek seyredilen film dolu günler artık çok gerilerde kaldı.
Eski sinema salonlarının yerini az sayıda da olsa modern teknolojiyle
donatılmış anfi veya cep sinemaları aldı. Açıkhava sinemaları ise yaz ayları
boyunca düzenlenen etkinliklerde yaşatılan bir “nostalji” olarak kalmıştır…
Yoğun göç ve nüfus artışı, plansız sanayii ile çarpık kentleşme,
trafik (ulaşım) ve çevre kirliliği vb. etkenlerin yarattığı yorucu bir tempoda
kent insanı ancak sinema gibi kültürel etkinliklerle yeni bir soluk alabilir. Bursa, sinemadaki sanat
yönü ve seyirci ilgisi bakımından potansiyele sahip bir kenttir. Bursa zaman zaman önemli
şenlik, sinema günlerine vs. evsahipliği yapıyor çünkü. Bursa’da
ilk kez 1967’de sinemayla ilgili olarak “Bursa Sinema Derneği” adı altında Ömer
Tuncer isimli kişi bir etkinlikte bulunmuş Setbaşı’nda Mahfel yanındaki “Saray
Sineması”nda 32 tane film göstermişti. Bu alanda ilk ciddi adımın ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları) ve
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin işbirliği ile “Bursa Ulusal Sinema Şenliği” adıyla 2000’de atıldığı görülmüş ve
şenlik kapsamında ulusal ve uluslar arası çapta sinemacılar kente konuk
olmuştur. 2007 yılındaki bir organizasyon ise Bursa’da bir ilktir. Bu kısa film
etkinliğinde de Bursa’da çekilen, Bursalı yönetmenlerin yaptığı ya da katkı
sağladığı filmlerin gösterimi gerçekleştirilmiş ve Tan Tolga Demirci’nin 2004 yılında Altın Portakal ile
ödüllendirilen “Alfabetik
Düşler” filmi de gösterilmişti.
Geçen yıl Güzel
Sanatlar Akademisi’ni Mudanya’ya kazandıran Üniversite’nin en küçük kentlerde
bile bulunan İletişim Fakültelerinden birisini de Bursa’ya açtırarak kenti
sinemayla buluşturan etkinliklere öncülük yapması beklenmektedir şimdi…
Sinemanın
serüveni aslında insanlık tarihi kadar eskidir. İnsan
dili kullanmadan önce meramını anlatmak için taşı oyarak
şekiller çizmişti,
sonra müziğe başvurmuştu. Resim ve heykelin ardından da yazıyı
kullanmıştır. Tüm
sanatların bileşimidir sinema. Bir film ancak emekçileriyle
bütündür ve
oyuncuları, teknik ekibi de ilave edersek, büyük bir
dayanışma ürünü olduğu
görülür çünkü. “Göl”
filmini hatırlayın. Üç önemli ismi biraraya
getirmişti:
Ömer Kavur yönetmeni filmin. Selim İleri senaristi, Atilla
Özdemiroğlu
müziklerini yapmıştı. 3’ü de ülkemizin sanat
alanında yetkin ve saygın
isimlerindendir.
Edebiyatla süren iletişim ve sanat serüveninde sinemanın ortaya
çıkışı 19.Yy’ı buldu. İlk kez Bir İtalyan yazar Ricciotto Canuda yedinci
sanat olarak adlandırmıştır sinemayı. Dünya sineması geçen Yy’ın başında ortaya
çıkarak bazı bağımsız akımların katkısıyla gelişim sürdürürken Türkiye sineması
ise kendine özgü sinema dilini yakalayamamıştı. Kuşkusuz bu durum ülkenin
içinde bulunduğu toplumsal koşulların özellikle politik sansürün eseridir. Doğumundan
günümüze sinemamız yasakçı bir kültürün ve Amerikan popülerliğinin şematizmiyle
ürün vermektedir. Sadece bir kaç yerli yaratıcı ismiyle anılırken Yeşilçam ve Hollywoodcu
TV kanallarının anlayış kalıpları belirlemiştir sinemamızın yazgısını…
Bursa bu imkânlardaki Türkiye sinemasına Ahmet Sert, Ertem
Göreç, Orhan Aksoy ve Mahinur Ergun gibi yönetmenler kazandırmıştır.
Bursa doğumlu olup sinema filmlerinde
rol alan oyunculardan bazıları şunlardır: Halil Ergün, Hüseyin Kutman, Erdal
Özyağcılar, Semra Özdamar, Tarık Tarcan, Hande Ataizi, Ceyda Düvenci, Vildan
Atasever, Murat Akkoyunlu, Olgun Şimşek, Demet Şener, Ali Uyandıran, Erkan Can,
Şerif Sezer. Konusunun Bursa’da geçtiğini ya da Bursa’da çekildiğini bildiğim
filmler ise şunlardı: Yol (1981), Gün Doğmadan (1986), Sarı Mercedes (1987), Harem
Suare (1999), Fasulye (1999), Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000), İçerideki (2002), Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü?(2005), İki Koca Adam ve
Bir Küçük Bebek (2007).
Yol, Ankara Sinema
Derneği’nin yaptığı anket sonucu belirlenen En İyi 10 Türk filminden biridir. Senaryosu Yılmaz Güney tarafından
yazılmıştır. Yılmaz Güney devrimci kişiliği,
yaşamı, sanatı ve dünya görüşü itibariyle Türkiye’de çok sevilen ve tartışmasız
sinemamızın yetiştirdiği en büyük ustalardan birisidir. Son hapisliğinde Mudanya
açıklarındeki İmralı Adası yarı açık cezaevinde kalmış ve buradan 1981’de yurt
dışına kaçtığı Isparta’daki cezaevine nakledilmiştir. İmralı’da tutukluğu sürerken başladığı “Yol”
filminin senaryosunu Isparta Cezaevinde tamamlamıştır. İmralı Cezaevi’ndeki gözlemlerini
de katarak “Ben bazı yakın arkadaşlarım
aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları
tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da” sözleriyle ifade ettiği gibi 12 Eylül
cuntasının ve sıkıyönetimin en karanlık günlerinde cezaevindeki beş mahkûmun Türkiye’nin
değişik yerlerine yaptığı yolculukları aktarır: “Yol, yarı açık cezaevinden bir haftalığına izne çıkmış beş mahkûmun yol hikâyesidir. Önce otobüs ve trenle süren yolculuk
boyunca, ayrı ayrı beş mahkûmun hayat hikâyeleri ve yaşantılarından kesitler aracılığıyla,
alabildiğine geniş ve ayrıntılı bir Türkiye panoraması çizer. Yoksul ve ezilmiş
insanlar, feodal yapı, feodal düşünce ve koşullar altında yaşamaktadırlar. Mahkûmlardan Mevlüt, Yusuf, Seyit Ali, Mehmet ve Ömer’in “yitik
yaşamları”na tanıklık eder. Dolayısıyla konusu mahkûmlar aracılığıyla anlatılan hikâyenin sunduğu panorama,
asıl olarak, ülkenin ‘içerisi ve dışarısıyla 45 milyonluk bir hapishane’ olduğu
gerçeğinin altını çizer” (kapak yazısı).
