Her gün tam da bu vakitte yaptığı gibi tahta kulübenin
küçük tel kapısını açtı ve teker teker, ürkekçe ve hızla dışarı çıkarak birbiri
ardına havalanan güvercinlerinin, küme halinde gökyüzünde daireler çizerek
süzülüşlerini izledi sessizce.
Sonra yaşadığı deniz kıyısındaki barakadan çıkıp yüz adım
kadar ileride, kendisi gibi tek başına yaşayan arkadaşının evine doğru yola
koyuldu.
Elindeki hortumla bahçesindeki çiçekleri sulayan
arkadaşının yanına yaklaşırken: “Bir tane daha!” dedi, “Bir tane daha
eksilmiş.”
Evin önündeki sandalyeye oturup söylenmeye devam etti:
- Bu adada benden başka güvercin besleyen yok, yani başka
bir sürüye karışma ihtimali yok, çalınma ihtimali yok, kaçmaları içinse bir
sebep yok! Bu hafta üçüncü oldu. Onlara ne olduğunu anlamıyorum.
- Yırtıcı bir kuşun işi olmasın?
- Ben hiç görmedim. Sen gördün mü?
- Hayır.
- Öyleyse ne?
- Bilemiyorum.
Elindeki hortumu yere bırakıp arkadaşının yanındaki
sandalyeye oturdu. Başlarını hafifçe
yukarı kaldırıp belirli bir düzen içerisinde uçan güvercin kümesini izlediler.
- Bazen gelip taraçama konuyorlar. Saksı çiçeklerimi
gagalıyorlar, topraklarını deşiyorlar ve her tarafa pisliyorlar.
- Kedin neden yanında değil?
- Gebe. Son günleri... Bir yerlerde uyukluyordur.
Güneş batarken arkadaşıyla vedalaşıp güvercinleri kapatmak
için evine döndü: “Güvercinleri sevmiyor.” dedi kendi kendine, “Oysa karısı çok
severmiş. Balkonunu kirletiyorlar diye tartışmışlar; öldürmüş karısını tek
kurşunla, kafasına: Bam!”
Birkaç gün evinden uzaklaşmadı. Kitap okudu, güvercinleriyle
ilgilendi, yüzdü. O akşamüstü güvercinleri kapatırken bir tane eksik saydı ve
arkadaşının evine gitti. Bahçede değildi. Kedi giriş kapısının yanında
uyukluyordu, iyice şişmişti. Kapının kolunu indirip içeri girdi. İçerde de
değildi. Gözü odanın sonundaki, taraçaya çıkan merdivenlere ilişti. Yavaşça
ilerleyip basamakları tırmandı. Kapı açıktı. Arkadaşı birkaç metre ileride,
sırtı ona dönük; eğilmiş, yerden bir şey almaya çalışıyordu. Sağ elini hızla
yukarı doğru çekti; ince, acı bir ses çıktı. Elini yukarı doğru kaldırdı.
Avucunda tuttuğu yabani bir güvercindi, can havliyle bağırıyordu. Taraçanın
zeminine dikkatlice baktığında; yuvarlak daireler halinde sürülmüş yapışkan
sıvıları ve üstlerindeki kopuk; kuş tırnakları, parmakları, ayakları gördü.
Zamk sürülü olmayan aralarda ve üstlerinde ise; buğday taneleri, ufalanmış
ekmek parçaları serpiliydi.
Arkadaşı, bir elinde yabani güvercin olduğu halde dönüp
sol tarafa doğru, zamklara basmamaya dikkat ederek ilerledi. Birkaç adım
ötesinde, bugün eksildiğini fark ettiği güvercin, ayaklarını zamktan kurtarmaya
çabalıyordu. Onu da hızla çekip, diğer avucuna aldı. Sonra onları, taraçanın
dibindeki köpek kulübesine benzer, büyükçe bir tahta kafesin içine attı ve
üstteki küçük camdan izlemeye koyuldu. İçerdeki tepişmeden kulübe yerinde sallanıyordu.
Bir süre izledikten sonra kendi kendine söylenmeye
başladı: “Saksılarımın topraklarını eşeliyorlar, onlara zarar veriyorlar,
üstelik her yere pisliyorlar!”
Arkasını dönerken, sessizce basamaklardan aşağı inip çıktı
ve evine döndü. O gece çok uzun geçti. Sabah erkenden kalkıp tüm gün çalışarak
güvercinlerinin kulübesinin tam karşısına büyük ve sağlam bir taş oda yaptı.
Takip eden günler, güvercinlerini uçurmadı.
On gün kadar böyle geçti. Bir akşam üstü evinin önünde
otururken arkadaşı çıkageldi.
