.-
-
En
çok karşılaştığım
sorulardan biri: Neden *fotograf çekiyorsun? oldu. Fotograf
konusunda, sorulan
sorular kadar düşündüm mü?
bilemiyorum... Ancak, artık fotograf üzerine, daha
doğrusu benim fotograf anlayışım üzerine konuşmanın, bir
kaç satır yazmanın
zamanı geldiğine inanıyorum.
Bu
soruya kısa ve kesin bir
yanıt verebilmem olanaksız. Çocukluğumda,
gençliğimde fotografı çok az
çekilenlerdendim. Parasal konumu bizim gibi kısıtlı olan
ailelerin fotograf
makinelerinin olabilmesi, pek kolay olmadığı gibi, kentin
fotografçısına gidip, fotograf çektirebilmek de pek sık
rastlanılan bir olay
değildi. Diğer bir
deyişle: Fotograf çektirmek belli bir
"Lükstü". Bu nedenle, benim
çocukluğumdan ya da gençliğimden kalma
fotograflar çoğunlukla, resmi daireler
için gereken vesikalıklardan ibaretti. Annemin zorlamasıyla,
ben ve erkek
kardeşim minikken bir de "haftalık" denilen tarzda fotografımız
çekilmişti. Haa bir de, ilkokulda kendi sınıf
öğretmenim ve sınıf
arkadaşlarımla çekilmiş bir "hatıra fotografı" vardır,
albümümde. Bu
ve başka nedenlerle, bir çok fotografçının
özgeçmişinde bulunan, ’’on iki
yaşında babası ilk fotograf makinesini hediye
etti’’ diye bir tümceden
yoksunum. (Ayrıca bunun belirtilmesinin anlamını da
hâlâ anlamış değilim.)
Fotografa
yönelmemin bir
nedeni bu durum olabilir mi? Ya da Federal Almanya'ya geldiğimde
kendimi
anlatabilmenin bir yolu muydu fotograf? Kendini anlatabilme diye bir
sorunum mu
olmuştu? Belki evet! Çünkü, ben
Türkiye’deyken izine gelen
"Almancıların" görüntüleriyle, buraya
geldiğimde saptadığım
görüntüleri arasında "dağlar" kadar fark
olduğunu gördüm. "Misafir
Türk İşçilerinin Yaşamı"
Türkiye’de gördüklerimle, onların
bana Türkiye’de anlatılarıyla çelişiyordu.
1976
yılında bulutlu,
yağmurlu bir Kasım günü geldim F.
Almanya’ya. Bana: "Almanya’ya neden
geldin?" diye sorusunu bir sergimde: "Aşkımın
peşinden geldim!" diye yanıtladım.
Sevgilim
(eşim),
oturduğumuz konutu işe gitmek için sabah saat sekizde terk
etmek zorundaydı.
Bir işte çalışmadığım için evde yalnız kalmak
zorundaydım. Oturduğumuz
apartmanın arkasındaki ormana, yalnızlığımı gidermek için, kaç kez geziye
çıktığımı artık
anımsayamıyorum. Bu yalnızlığımın sürekli farkında olan eşim,
ilk aldığı
yılbaşı ikramiyesi ile bana, üç objektifi ile bir
fotograf makinesi satın aldı.
Tabii film de getirmişti. İşte fotograf böyle başlamıştı. İlk
günlerde belli
bir motifin peşine takılmıyor, önüme ne
çıkarsa fotograflıyordum. Ayrıca bu
aygıt, Türkiye’deki aygıtlarımdan daha yetenekliydi.
(Yetmişli yılların
başlarında, oturduğumuz kente
izin
yapmaya gelen Polonyalı turistlerden Rus malı bir aygıt satın almıştım.
Zorki
ve Zenit.) Bunlar sağlam ama, kullanması güç
makinelerdi. Vizörleri genellikle
karanlıktı. O zamanlar da amaçsız çekimler
yapıyordum. Fotograf diyebilmek güç,
güzel anılar olarak hâlâ saklarım onları...