Agah Özgüç’ün
deyişiyle Türk sinema tarihinde baştan sona bir romana konu olabilecek kadar
hareketli bir serüveni olan bir filmdir “Yol”.
Yılmaz Güney, Erden Kıral’ın Ayvalık
Cunda Adası’nda başladığı ilk çekimleri iptal etmişti. Film daha sonra yine “Endişe’de
kendisine asistanlık yaptığı sırada tutuklanması üzerine filmini tamamlayan
Şerif Gören’e teklif edilir. Filmin negatifleri yurtdışına kaçırılarak Yılmaz
Güney'in de başında bulunduğu bir ekip tarafından kurgulanır. 1982’de 35. Cannes Film Festivali’ne katılarak Costa
Gavras’ın “Missing (Kayıp)” filmiyle beraber Altın Palmiye’yi kazanır. Yol, o sıralarda ABD’de de bile en
çok izlenen yabancı filmler arasına girmesine rağmen Türkiye’de gösterilmesi
yasaklanır.
Filmin çekimleri
İstanbul, Bursa, İzmir, Konya, Eskişehir, Mersin, Adana, Bingöl, Gaziantep,
Urfa, Diyarbakır ve Ankara’da yapılmıştır.
Filmin başrol oyuncularından Tarık Akan “Bana kalırsa, Yol filmi,
dünyada en zor şartlar altında çekilmiş filmlerden biri” diyerek filmin
Bursa’daki çekim macerasını şöyle anlatır: “Hızla filme başladık. İstanbul’da
hapishane sahnelerini bitirdik. Artık Anadolu’ya hareket edecektik; ilk durak
Bursa. Elimizde Bursa Sıkıyönetim Komutanlığı’nın film çekme izni vardı.
Buna karşın çekim yapmamıza izin vermediler. Tüm kapıları çaldık, ilgili
ilgisiz herkese derdimizi anlattık, iznimizi gösterdik, olmadı. Bu arada bir de
gözdağı verdiler; çekim yaparsak başımızın derde gireceğini söylediler. Bursa
il sınırlarını terk etmemiz emredildi. Üç minibüsle Bursa'dan ayrıldık.
Minibüslerden birinin camlarını kamuflaj yapıp, çekimi olan oyuncular ve
kamerayla tekrar Bursa’ya girdik. Aracı uygun bir yere park ettik. Kamera
minibüsün içinde kaldı; çekimler kapalı perdenin aralığından yapıldı. Dört-beş
saatte gerekli sahneleri çekip işimizi bitirdik ve Bursa’dan kaçtık”...
Filmde Tarık Akan’ın
yanısıra Bursalı oyuncular Halil Ergün ve Şerif Sezer de yeralmıştır. Ancak 17
yıl sonra ülkesinde gösterime girebilen Yol filminin o yıllardaki koşullar nedeniyle
pek başarılı olmayan seslendirmesi yeniden yapılmış bu defa Seyit Ali rolündeki
Tarık Akan’ı, “Erdal Özyağcılar” seslendirmiştir…
1981’de çekilen “Yol” filminde
önce Erden Kıral yönetmenlik yapmıştır. Ancak Yılmaz Güney’in oyuncu sayısını
sınırlı tutmak istemesi üzerine film Şerif Gören’e teklif edilerek tamamlanmıştı.
Erden Kıral
yıllar sonra Yılmaz Güney’in Bursa
Cezaevi'nden Isparta'ya nakli sırasında yaşadığı iki günü beyaz
perdeye “Yolda” filmiyle aktarmıştır. Senaryosunu da Erden Kıral’ın yazdığı Yolda (2005), Yılmaz Güney
ekseninde bir dönemin gizli tanıklarını perdeye taşıyor ve Halil Ergün Yılmaz
Güney’i canlandırıyordu…
İsmail Güneş, 1999’da Cüneyt
Arkın’lı “Gülün Bittiği Yerde” filmiyle 12 Eylül ve işkence konusunu işlemişti.
Bu filmden sonra 2005’te “The İmam” adlı filmi çekmiş ve bu yüzden
eleştirilmişti. Güneş bu defa dinsel hoşgörü mesajı iletiyordu. Ancak “The
İmam” sinemasal açıdan kusurlu olduğu kadar TV’deki dizilerden fırlamış aynı
oyuncular, benzer tonlar taşıyan zorlama diyaloglarla sıradan bir film görüntüsü
veriyor, özellikle mütedeyyin kanallarda sıkça başvurulan ve kaderci bir
yaklaşımla ele alınmış “sır kapısı”,
“gönül gözü” gibi benzeri yapımları tekrarlamaktan ileri gidemiyordu.
“Gündoğmadan” yönetmenin 35
mm’lik ilk uzun metrajlı filmi. 2004’te kendisiyle yapılan bir söyleşide
"Gün Doğmadan filminde kaderi anlattım. İnsanın yazılı kaderinden
kaçamayacağını anlattım.” diyordu. Bir
akrabasının cenazesini memleketine götürmek için yola çıkan bir karı kocanın
hayatı bu seyahat sırasında altüst olur. Polisten kaçan bir çete tarafından
yolda rehin alınan genç çift çaresizlik içinde kurtuluş yolları aramaya başlar…
Sunay Akın 9 Ekim 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Denizi göreceksin sakın şaşırma!”