- Günlerdir bana uğramıyorsun, güvercinlerini de görmedim.
İyi misin?
- İyiyim, dedi usulca.
- Kedi yavruladı, üç tane. Bahçede oynayıp duruyorlar.
- Ya kuşlar?
- Her gün! Güvercinler, kargalar, bazen de martılar! Yerleri
ve çiçekleri mahvediyorlar.
- Karını sever miydin?
Cevap vermedi, yerinden kalktı ve evine doğru ağır ağır
yürüyerek, ağaçların arasında gözden kayboldu.
Ertesi gün adam nefes nefese tekrar geldiğinde: “Yok!”
diyordu, “Her tarafı aradım, yok!”
- Nereye gider? Hele yavrularını bırakıp…
- Belki vahşi bir hayvan, ne bileyim, aç kalmıştır.
- Sus! Ama öyle olsa bile neden yavrularını değil de onu?
- Belki, onları korumak için atılmıştır ve…
- Hayır! Bunu aklıma bile getiremem.
Seni anlıyorum. Benim de güvercinlerimden birinin başına
böyle bir şey gelse… Seni anlıyorum.
Günler hızla geçti. Güvercinleri kafeslerinde besliyordu.
Arkadaşı yine nefes nefese ve sinirliydi:
- Yok! Nereye gider küçücük yavru!
- Belki, martılar aç kalmıştır. Baksana ne kadar büyükler.
Adada, bitki yetiştirmek ve hayvan beslemekten başka
yapılacak pek fazla şey yoktu. Güvercinleri uçurmayalı da bir ayı çoktan
geçmişti. Onları uçarken izlemeyi çok severdi.
Kucağında, sırtını okşayarak getirdiği son kedi yavrusuna
bakarak:
- “Sadece bu kaldı” dedi, “Günlerdir diğeri de ortalarda
yok; neler oluyor!”
- Karını sever
miydin?
Cevap vermedi. Kediyi yere bırakıp sandalyeye oturdu.
Martıları izlerken söylendi: “Her tarafı kirletiyorlar ve tüm gün bağrışıp
duruyorlar!”
Baltanın tersiyle arkadaşının kafasına vurdu. Neye uğradığını
anlayamayan adam, sandalyeyle birlikte yere yığıldı.
Gözünü açtığında, elleri ve ayakları bağlı olarak
taraçada, güvercin kulübesinin önündeydi. Diğeri, elinde ensesinden tuttuğu,
miyavlayıp çırpınan kedi yavrusuyla taş odanın önünde, ayakta duruyordu. “Orada
ne var?” diyebildi, “Annesi” diye cevapladı: “ On gündür aç!”
Ve yavruyu odanın küçük penceresinden içeri bıraktı.
Taş odadan sesler yükseldi, korkunç sesler! Hemen sonra
ses kesildi. “Güvercinleri severim” dedi ve bağlı olan ayaklarından sürükleyerek
adamı güvercin kulübesinin önüne getirip içeri fırlattıktan sonra kapıyı
kapattı: “Onlar da açlar” dedi, “Çok açlar.”
Polisler, iki aylık rutin kontrol için geldikleri, iyi
hali belirlenen, yaşlı, kimsesiz
mahkumların, devlet tarafından yerleştirildiği ıssız adadaki evlerin
birinin taraçasındaki iki kulübede bir kedi ve paramparça edilmiş üç kedi
yavrusu ile gagaları kanlı iki düzine güvercin ve tanınmaz hale gelmiş bir
erkek cesedi buldular. Yakınlardaki diğer evin taraçasındaki eski mahkum ise elindeki
ıspatula ile yerdeki zamkları kazıyordu.
Kapısı açık kulübenin içinde üst üste yığılmış kuş
iskeletleri, her tarafta uçuşan tüyler vardı.
Alt kattaki yatağın üzerindeki üst üste konulmuş üç tane
kuş tüyü yastık ve boş yastık kılıfları evin yeni sahibine kaldı.
Adanın yeni konuğu yetmişli yaşlarda bir seri katildi ve
simetri düşkünüydü. Elinde bavuluyla evine doğru yürürken yanındaki görevliye
gökyüzünde süzülen bir düzine güvercini işaret ederek sordu:
- Neden aynı hizada uçmuyor bunlar?
“Eskişehir Sanat Derneği 2007 Yılı Öykü Yarışması” mansiyon.
Daha fazla bilgi
Yarışmada ödül alan diğer öyküler:
Buket Akkaya "Karanlıkta"
Filiz Bilgin "Koşu"
Kezban Şahin Taysun "Tüccar Pri"
Hande Baba "Çeyiz Sandığı"