Daha
sonra bir Londra
maceram var. İlk iyi fotograf aygıtımı ve karanlık oda alet ve
edevatlarını
orada satın aldım. Yasica aygıtın üç adette
objektifi vardı. Agrandizör Rus
malı ve çantası aynı zamanda masa olarak kullanılıyordu. (O
tarihlerde müthiş
güzel bir fikir, diye
düşünmüştüm.)
Daha
çok özel fotograflar
çekiyordum. Konutumu paylaştığım,
Bakırköylü, başarısız şair arkadaşım Cemal
ile, kendimize göre bazı denemeler yapıyorduk. (Cemal'i babası
istemediği bir
kızla evlendirmek istiyordu. O ise başka bir kızı seviyordu. Londra'ya
kaçarak,
bu zorunlu evliliği önlemiş oldu.)
İki
odalı konutumuzun, bir
odasını karartarak, bu amaçsız denemelerimizi yapıyorduk.
Şimdi geriye yalnızca
bazı güzel anılar kaldı.
(Fotografın
önemli bir yanı
da bu mu olsa gerek?!)
Okuduğum
okulun sömestri
tatilinde, şimdi adını anımsayamadığım, diğer bir
Bakırköylü arkadaşımın, 60
model bir Mercedes’iyle, bir kış günü
İstanbul’a gittim. Ailemle, kardeşlerimle
yeniden buluşmanın sevincini yaşarken, hem mahalle hem de asıl mesleğim
olan
tiyatrodan arkadaşlarımla buluştum. Bu arkadaşlarım bir tiyatro gurubu
kurmak
üzereydiler.
Sonra
ne oldu?
Kamera
ve karanlık oda
aletlerini satarak, ilk oyunumuzun dekor masraflarını karşıladık. Ve
artık İstanbul'da
kalmak anlamını taşıyan bu girişim, Londra'ya geri dönmemi
engellediği gibi,
amaçladığım tahsilimi de yarıda bırakmama neden oldu.
Aynı
günlerde mahallemizden
iki arkadaş, iki abimiz, (Mustafa ve Ender), İstanbul Tıp
Fakültesi’nde bir
fotograf atölyesi kurma girişimindeydiler. Bana anlatılanlara
göre, bakanlıktan
henüz bütçesi çıkmadığı
için, okuldaki hocalar, fotograf atölyesinin
açılmasını
özel gelirlerinden desteklemişlerdi. Tiyatrodan geri kalan
zamanlarda sık sık
oraya gidiyor, onlara yardım ediyordum. Bu ikisinden fotograf konusunda
çok şey
öğrendim. (25 yaşında biri olarak çıraklık
yapıyordum.)
Karanlık
oda ve stüdyo
fakültenin iç hastalıkları
bölümündeydi. Üniversite
hocalarının derslerinde
kullanmaları için röntgen filmlerinden dialar
üretiyor, bunları
renklendiriyorduk. Bu dersler görsel malzemelerle ilgi
çekici olmaya
başlamıştı. O sıralarda hazır dia filmleri bulabilmek
güçtü, bulunanlar ise çok
pahalıydı. (Türkiye’nin bu endüstri dalında
yatırımı ve üretimi yoktur.)
Siyah-beyaz negatif filmlere çekim yaparak, banyoda pozitif
duruma
getiriyorduk. Yanı sıra aynı fakültede, aynı gövdede
iki cinsiyet taşıyan
hastalar için bir bölüm vardı. Bu
hastaların her ay fotograflarını çekiyor,
hocaların uyguladıkları terapinin gelişimini takip etmesini
kolaylaştırıyorduk.
Ücretsiz
olarak çalıştığım
bu anları hâlâ sevinçle anımsıyorum.