başlıklı yazıda “Yıkıntı Mustafa'nın dünyası 'Gündoğmadan' adlı filmde görünür. 1986 yılında çekilen bu filmde,
küçük bir rol de Yıkıntı Mustafa'ya verilir ölümünden önce” diyordu. Bursa’nın meşhur simalarından Yıkıntı
Mustafa’yı şair Sunay Akın’ın kaleminden aktarayım: “Gemlik'te yaşayan ve
şoförlük yapan ‘Yıkıntı Mustafa’ biriktirdiği yüzlerce şişeyi kamyonun arkasına
yükleyerek, 1974 yılında, karısı ve çocuğuyla Karsak Boğazı'na gelir. Gemlik'e
beş kilometre uzaklıktaki bu yerde, derenin kıyısına şişelerden lokanta ve ev
konduran Yıkıntı Mustafa, ilkokul mezunu olmasına rağmen yaptığı çarklarla da
sudan elektrik elde eder. Zamanla bir de cami yapar derenin kıyısına. Tabii
yine şişelerden!”… İsmail Güneş filmini “Biz ilk defa Türk Sinemasında bir şeyi
daha yaptık. Hiç görülmedi, incelenmedi. Cünüplüğün acısını çeken bir adamın
hikâyesi de vardı içinde. Gece hamamcı olmuş, yıkanamamış, gusül abdesti
alamamış. Vuruluyor, ölüm acısını değil, o şekilde öleceğinin acısını çekiyor, ‘beni
yıkayın’ diye yalvarıyor” sözleriyle özetliyordu.
Filmlerini din konularında seçen yönetmenler yaptıklarına artık “Beyaz
Sinema” adını veriyorlar. Eskiden milli sinema denirdi. İsmail Güneş işte bu çizgide
bir yönetmen olarak kabul ediyor kendini…
Gemlik, Bursa’nın 30 km.
kuzey batısında, Marmara Denizi kıyısında kendi adıyla anılan körfezdeki
ilçesidir. Bursa’nın diğer ilçelerine nazaran Gemlik’i daha fazla sevmişimdir. Sanırım
körfezde denizle iç içe olduğundan bana da tabiatla içli dışlı olma duygusu
veriyor. Son gidişimde de bu duyguyu yeniden tadmak istedim.
Celal Yalınız (nâm-ı diğer Sakallı Celal)’ın dediği gibi, kimimizin yüzü hep batıya dönmüş,
kimimiz neden sürekli doğuya gitme uğraşı verir anlayabilmiş değilimdir. Niye korkuturlar
ki bizi birbirimizden. Mahalle baskısı dedikleri ne menem şey bu olsa gerek. Gemlik’te
hangi akla hizmetse bir nevi harem selâmlık uygulaması çarpmıştı gözüme. Sahildeki
en müstesna çay bahçesinde bile “aileye mahsustur” tarzı yaklaşımla
karşılaşıyorsunuz. Oysa sadece denize daha yakın
durmak şöylebir çaylarınızı yudumlayıp gazetenize gözatmak isteyemez misiniz? …
Eğer kendimiz gibi olamayacaksak herşeyi örneğin Maalouf’un
tarih bilgesi, çok dil konuşan karakterlerinden birisi gibi mi okumak
gerekiyor. Bakın içimizden birisi, Adalet Ağaoğlu Öksüz Bayram’ın birkaç saatlik yolculuğunda ne
güzel anlatıyor Gemlik’i: “Yolun solunda bir su akıyor. Karsak Suyu. Güzel,
köpürerek akan bir su. Az sonra hemen sağına geçiyor. Basamaklardan atlaya
zıplaya, taşa kabara akıyor. Bayram, özlemle bakıyor suya. Ona ulaşabileceği
bir fırsat kolluyor. Ama daha göz açıp kapayıncaya dek suyun yoldan iyice uzak
düştüğünü anlıyor… Gemlik Körfezi, hemen ayaklarının altında. Tuğla
fırınlarını, konserve fabrikalarını, yazlık blok konutları, Deniz Kuvvetleri
dinlenme yerlerini, tersanesini ve daha bir-iki öteberisini kendine çerçeve
etmiş. Çok eski bir yağlıboyanın vernikli dişbudakla çerçevelenmesi. Kimyevi
gübre kokusunun kaplıca kokusuna karışması. Bir zeytinliğin uzakta bir
zırhlıyla tokalaşması. Bir boru fabrikasının bir reçel fabrikasına dil
çıkarması. Bir tepenin bir ovayla kavgaya tutuşması. Bir kavaklığın, üstüne
yama vurulan asfalta üzülerek bakması. Yine de uzağında kalması. Bir martının
bir yakıt tankeri üzerinde kanat çırpması. Ve güneşin, bütün bunları kuşatıp
aynı kaba tıkması”…
“Sarı Mercedes” filmi Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” adlı
romanından uyarlanmıştı. Balkız adını verdiği arabasıyla Almanya’dan yola çıkan
gurbetçi Bayram’ın Kapıkule’den başlayıp akşam gün batarken ulaştığı
Ballıhisar adındaki köyünde hazin bir şekilde son bulan bir günlük yolculuk
öyküsünü anlatır: “Almanya’ya çalışmaya gidip,
para biriktirerek bir araba almayı düşleyen bir adam, bu uğurda en yakın
arkadaşına kazık atar, sevdiğini pervasızca geride bırakır. Sonunda emellerine
kavuşur. Almanya’dan Türkiye’ye dönüş yolu boyunca kendi kendisiyle hesaplaşır.
Ancak birçok güzelliği çiğneyerek sahip olduğu sarı mercedes’i ona yar olmaz ve
memleketine gittiğinde bir kaza yapar” (kapak yazısı).
“Fikrimin ince gülü
/ Kalbimin şen bülbülü
Fikrimin ince gülü /
Kalbimin şen bülbülü
O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni…
Bayram, önce
içinden, sonra usuldan, sıra ‘O gün ki gördüm seni’ye gelince de, bütün sesini
koyvererek şarkıya katılıyor. Özel deri geçirilmiş direksiyon, ellerinin
altında seviliyor. Bayram, direksiyonu sağa büküyor, okşayarak. Sola büküyor
okşayarak. Ağzında şarkı, önde parıldayan yıldıza, derken, güzel bir eğimle ön
camın dibine doğru uzanıp gelen motor kapağının süzülmüş balrengine bakıyor…” (Fikrimin
İnce Gülü, 18.baskı, s.38).
Adalet Ağaoğlu
yaşamı, yazarlığı, politik görüşleri ve tavırları sebebiyle basında adı sık sık
duyulan edebiyatın önemli ustalarından. Kitapları yasaklanan, yargılanan,
sürekli tartışılan ismi. Fikrimin İnce Gülü romanı 1976 yılında kaleme alınmış
1981’de 4. baskısında toplatılmıştı. Dış göç olayını ele alan ilk filmi
“Otobüs”te sansüre takılan ancak Danıştay kararıyla gösterim izni alan Tunç
Okan, romandan senaryolaştırılarak yapılan bu filminde yazarının sözleriyle “otoriter
kurumlara karşı tavrı budanmış ve içeriği boşaltılmış” olarak çektiği için
eleştiriliyordu.
1994’te
yayınlanan “Sinemada Yedinci Adam” adlı kitapta Dr.Oğuz
Makal “Göç” olgusunun sinemadaki yansımalarını
çevrilen filmlerin çözümlemeleriyle
beraber elealmıştı. Dış göç konusunun da Türk
edebiyatında bir “düzen sorunu”
olarak ele alındığını vurgulayan Makal, Sarı Mercedes’le ilgili
olarak “Adalet
Ağaoğlu’nun değişmeyi ve değişememeyi anlattığı roman, uzun bir
yapım
sürecinden sonra Tunç Okan tarafından ortaya
çıkartıldı” demektedir. 1960’larda
başlayan yoğun dış göç bir devlet politikası olarak
benimsenmişti. “Bitmeyen
Göç”te ünlü ‘Gastarbeiter’
konuk işçi kavramı bu dönem oluşuyor diyordu Nermin
Abadan Unat (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002) “Almanya’da
yabancı Türkiye’de Alamancı”
sayılan, sınıfının ve konumunun bilincinde olmayan arabasını herkesten
çok seven sadece Almanyalı işçi Bayram değildi tabii, yıllar önce yapılan bir
araştırma da Mercedes otomobillere Almanlardan çok Türklerin sahip olduğunu
göstermemiş miydi?
İlyas Salman’ın rol aldığı “Sarı Mercedes” filmindeki yol
sahnelerinden birinde üstünde Bursa yazan bir trafik bir levhası dikkat
çekmektedir. Tunç Okan’ın Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” adlı romanından uyarlama filmin (1987) bazı
sahneleri Bursa-İnegöl civarında çekilmiştir. İnegöl’de en göze
çarpan yapı grubu İshak Paşa Külliyesi ve çevresi. Külliye 1482’de inşa
edilmiş. Camii, medrese ve türbeden oluşmakta. İnegöl’ün tam merkezindeki çarşının
içinde yer alıyor. Burada yemiş meşhur İnegöl köfteyi Öksüz Bayram. Son gidişimde benim İnegöl’deki köftecilerin
çokluğu kadar pastacıların da varlığı da dikkatimi çekmişti.
Araba Sevdası
romanında geçen arabanın renginin de sarı olması enteresan. Araba Sevdası
Osmanlı Devleti'nde Tanzimat döneminde yanlış batılılaşmanın etkisini aktaran
bir romandır. Recaizade M.Ekrem’in yazdığı roman ilk realist roman kabul edilir. Daha sonra çekilen Aydan Şener’in de rol aldığı TV
dizisinin, Fikrimin İnce Gülü romanıyla isim benzerliği dışında hiç bir alakası
yoktur…
Antalya Film
Festivali bu yıl Ferzan Özpetek’in son filmi
“Mükemmel Bir Gün”le başlıyor. 2005’te uluslararası nitelik kazanan festivalin
daha önce jüri başkanlığını da yapan Ferzan Özpetek şimdiye kadar sırasıyla Hamam (1997), Harem Suare (1999), Cahil Periler
(2000), Karşı Pencere
(2002), Kutsal
Yürek (2005) ve Bir Ömür Yetmez
(2007) adlı filmlere imza atmıştı. Bol ödüllü “Cahil Periler” filminde
İtalya’da Nazım Hikmet’le ilgili oluşturduğu gündemle dikkat çeken yurt
dışındaki temsilcimiz, hakkında “Daha çok, bireylerin kimlik bunalımlarına,
onların duyguları üzerinden yaklaşıyorum” dediği başarılı bir işkadınının
herşeyi bir kenara iterek yoksul insanlarla dayanışmasını anlattığı “Kutsak
Yürek” filminde de yankı yaratmayı başarmıştır.
Bursa’da çekilen Haluk Bilginer’li filmlerden bir tanesidir
ayrıca Harem Suare. Sultan rolünde oynayan Bilginer dışında ilk filminde
Bursalı oyuncuları buluşturan Ferzan Özpetek Harem Suare’de “Şerif Sezer”e de rol vermiştir. Sarı
Mercedes’te gümrük memuresi rolünde oynayan ve filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu
olan Serra Yılmaz ise Harem Suare’de harem kalfası Gülfidan rolünde yeralmıştır.
Saray, Harem ve
Hamam… Her üçü de kimine göre bir muamma kimine göre bir tabu kimine göre mahrumiyet
kimine göre ise mahremiyet bölgesiydi. Filmdeki replikte geçtiği gibi burada
içerde (haremde) kalfa Gülfidan’a göre önemli olan üç şey vardı: Aşk, iktidar
ve korku.
Harem denince aklıma
“Erzurum Yolculuğu” gelir. Ataol Behramoğlu’nun Puşkin’den çevirdiği kitaptaki harem
şöyleydi: “Ben bu sırada çevreme bakınırken tam kapının üstünde yuvarlak bir
pencerecik; pencerecikte de meraklı, kara gözleriyle fıldır fıldır bakan beş
altı tane yuvarlak başçık gördüm. Buluşumu tam Bay A.’ya söylemek üzereydim ki,
başlar kımıldadı, gözler kırpıldı, birkaç parmakçık susmam için gözdağı verdi
bana. Boyun eğdim ve buluşumu kimseyle paylaşmadım. Hepsi de hoş yüzlerdi;
fakat hiçbiri güzel değildi”…
Bu satırlar Aleksandr Puşkin gibi gerçekçi ve insancıl büyük
bir Rus yazar tarafından kaleme alınmıştır ancak bilhassa temel bir öğesi
olarak 17.Yy’daki birtakım Batı’lı oryantalist yazarlara ait harem hakkındaki
görüşler ise kimilerine göre çoğu zaman fantazya-romantizm karışımı birçok ön
bakışı sergilemekteydi. Çünkü oryantalizm (Doğuculuk) itaat, atalet, güçsüzlük,
kadına şiddet gibi birtakım unsurlar içermektedir…
15.Yy’da
Fatih’in yaptırdığı Topkapı Sarayı yüksek
duvarlarla çevrili müstahkem bir kale
görünümünde idi. 360’dan fazla odasıyla
Harem bölümü ise 16.Yy’da eklenmişti.