Mustafa ve Ender'den öğrendiklerimi başka
hiçbir yerde öğrenme olanağım olamazdı. Geriye
dönük
düşündüğümde, o tarihlerde
fotograf kimyaları, şimdiki gibi hazır satılmıyordu. Hatta doğrudan
kullanmaya
hazır kimyaların varlığından bile haberim yoktu.Toz halinde alınan
kimyaları
tartarak kendimiz karıştırıyorduk.
Almanya’da
önce yeni
aldığım fotograf makinesinin huyunu-suyunu öğrenmek
zorundaydım. Bu kameranın
kendi ışıkölçeri (pozometre) vardı. Böyle
bir makineyle hiç çalışmamıştım.
(Türkiye’deki aygıtlarımın
ışıkölçerleri yoktu. Filmimizi nasıl
ışıklandıracağımıza, varolan ışığa bakarak karar veriyorduk. Bu
deneylerin daha
sonra bana çok faydası olduğunu tespit edecektim.)
Öyküsü şöyle: Bir çekim
sırasında, fotografını çektiğim bir kızcağız masamın
üzerinde duran fotograf
makinesine çarptı ve makineyi yere
düşürdü. Işıkölçeri
bozulmuştu. Buna karşın
çekim yapmıştık. Önceki bilgilere dayanarak
göz kararı ışıklandırmıştım.
Çekim bitmişti. Hemen
karanlık odaya girerek filmi banyo ettim. Yüzdesi hayli
yüksek iyi, doğru
ışıklandırılmış negatifler elde ettiğimde, gözle
ölçtüğüm ışığın doğru kararlar
olduğunu saptadım.
Bir
yanıyla fotograf çekmek
bir eğlenceydi. Keşke böyle kalsaydı!
Çünkü, her ne kadar bir işin derinliğine
inerseniz, o denli bu işin içinden çıkmak
zorlaşıyor. Diğer bir deyişle, bu işi
yalnızca eğlence olarak yapmak zorlaşıyor. Ya da bendeki etkileri
böyle oldu...
Fotografta
"alaylı" olduğumu çekinmeden söylerim.
Bugün bile… Yukarıda
anlattıklarımın dışında, fotografın ne öğrenimini
gördüm ne de bir ustanın
yanında çıraklık yaptım. Öğrendiklerimin bakmaktan,
bakmasını, görmesini
öğrenmekten ibaret olduğunu açıklamalıyım. Tabi ki
arkadaşım Fuat Hendek'in
dostça dayanışmasını unutmamalıyım. Fuat, Eski adıyla
"Güzel Sanatlar
Akademisi" mezunlarından. Orada ’’hocalık ta
yapmıştı’’. 6x6'lık bir Japon
kamerası vardı. Ancak, başka işlerle uğraşmaktan, fotografla uğraşmaya
zamanı
kalmıyordu. Bu durum beni daha çok desteklemesini
beraberinde getirmişti.
Kısıtlı da olsa, bugün bile buluşmalarımızın önemli
bölümü fotograf üzerine
tartışmalarla geçer…
Fotografta
benim en çok
önem verdiğim durum ise, bir fotografçı diğer
fotografçıya bir fotograf
gösterdiğinde, onun bu fotograftan ne anladığını doğrudan
söylemesidir. Tabii
işin gerek teknik gerekse içerik yanını da unutmaması
gerekir. İster olumlu,
ister olumsuz olsun bu tipten "fotograf konuşmaları" fotograf
çeken
herkese umulmadık yardımlarda bulunuyor. Arkadaşım Fuat eleştirilerini
benden
hiç esirgemedi. Fotografta kendi yolumu bulmamda yardımcı
oldu.
Bazı
örneklerinde olduğu
gibi, benim yaşamım dümdüz gelişmedi. Akla gelebilen
her işte çalıştım.
Almanya’da "aylakçı" tanımlaması
geçerli olsa da, çalışan adam nasıl
aylakçı olur, diye çok
düşünmüşümdür.
(Çalışmak ile meşguliyet konuları ayrıca
tartışılmalıdır.)
Çalıştığım
bütün işlerde, o
işi yaptığım sırada çok severek yaptım. Tat almadığımı
anladığım anlarda hemen
o işi bırakarak başka uğraşa yöneldim. İstemediğim,
sevmediğim, hoşlanmadığım
işlere hiç mi hiç kafa yormadım. Henüz
yedi yaşındayken, amcamın terzi
dükkanında ayakçı olarak çalıştım. Bir
yıl sonra okul tatilinde bir kahvede
çıraklık sıraya girdi. Babamın inşaatlarında, İstiklal
Caddesinde yıllarca
kapalı kalan Markiz pastahanesinin mutfağında yamaklık,
Kapalıçarşı’da
tezgahtarlık, tiyatrolarda oyunculuk vs. sürdü gitti
yaşam... Askerlik dönüşü
bir de Denizcilik yollarında telsiz zabitliğim de oldu. Sonra F.
Almanya’ya
göç... Ne yapacağını bilmeyen ben, o sıralarda
gazeteciliğe soyundum. Türk veya
Alman günlük gazetelerine fotograf/yazı yetiştirmeye
çalıştım. Sonra bir sosyal
danışmanlık dönemim de var. Şimdi ise Alman Sendikalar
Birliğinde (DGB) bölge
sekreteri olarak çalışmaktayım. (Beni kimse bu işimle
tanımaz.)
Ama
fotograf hayatımdan hiç
eksilmedi. Tam tersine, fotograf düşünmediğim,
fotografa bakmadığım gün
hastaymışım gibi gelir bana...
Bir
de bu "profesyonel
misiniz?" sorusuna çok bozulurum. Ancak, ne zaman
profesyonel olunur? diye
düşünmekten alamam kendimi. Örneğin: bir
ressam ne zaman profesyonelleşir?
Yanıt verilemez. Ama sorunun altında yatan düşünce
çok basit. "Bu işten
para kazanıyor musun?" Ve para kazanılıyorsa "profesyonel",
kazanılmıyorsa "amatör" olursun. Bu tavır yalnızca
ülkemize ait
değil, insanların çoğu böyle
düşünüyor. Halbuki, ülkemizde
öyle ustalar var ki,
yaptıkları evler mimarların yaptıklarından daha sağlam...
hiçbir akademiye
gitmemiş, o kadar çok iyi ressam veya heykeltıraş var ki...
Daha
önce de söylediğim
gibi, yaptığım işi severek yapıyor, sevmediğim zamanlar ise, bir daha
ilgilenmemek üzere terk ediyorum. Bence profesyonel olmanın
ilk koşulu yapılan
işin, severek, istenilerek yapılmasıdır!
Sergilerimin
açılış
günlerinde, hangi fotograf makinesiyle çalışıyorsun
sorusu o kadar sık soruldu
ki, sıkılmaya başladım. Yanıtım, Nikon, Hasselblad, Leica olduğunda,
gülücükler
saçarak, "Tabi bu makineler bende de olsa, bende
çekerim!" gibi
tavırlar gerçekten sıkıcı oluyor. İyi fotografın yolunun,
pahalı makinelerden
geçtiği sayılıyor. Benim deneylerim ise, kameranın arkasında
duran kişinin
fotografı oluşturduğu, makinelerin değil. Bu tip pahalı makineleri
kullanmanın
tek nedeni, bozulma durumunun çok az düzeyde
olmasıdır. Bizim gibi, çok çekim
yapanlar için, az bozulan aygıtlar gerekiyor.
Çoğunluk fotografçının yukarıda
saydığım marka aygıtları kullanmasının nedeni budur! Gerisi palavra...
Fotograf,
kendisiyle
birlikte bir çok sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Bu
nedenle
fotograflarla, fotografını çektiğimiz kişiler ile namuslu
ilişkiler içerisinde
olmalıyız. Herhangi bir olay için fotografımızı,
fotografladığımız kişiyi güç
durumda bırakmamalıyız. Ben bu sorumluluğumu hep ön planda
tuttum. Elimde
bulunan bir çok negatifi, benden başka, eşim ve
çocuklarım dahil kimse görmedi.