Amerika’da ilgiyle karşılanan “Üçüncü
Kadın”, “Harem: Peçeli Dünya” ve
“Gözyaşı Sarayı” gibi kitapların yazarı Alev
Lytle Croutier’in haremdeki cariyeler hakkındaki şu sözleri
dikkat çekicidir:
“Bir kere çok güzeller, çünkü
seçilmiş kadınlar. Aynı zamanda hepsi esir.
Saraya girdiklerinde eğitim almaya başlıyorlar. Herkes yeteneğine
göre
yönlendiriliyor. Çok güzel olanlar ayrılıyor. Sesi
güzel olanlar şarkıcı, iyi
nakış işleyenler nakışçı oluyor. Sonra kadınlar devri başlıyor.
Esir olan
kadınlar, bu esaret altında bile güç kazanıyorlar ve
ülkeyi yönetmeye
başlıyorlar…” (Tempo, 2004, Sayı 29/866, s.75). Kimi
yazarlar ise “Bunların
hiçbir suretle gerçekle ilgisi yoktur.
Çünkü bu cariyelerin çoğu
hizmetçidir. Hatta daha ileri giderek bu
cariyeler arasında dilsizler, maskaralar, zenciler, cüceler de vardır. Bunların
arasında yaşlı kadınların olduğu da görülmektedir” diyerek farklı yönden
yaklaşmaktadır (Muammer Gökçin, Zaman) .
Ferzan Özpetek
batıyla oryantilizmi bir araya getiren filmlerin yönetmeni. Ferzan Özpetek’in başarısını İtalyan
Sineması’ndaki tıkanıklığa bağlayanlar olduğu gibi Batı'nın oryantalist
bakışını beslemesinden dolayı olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Özpetek,
ilk üç filmindeki başarıdan sonra İtalya’da sinemaya yön veren üç yönetmenden
biri olarak nitelendirilmişti. Türk-İtalyan-Fransız ortak yapımı “Harem Suare” Osmanlı Sarayında bir cariye
ile onu padişahın bir gözdesi haline getirmeye uğraşan harem ağası arasındaki
bir aşkın (tabii suç ortaklığının da) öyküsü olduğu kadar Osmanlı Haremi’nin
kapanmaya yüz tuttuğu son günlerinde haremdeki cariyelerin trajedisini insalcıl
ve romantik açıdan yaklaşarak yansıtıyor. Hamam filminde “hamam” motifiyle oryantalist bir yaklaşım
sergileyen Ferzan
Özpetek “harem” motifini de Harem Suare’de kullanarak Osmanlı saray
yaşamından bir kesiti verdiği Harem Suare’nin jeneriğinde “Bu filmdeki olaylar
hayal ürünüdür” demeyi de ihmal etmiyor…
Hamam Roma ve Bizans kültüründe önemli bir yer tutmaktaydı. Osmanlılar
zamanında gelişen hamam kültürü de Bursa alındıktan sonra şehre hamamlar inşa edilmesiyle
sürmüştür. Bursa bölgesinin tarihi Kalkolitik (M.Ö. 5000-3500) döneme kadar
uzanmaktadır. Bursa ile ilgili ilk kesin bilgiler M.Ö.700’lere dayalıdır.
Bu yüzyılda İskit saldırılarından kaçan Bithinyalılar, Bursa’ya yerleşip kısa
sürede sınırlarını genişletmişlerdi. Şehri kuran kişi Bitinya Kralı Prusias’tır.
Yapımına Bitinyalılar döneminde başlanan Bursa Kalesi’nin 3.5 km uzunluğundaki
surlarından günümüze ulaşan devede kulaktır...
Bilge Umar’a göre
Prusias’a bir hisar kentinde babasının başkenti Nikomedia yani İzmit’te doğduğu
için hisar kentinin insanı, hisar kentli anlamında Pusassuwas gibi bir ad
verilmiş ve o isim Helen ağzında Prusias’a çevrilmişti, Prusias da kendi
kurduğu kente adını anımsatsın diye Prussa adını vermişti (Rana Aslanoğlu, Kent
Kimlik ve Küreselleşme). Roma egemenliği ise Bursa’da Bitinya Kralı 4.Nikomedes’in
M.Ö. 74’de ülkesini Roma İmparatorluğu’na bağışlamasıyla başlar. Böylece Roma
Devletinin bir eyaleti olan Bursa kaplıcalarından dolayı Roma döneminden beri
kullanılan bir sağlık merkezi olarak da anılacaktır. Kaplıcalarıyla ünlü şehirde
Romalılardan sonra Bizanslılar da kaplıcalar yaptırır. Bursa'ya 525 yılında
Jüstinyanus zamanında 4 bin kişilik ordusuyla Bizans kraliçesi Teodora’nın da gelerek
kaldığı ve eğlenceler (hamam sefaları) düzenlediği söylenir. Çekirge semti bugün
bir kaplıca merkezi gibidir. Harem Suare filminde görünen hamam sahneleri burada
çekilmiştir…
Hamam filmi ABD’nde bir yıl boyunca kesintisiz
olarak gösterimde kalmıştı. Filmde Halil
Ergün ve Şerif Sezer de rol almıştı. Bursa’nın yetiştirdiği en önemli sanatçılardan
birisi olan “Halil Ergün” İznik ilçesinin Müşküle Köyü'nde
doğmuştur. Adana’da düzenlenen 15. Altın Koza Uluslararası Film Festivali’nde “Yaşam
Boyu Onur Ödülü”nü Türk sinemasının diğer ustalarından Halit Refiğ ve Selda
Alkor’la birlikte almaya hak kazanan Ergün, Yolda, Mum
Kokulu Kadınlar, Yolcu, Mavi Sürgün,
72. Koğuş, Katırcılar,
Sis,
Kırlangıç Fırtınası,
Kırık
Bir Aşk Hikâyesi, İzin
gibi pek çok filmde de adından sözettirmeyi başarır. 1987 yılında Erdoğan
Tokatlı tarafından çekilen “72.Koğuş”
adlı Orhan Kemal’in 1953’te yazdığı öyküden uyarlanan filmde Orhan Kemal rolünü
oynar. Orhan Kemal’in cezaevindeki gözlemlerine dayanan öykü Nâzım Hikmet’le
beraber kaldığı Bursa Hapishanesinin bir
yoksul koğuşundaki mahkûmların yaşamını anlatıyordu. Nâzım Hikmet'in Bursa
Hapishanesi'nde 1941’den sonra kaldığı dönemi aktaran 2007
yapımı “Mavi Gözlü Dev” filminde ise
odası Nâzım Hikmet’in 1944’te Bursa Hapisanesi’nde yaptığı bir resimden
esinlenerek Beykoz'da
kurulan bir cezaevi setinde gerçekleştirilebilmiştir.
Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” adlı romanının önemli
bir bölümü de Bursa’yla ilgilidir. 12 Eylül’den önce çekilip 1980 yılında önce
yasaklanıp sonra yakılan roman Halit Refiğ tarafından TRT’ye dizi olarak
çekilmiştir. Kurtuluş Savaşı'nın az öncesi ve az sonrasını anlatan ve İstanbul,
Bandırma, Akhisar, Manisa'ya yakın bir köy ile Bursa arka planlarında geçen
romanın ilgili bölümü 2000’de Bursa’da düzenlenen 6. Avrupa Filmleri
Festivali-Gezici Festival”inde “Siyahperde-Türk Sinemasında Sansür” konulu
panelde tartışılmış, aynı festival kapsamındaki “Türk Sineması'nda Sansür” adlı
bölümde sansüre uğramış Türk filmleri de gösterilmiştir…
“Fasulye”, bir komedi filmi. TV’de hala tekrarları gösterilen Türkan
Şoray’lı, “Haluk Bilginer”li “Tatlı Hayat” dizisinin yönetmeni Bora Tekay’ın
ilk uzun metraj film denemesi. Yeterince organize olamamış, sorunları zaman
zaman yasadışı yollara havale edilen günlük yaşamın çıkar çatışmalarına
dönüştüğü bu yüzden mafyatik örgütlerin
cirit attığı toplumda bilgisizliğin “şeyh uçmaz müridi uçurur” misali halkın dinsel
zaaflarından yararlandığı cehaletin kol gezdiği ortamlarda bir takım
düzenbazların giderek baş köşelere oturmaları istenmeyen fakat muhtemel bir
sonuçtur. Bursalı yönetmen Bora Tekay mafya dizilerinden yola çıkarak
“Fasulye”de karikatürize
edilmiş mafya tiplemeleri ve bilge karakteriyle farklı bir mizah anlayışı yakalamaya
çalışıyordu.
Filmin başında Selim Erdoğan’ın köydeki emekli vergi iade
zarflarını şehre götürmek için hazırlık yaptığı sahneyle, Kutay Köktürk’ün
şoför olarak göründüğü sahnelerde Cumalıkızık Köyü çok belirgindir: Dar sokaklar,
eski evler ve köylüler vs. Filmin kapanış jeneriğinde de “Cumalıkızık halkına
katkılarından dolayı teşekkür ederiz” deniyor. Bursa plakalı araçlardan
ikisiyle “fa-sul-ye” sözcüğünün oluşturulması da ilginçtir. Film,
karakterlerden ziyade tiplemeler üzerine oturmuştur; “Çiçek Taksi” dizisiyle
tanınan Selim Erdoğan nerdeyse 2 saatlik film boyunca dilsiz olmadığı halde hiç
konuşmayan saf ve iyi niyetli genci oynayarak Türk sinemasındaki en ilginç
rollerden birini gerçekleştirmiştir…
Son dönemde mafya tiplemeli dizi ve filmlere elatan başka bir
isim Serdar Akar, 2000’de “Dar alanda Kısa Paslaşmalar”la bir
kenar mahallede yaşanan sıcak ilişkiler, komşuluklar, aşklar ve öte yandan
mahallenin futbol takımının amansız profesyonel olma mücadelesini aktarıyordu.
Fahir Atakoğlu’nun müziği eşliğinde baştan sona Bursa fonunun hakim olduğu
filmde 12 Eylül sonrası bir dönemi Bursa
manzaralarını kullanarak insan ilişkilerinin bir kesiti olarak yansıtmaya
çalışılıyordu: Kayrak taşlı dar Cumalıkızık sokakları, Muradiye, tarihi Koza
Hanı, eski Tophane evleri, amatör takımlara ait bilindik topraklı sahalar, Yenişehir’de
bir mahalle…
Dar
alanda Kısa
Paslaşmalar tamamı Bursa’da çekilen bir film. Oyuncu
kadrosunda birçok Bursalı
oyuncu yeralmıştır. Filmin ikinci galası da Bursa’da yapılmıştır.
Filmde “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet”
filmlerinde de yer alan Savaş Dinçel başrol oynuyordu. Filmin
başrol
oyuncularından birisi de “Erkan Can”dır.
Bursa’da yetişen oyuncu bir söyleşide (Alper Turgut, 26
Temmuz 2008, Milliyet) o
günleri şöyle anlatıyor: 1 Ocak 1958 günü
Bursa’da doğmuşum. İlk öğretmenim
babamdı. Ben ne öğrendiysem babamdan öğrendim, onun etkisiyle
büyüdüm. İyi bir
insan olmamı istedi, ben de ona verdiğim söze sadık kaldım.
Çocukluğumda
tamirhanede çalıştım, İznik gölü kenarında, Yeni
Sölöz’ün üstü Bayırköy’de
inek, koyun keçi güttüm. Cumartesi ve Pazar
günleri de atlardık mobiletle,
Kumla, Mudanya sahilleri ve Burgaz’a giderdik. Tiyatro ilk
göz ağrımız. Bu
heves, 1974 yılında Bursa Devlet Tiyatrosu, Ahmet Vefik Paşa
Sahnesi’ndeki
tiyatro kurslarına gitmemle başladı. Mahalledeki ağabeyler, güzel
ağabeyler
önayak oldular. Onların kestiği racona uyduk, buralara dek geldik.