Kişinin
özgün haklarına
saygı en önemli tavır olmalıdır. Bu nedenledir ki, F.
Almanya’da portre çekmeme
karşın, fotografı çekilen kişiler tarafından şikayet
almayan, mahkemeye
verilmeyen, henüz hiçbir ceza yemeyen portre
fotografçısı olma sıfatını
sürdürüyorum.
Çekmiş
olduğum bazı
fotograflardan, kimsenin aklına gelemeyecek kadar çok gelir
sağlamam hiç de zor
değildi. Bugün bu fotrografların belki hiçbir
değeri kalmadı. Gene de
göstermemekte direniyorum.
Öte
yandan fotograf
seyircisini, düşündürmeli, veya onu
sevindirmelidir,
diye düşünüyorum. Bugün
bile bazı fotograflara (benim olsun olmasın) hâlâ
severek
bakıyorum. Her
bakışımda onlardan bir şeyler öğreniyorum. Bazı fotografları
çektiğim için çok
mutluyum. Sonsuz haz duyuyorum. Mutlu olmadığım durum ise, herhangi bir
müzik
aleti çalamadığımdır. Geriye dönük
düşündüğümde de bir müzik
aleti çalmak
için
bir çaba sarf etmediğimi saptıyorum. Bir zamanlar bir
klarnet
satın alıp, kendi
kendime öğrenme girişimlerim olduysa da, başarılı bir girişim
olmadı. Şimdi ise
evin bir köşesinde paslanmaya yüz tutmuş, bir
süs eşyası
gibi duruyor... belki bu nedenle kızım Tanja
Eylem'i ve
oğlum Jens Can'ı daha üç yaşlarındayken
konservatuara gönderdim. Tanja Eylem
daha başarılıydı. Üç yıllık ana kurslardan sonra,
öğretmenleri piyano öğrenmesini
salık verdiler. Hemen bir piyano kiralandı. Daha sonra bir piyano da
satın
alındı. Aniden kızcağız, artık piyano ile uğraşmayacağına karar verdi.
Çok
hüzünlendim... Can'ın müzik uğraşı ise
hâlâ sürüyor: Hip-Hop.
Bir
dönem sonra karanlık
oda işler hale geldi. Minik konutumuzun misafir tuvaletinde filmlerimi
banyo
edebiliyor, minik ebatta fotograf baskısı yapabiliyordum. Daha
sonraları,
çeşitli büyüklüklerde,
çeşitli adreslerde atölyeler
kiralayıp, şu veya bu nedenle çıkmak zorunda kalmıştım.
Almanya
ikametimin ilk
günlerinde, o yıllarda sadece ana tren istasyonlarının
büfelerinde satılan
Türkçe gazeteleri okuyordum. Aralarından bir
tanesi, bölge muhabirleri
arıyordu. Dilekçemi verdim ve kısa bir süre sonra
işe alındım.
"Serbest" olarak parça başı çalışmaya başladım.
Hayatımda ilk kez
yaptığım bu işe ısınmıştım. gece gündüz koşturuyor,
F. Almanya’da
çalışıp-yaşayan Türk işçilerinin
yaşamlarından haberler üretiyordum.
Günün
birinde bu işten
atıldım. Sebep çok basitti: Yazı Kurulu F.
Almanya’da çekmiş olduğum bir
fotografın altına Hollanda’dan bir haber yerleştirmişti. Bu
bir yanıltmacaydı,
benim için. Yalan bir haberin altına imza atabilmem
olanaksızdı. Bu fikrimi
yazı kurulu şefime bildirdim. Kısa ve öz yanıtı: "Kartını masanın üstüne bırak.
İşten atıldın!" oldu.
Kızgınlık,
üzgünlük
karışımı duygularla oradan ayrıldım. Bu türden kişilerle
ilişkiye kendim sebeb
olduğum için çok
üzüldüm. Annemin bir sözü
kulaklarımda çınladı: "Aptal
insanlarla ilişki kuran insanın,
akıllı olma şansı yoktur!"