O yıllarda okulda boykot, gençlik
derneklerinde tiyatro yaptık. Folklor ile uğraştık, maçlarda amigo olduk hatta
kaleciliğe soyunduk”…
Erkan
Can, Zeki
Ökten’in 1986 yılında çektiği “Davacı”
filminde seyyar satıcıyı oynayarak
girmişti sinemaya. Daha sonra TRT’deki “Bizim
Çocuklar” dizisinde oynamıştı, “Mahallenin
Muhtarları” dizisiyle tanınmıştı. Özellikle canlandırdığı
“Temel” karakteriyle büyük
sükse yapmıştı. Serdar Akar’ın düşük
bütçeyle çekilen ilk uzun metrajlı filmi
“Gemide” ile Antalya Altın Portakal Film
Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu”
ödülünü almıştır. Ardından “Dar Alanda Kısa
Paslaşmalar”, “Yazı Tura”, “O Şimdi
Mahkûm” ve “Takva” gelir. Atilla Dorsay
“Erkan Can’ın tek kelime ile mükemmel
oynadığı Takva gösterime girdiğinde kıyamet kopacak. Benden
söylemesi…”
dedikten sonra kıyamet kopmaz ama oyunculuğunu konuşturur ve “Takva”daki rolüyle Antalya’da ikinci Altın Portakal’ını kazanır…
Dar kadroyla çekilen
ilk filminin aksine geniş ve tanınmış kadrosuna rağmen Serdar Akar “Dar Alanda
Kısa Paslaşmalar”da konuyu yine bu defa bir mahalle çerçevesinde kişisel yaşam
ve bireysel sorunlarla sınırlı tutuyor. 12 Eylül tüm hızıyla sürerken “Dar Alanda Kısa
Paslaşmalar” futbola sığınan insanların bir anlamda dar bir alana hapsedilmiş
insanların kendi aralarındaki paslaşmalarını konu alıyordu:
“Bizim takım. Hep
yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar. Hayatta Torba, yeşil kalmakta var,
sararmakta. Dağın rengi bunlar, dağın rengi!”…
Gemide filminde konu
gerçek bir kum kosterinde geçiyordu. Birkaç gün önce Cumalıkızık’a Baykal da
uğramış. Gazetenin biri “CHP lideri Deniz
Baykal, Bursa’daki tarihi Cumalıkızık mahallesinde akan suyun üzerinden çevik
bir hareketle atladı” diye haber yapıp bir de resmini basmıştı. Liboşluk
yarışında öyle bir dönem geçiriyoruz ki kimse kimseye meydanı bırakmak
istemiyor aslında. Gemi denince şu ara aklıma hep Deniz Baykal’la Başbakan arasındaki “Gemi
mi Gemicik mi?” tartışması gelir.
Cumalıkızık’ta her
sokakta özellikle köylü kadınların hediyelik eşya ve yöreye özgü yiyecekleri
sattığına şahit oluyorsunuz. Ben de bir gemi aldım Cumalıkızık’ta. Gemi dediysem
Baykal’ın ifade ettiği tarzda değil. Benimkisi el yapımı, 1 YTL’lik ahşap
yelkenli biblo bir tekneydi sadece. Burak Erdoğan’a ait “boyu 94 metre, eni 16
metre”lik gemicikten değil yani. Ölçtüm, eni 2 cm, boyu 10 cm ve
yüksekliği 8 cm geliyordu. Çeşit bol ama onların yaptığını plaza kültürüyle
karıştırmamak gerekir kendi ürettiklerini değerlendirmeye çalışıyorlar çünkü…
Cumalıkızık’ta çekilmiş filmlerden bir tanesi de “İçerideki” filmi. Bursalı yönetmen Ahmet Küçükkayalı, psikolojik-gerilim türündeki film için Bursa’nın doğası ve
otantik evleriyle ünlü Cumalızık ve Gölyazı köylerini kullanmış. Filmde modern
dünyadan yalıtılmış bir köyde bir
yabancının gelişiyle yaşanan esrarengiz olaylar aktarılıyordu.
“Gölyazı”
da eski bir Rum köyü. Uluabat gölü
kıyısında küçük bir yarımada üzerinde kurulmuş
çok güzel bir köy. Bithynia döneminden
kalma antik kalıntılar üzerinde bulunmakta; göl ve
çevresi sit alanı. İstanbul'u
başkent yapan Konstantinus çocukluğunu burada geçirmiş,
annesi Helena’nın
ailesi bu civarlardaki Drepenum Köyündenmiş. Zeytinlik ve
sazlıklarla çevrili gölde
bulunan Manastır adasında H.Constantinus ve Helena Kilisesi yeralmakta.
Prof.Dr.Necmi
Gürsakal’ın romanı “Floransalı Karlo”ya burada
mülhem olmuştur kesin. Bir
kadraja sığdırılabilecek tüm güzellikler mevcut
çünkü: Antik yapılarla balıkçı
ağları, durgun suya vuran güneş, gölde yüzen kayıklar ve
kuşlar… hepsi birden eşsiz
bir komposizyonu tamamlıyor.
Geçim kaynağı sadece
balıkçılığa dayanan köyde geçen yıl bir belgesel çekilmiş ve İstanbul, Adana ve
Nürnberg’teki film festivallerinde birincilik ödülü kazanmış. Emine
Emel Balcı’nın yönettiği “Gölün
Kadınları” adlı film geçim sıkıntısı yüzünden
eşleriyle birlikte balıkçılık yapan köylü kadınların fedakârlıklarını
anlatıyordu…
Gölge oyunları, doğu kültürlerine özgü bir sanat. Rivayete göre,
eşinin ölümüyle yıkılan Çin hükümdarını teselli etmek isteyen adamın biri beyaz
bir perdenin arkasından geçirdiği kadın gölgesini ölen kadın yerine koyup ona
takdim etmiş. Böylece gölge oyunu başlamış.
Karagöz ve Hacivat
figürleriyse 650 yıllık bir geçmişe sahiptir. Orhan Gazi döneminde Bursa
Ulucami inşaatının demirci ustası kambur Baki Çelebi (Karagöz) ile duvarcı
ustası Halil Hacı İvaz’ın (Hacivat) nükteli atışmaları giderek geleneksel Türk
tiyatrosunun temel taşı haline gelerek Osmanlı eğlence kültürü içinde önemli
bir öğe haline dönüşür. Gölge oyunu panayır ve eski bayram eğlencelerinin
vazgeçilmezlerinden olur. İlk gösterinin Karagöz’ün Bursalı olması sebebiyle
Bursa’da sergilendiği belirtilmektedir. Sabahattin
Eyüboğlu 1972 yılında “Karagözün Dünyası” adlı bir belgesel çekmiştir.
2005’te Ezel Akay
Bursa Orhaneli ilçesinde kurulan bir platoda Hacivat ve Karagöz’ün hikâyesini
filme de çekti. Sinemamızda şimdiye kadarki en
titiz ve kapsamlı çalışma örneklerinden birisini sergileyen "Hacivat, Karagöz Neden
Öldürüldü?" filminde dekor ve kostümler, akıcı ve masalsı anlatım,
güncel mesaj ve taşlamalar da dikkat çekiyordu. “Haluk Bilginer”in usta
oyunculuğunun da katkısıyla çağdaş bir üslupla konuyu ele alan yönetmen Ezel
Akay pek alışılmamış bir mizah duygusu taşıyan farklı film ortaya çıkarmıştır. Hüznün
yergi ile harmanlandığı Hacivat, Karagöz Neden Öldürüldü? iyi bir kara mizah
örneği ve Bursa’dan Türk sinema tarihine önemli bir film olarak armağan gidiyor.