Sonraları
Alman basınından
da fotograflarıma ilgi duyulmaya başladı. TV'lere haber fotografları
ürettim.
Bu fotograflar Almanların ilgisini çekmeye başlamıştı.
Nedenini daha sonra
öğrenecektim. Hemen hemen yirmi yıldır burada
çalışıp-yaşayan Türklerle güncel
ilişkiler, çalışma yaşamının dışına çıkmamıştı.
Benim fotograflarımda, onların
nasıl yaşadıklarını, serbest zamanlarında neler yaptıklarını
görebiliyordular.
Daha
sonra UNICEF Almanya
bürosu için minik bir sergi gerçekleşti.
1979 yılının çocuk yılı olması nedeniyle,
çocuk fotograflarından oluşan bir sergi
gerçekleştirdim. Aynı yıl o zamanlar
Türkiye’de yayımlanan "Politika" gazetesinin "Şeref ödülü"
verildi. Daha sonra fotograflarım bir çok
ödüle layık görüldüler. (Bu ödüllerden
bir şey anlayamadığım için, artık katılmama kararı aldım.)
Fotograflarıma
duyulan şu
ya da bu ilgi, bu işi sürdürmeme neden oldu.
Arkadaşım Fuat'ın yanısıra bir
zamanlar Haus der Geschichte Deutschland Müzesinde
çalışan sayın Dr. Brehm'i de
burada anmak zorundayım. Bu müze inşaat halindeydi.
Açılışı hazırlanıyordu. F.
Almanya’nın tarihini yansıtması
düşünülen bu müzede bir de
"Yabancılar
Bölümü" hazırlanıyordu. Dr. Brehm adımı bir
tanıdığımdan almış.
Randevulaştık. Günün birinde müze
için fotograf satın almak üzere çıkıp
geldi.
Ben ümitsizdim. Yirmi yıl yan yana yaşayıp, komşusunun nasıl
yaşadığını benim
fotograflarımdan tanıyan, öğrenen
insanlara rastladıkça,
umutsuzluğum artıyordu. Ayrıca büyük fotograf
ajanslarının yanında benden fotograf seçilebileceğini
çıkarsayamıyordum.
Dr.
Brehm benim fotograf
tarzımı tuttu. Umduğumdan daha seri bir kararla müze arşivi
için yirmi fotograf
satın aldı. "Artık fotografı
bıraksam mi?" diye
düşündüğüm bir zamanda
böylesi bir ilgi ile tekrar
yaptığım işten umutlanmaya başladım. Burada kendisine teşekkür
etmek istiyorum.
Aynı
zamanda Eckart Jonalik
isimli bir fotografçı arkadaşa da teşekkür etmek
zorundayım. Fotograflarıma
dönük açık seçik
eleştirilerinden yararlandım. 1986 yılında kendisinin de
organizatörlerinden olduğu "Ruhr Havzasında 24 Saat" projesine
davet
edildim. Dünyanın her tarafından fotografçılar bir
günlüğüne davet edilerek, 24
saat bir konuyu çekmeleri için
örgütlendi. Türkiye’den kendisine
bu projede
çalışabilecek bir dizi fotografçı
önerdiysem de kabul ettiremedim. Sebebini de
öğrenemedim. Bir çok ünlü
fotografçının arasında ülkemizden de
büyük bir
ustanın davet edilmesi gerekirdi diye
düşünüyordum. Ara Güler'i
önerdim. Elimde
bulunan minik katalogunu gösterdim. Eckart, fotograflara
baktı. Yorum yapmadı.
Proje yöneticilerinin benim katılmamda karar aldıklarını
bildirdi. Dünyanın
ünlü fotografçıları ile aynı projede, aynı
koşullar altında çalışmaktan
onurlanmadım desem, yalan olur. Eckart, bu projenin beni fotografta
"yüksek yerlere" getireceğini söylüyordu.
Şimdiye dek bir şey getirdiğini
saptayamadım. O yüksek yerler nereler ki?
Bu
proje içinde minik bir
anekdot: Proje bitmişti. Büyük boyutta bir de katalog
yayınlanmıştı. Sergisi
iki yıl süre ile Avrupa Birliği’nin önemli
kentlerini dolaşmıştı.
Bu
projede çalışan bütün
fotografçıların özyaşamları da, fotograflarıyla
birlikte kitabın sonuna
basılmıştı. Benim özyaşamında doğum yeri olarak
’Ankara’ yazılıydı. Proje
sorumlularından Michael'e telefon ederek, doğum yerimin yanlış
yazıldığını
söylediğimde, kendinden emin bir edayla: "Sorun
değil Ankara da Türkiye’de!" diye
yanıtlamıştı. Yaptığı ise saygısı mı
yoktu?
Yeniden
fotografa, kendi
fotograflarıma dönmem gerekiyordu. Yaşamı, anları, her
gün gözümüzün
önünde
cereyan eden ama göremediğimiz anları fotograflamak
gerekiyordu. Başkalarını da
bu duygulara ortak edebileceğim çekimler yapmak gerekiyordu.
Kılıç-kalkanımı
takınmış, yel değirmenlerine karşı savaşa çıkmaya
hazırlanıyordum.
F.
Almanya’ya göç etmemle
birlikte aniden bir yalnızlık mı başlamıştı? Ya da hep vardı da ben mi
kavrayamamıştım?
Geriye
dönük
düşündüğümde
ülkemde yalnız kalabildiğimi anımsayamıyorum.
Özellikle tiyatroda çalışırken
yalnız kalabilmek imkansız bir durum. Yalnız başına tiyatro ? Olanaksız!
Sanatçı
olunmasa da
Türkiye’de yalnız kalabilmek, kendini dinleyebilmek
olanağı yoktur. Göçle
birlikte bazı şeylerin bilincine varmıştım. Özellikle yabancı
bir ülkede
yaşıyorsanız ve arzu ettiğiniz bir uğraşta başarılı olabilmenizin şans
alanı
çok daralıyor. Sanat alanında bu durum daha da zorlaşıyor.
Mutlu anlara
rastlamak, onları yaşamanın sınırları daralıyor. Bu duyguları mutlaka
ilk ve
son kez ben yaşamadım. Belki de bu duyguları yaşamak için
mutlaka Almanya’da
yaşamış olmak gerekiyor. Besteci Gustav Mahler'in de böylesi
duyguları olmuş;
kendisi Yahudi olduğu için, Almanlara göre daha iyi
olması gerektiğini
düşünmüş... ayrıca yabancı bir
ülkede, tanıdıklarının olmadığı bir ülkede, sana
yardım edebilecek insanların sayısı da kısıtlı. Başka bir demeyle,
açılmayan
kapıları tokmaklamak değil söylemek istediğim, tersine hangi
kapıyı tokmaklayacağını
bilememek bütün sorun.
Eşim
hariç Almanya’da kimse
beni tiyatro oyuncusu olarak tanımıyordu. Ve O bu alanda
çalışmıyordu.
Aramayı,
fotografı
sürdürdüm. Yayınladım, yayınlattım. Hatta
Mainz kenti eski kültür
müdürünün
benim fotograflarımın "sanat" olmadığını bu nedenle belediyenin sergi
salonlarında sergilenemeyeceğini belirtmesine bile aldırış etmedim.
Fotografa
devam! İkamet ettiğim Mainz kenti dışında fotograflarım taraftar
bulmaya
başlayınca, aynı kültür
müdürü fikrini değiştirerek, benim
fotograflarımı
sergilemeye başladı. Günümüzde artık benim
teklif etmeme de gerek kalmadı.
Onlar bana sergilenecek işim olup-olmadığını sormaya başladılar.