Bursa’ya özgü bir dönemde Hacivat ve Karagöz’ün Bursa'da
tanışması görsel şölen eşliğinde aktarılıyor. 14. Yy’da Anadolu'dan gelen insanlarla gitgide
kalabalık bir yer haline gelmeye başlayan Bursa, Moğol istilasından kaçan beylik
liderlerine de kucak açmıştır. Cami inşaatında çalışmak üzere Bursa’ya gelen Hacivat
ve Karagöz arasında da yakınlık doğar. Atışmaları
kulaktan kulağa yayılmaya, inşaatı yavaşlatmaya başlarlar. Fakat dile
getirdikleri gerçekler, eleştirdikleri isimler rahatsız olunca her ikisi de cami
bahane edilip kafaları kesilerek idam edilir.
Zeki Demirkubuz, Akay’ın filmini dönemin en iyisi olarak
göstermiştir…
Ömer Kavur ilk filmi
“Yatık Emine”de, Refik Halit Karay'ın “Memleket Hikâyeleri” adlı kitabındaki
bir öyküden yola çıkarak bir hayat kadınının sürgün edildiği taşra kasabasında
karşılaştığı trajik olayları anlatıyordu. 1979’da yönetmen ilk kez “Yusuf ile
Kenan”da da toplumsal gerçekçi bir yaklaşımla sokak çocukları gerçeğine dikkat
çekmiştir. 2002’de çekilen “Sır Çocukları” adlı filmden sonra sokak çocuklarının
yaşamını beyazperdeye yansıtan filmlerden bir tanesine de Bursa evsahipliği yapmıştır:
“İki Koca
Adam”. Özellikle çekimler için Arap
Şükrü Sokağı'nı kullanan filmde sokaklarda yetişmiş ve yaşamını suç
işleyerek kazanan iki kişinin hayatına giren bir bebek konu ediliyor. Filmin
yönetmeni Hasan Karcı. Ali Başar, Kadim Yaşar, Nilüfer Aydan ve Sinan Bengier filmin
başrollerinde yeralmaktadır.
Çalıkuşu (1966) ve İpekli Mendil (2006) gibi birçok filmin serüveni
de Bursa’da geçmektedir.
Reşat Nuri Güntekin, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra öğretmenliğe 1913’te Bursa Sultanisi'nde (Bursa Erkek Lisesi) Fransızca
öğretmenliği yaparak başlamıştır. Çalıkuşu adlı romanın 1921’de
gazetede tefrika edilmesiyle beraber büyük bir ün kazanmıştır. Öğretmenlik ve
müfettişlik görevi ile yakından tanık olduğu Anadolu’daki gözlemlerini bütün
romanlarında kullanan yazar “Çalıkuşu” adlı romanı da Bursa’da kaleme alır. Cumhuriyet döneminin ilk
yıllarında yazmış olduğu roman görev yaptığı Anadolu’da edindiği izlenimleri
aktarmakla beraber toplumun ilerlemesi için eğitim konusuna daha çok önem
verilmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır.
Bursa’da yoksul bir köyde görev yapan bir öğretmenin başından
geçenleri anlatmaktadır. Tek gayesi
başkalarını ve çocukları mutlu etmek için çalışmak olan Feride Anadolu
gerçeğini gördükçe çocuklara daha
çok bağlanmış, yaşamı bütün zorluklara rağmen yeni bir anlam kazanmıştır. Romanda sözü edilen köy bugün Bursa’nın merkezinde, Uludağ yamaçlarındaki
mahallelerden birisinde yeralan Zeyniler Köyü’dür. Osman F. Seden tarafından “Çalıkuşu”
1966’da sinemaya uyarlanmıştır. Filmde Feride’yi
Türkan Şoray canlandırmış, 1986 yılında da Aydan Şener oynamıştır…
Sait FaikAbasıyanık onuncu sınıfta iken, Arapça hocası Salih
Beyin minderine iğne koydukları için 41 arkadaşı ile birlikte Bursa’ya sürgün gönderilmiştir.
Orta öğretimini 1928 yılında Bursa Erkek Lisesi’nde tamamlayan Sait Faik’in ilk
yazısı Milliyet Gazetesinin 9 Ocak 1929 tarihli nüshasında yayımlanmış
“Uçurtmalar” adını taşıyan yazısıdır. Bursa'da uçurtma mevsimini dile getirir.
Yalçın Kümeli, Bursa’ya sürgün olan yazarın ilk öyküsünden yola
çıkıp 2006’da “İpekli Mendil” adlı 9
dakikalık kısa filmi çekmiştir: “Ustabaşı Sait 1936 yılında, Bursa’da bir
ipekli dokuma fabrikasında cambaz seyretmeye giden bekçinin yerine fabrikayı
korumak için nöbet bekler. Yavuklusuna ipekli bir mendil verebilmek için
hırsızlığa gelen küçük bir çocuk yakalar. Çocuğu polise teslim etmez ve serbest
bırakır”...
Kümeli “Sis ve Gece”, “Karanlıkta Koşanlar” gibi öykü ve
romanları filme çekilen Ahmet Ümit’in “Patasana” adlı romanının senaryo hakkını
almıştır. Bu filmde de Bursalı oyuncu Ceyda Düvenci’nin rol alacağı söyleniyor.
İpekli Mendil derken Bursa’da çekilen “Yanık
Koza” dizisini de eklemeliyim. Tabii ki sayısı 18’i bulan filmde “Zeki Müren”i de unutmamak gerekir…
M.Kemal’in son ziyaretiyle ilgili olarak "Son Balo Vals ve Zeybek" adlı 8 dakikalık bir belgesel
yine Bursa’da çekilmiştir. M.Kemal Bursa’yı 17 kez ziyaret etmişti. Bunlardan
birinde de ünlü “Bursa Nutku”nu dile getirmiştir. Cumhuriyet açısından ayrı bir
önem arzeden Bursa kim ne derse desin üreten, paylaşan, çok yönlü ve çok
kültürlü bir kenttir. Çağdaş ve modern Türkiye’yi muştulayan bir kent ise
mutlaka bu niteliğine uygun değerlerle, adına yaraşır bir kimliği
yansıtmalıdır.