Bugün, belki
de o zaman gösterdiğim fotografların henüz
"olgunlaşmadığını"
düşünüyorum. Bu açıdan
bakıldığında haklı bir eleştiriymiş diye de
düşünebilirim.
Geriye
dönük bir kez daha
düşündüğümde, içinde
bulunduğum sanat çevresinde yaşamını sanatıyla
sürdüren
çok az birey vardı. Başka bir demeyle, yaşamını sanatından
kazanarak
sürdürenleri tanıyamadım. Hâlâ,
yeni tanıdığım sanatçılar arasında da sanatıyla
geçinebilene rastlayamıyorum. Kısaca: Biz bu toplumun
başarısız sanatçılarıyız!
diye düşünüyorum.
Yirmi
yılı aşkın bir süre
sonra bazı fotograflarıma baktığımda, iyi ya da kötü
bir dizi anılarımı tazeliyorum.
Bazı resimlere dönük anılarım
hâlâ bugünkü kadar taze, bazıları
ise çok silik.
Hiçbir şey anımsayamıyorum.
Fotograflarımı
anılarımla
birleştirmeyi düşünüyorum. Bazı fotograflar
hakkında notlar almışım.
Çoğunluğunda, çekildiği tarih ve yer
hariç, hiçbir not yok. Keşke bir günce
tutma alışkanlığım olsaydı...
Politik
olayları, örneğin:
elli yaşını aşmama karşın, bu kısa yaşamda
üçüncü kez askeri cuntanın
idareye
el koyması vs., bilinçli olarak dışlıyorum. Sebebi
açık: benim politik uğraşım
yirmi yedi yaşında başladı ve otuz yaşımda son buldu. Sanırım, sonsuz
şüpheler
içindeydim... Benim yaşımdaki insanların politik
benliklerini geliştirmeleri
için belki de ortam uygun değildi. Ama
ürünlerime politik olarak bakılır.
Sanatçı ürünleri ile değerlendirilmeli,
ait olduğu gurup sorun edilmemeli…
Yıllarca
uğraş sonucu, bir
dizi fotograf oluştu, ki bunlar kanımca içinde yaşadığımız
Almanya’nın "sosyal tarihinden
birer parça"
olarak düşünülmelidir. Bilindiği gibi, amacı
ne olursa olsun çekilen her
fotograf bir anı, bir tarihi saptamış oluyor.
Zaten
kendi
fotograflarımın, herhangi bir ideolojinin politik
ürünleri olduğuna
inanmıyorum. Bu fotograflar içinde yaşadığım
dönemde çekilmiş bir tarihi, "Misafir
İşçilerin" tarihinden
bir kesiti oluşturuyor. Buraya gelmelerinin nedenlerini fotografa
sığdırabilmek
güç...
Fotografın
tespit ettiği
kısa, bir anlık bakış, belki fotograflanan kişiyi anlamaya atılan ilk
adımı
oluşturabilir. Ve böylesi anlayışlı insanlarla karşılaşırsam
çok mutlu
olacağım.
Ben
bu düşüncelerimi yazıya
dökmeye çalışırken, dışarıda hava durumu
sürekli değişiyor. Biraz sıcak, biraz
soğuk arası... dengesiz bir durum. Işık ta dengesiz. Fotograf
çekmeye bile
özendirmiyor… Ve yaşam
sürüyor…
önümüzdeki günler, yıllar da
yaşamımızdan
fotograf(lar) eksilmeyecek...
Ve
daha hangi hikayeleri
yasayacağız, bilemem...
(Ağustos
1998 - Kasım 1999 tarihlerinde yazılan bu yazı Nisan 2006’da
tekrar gözden geçirilerek bu hale getirilmiştir.)
.
* Sayın Ünal, fotoğraf sözcüğündeki yumuşak "ğ" harfini özellikle kullanmamıştır.
Sayfadaki tüm fotoğraf çalışmaları Mehmet Ünal'ın kendı sitesinden alınmıştır.
. |