Bir yazın araştırmacısının, bir yazarın,
ölmüş bir şairi nesnel biçimde
yorumlamayıp onu kendi ideolojik ve siyasi anlayışına göre bir
yere oturtmaya
çalışmasına her zaman karşı oldum. Yazın biliminin
nesnelliği bağlamında bu
yapılmamalı. Ama yapmayan yok değil. Şair ve yazarın belirsiz siyasi,
ideolojik
duruşu da buna yol açabiliyor kuşkusuz. Söz gelimi
bir iki yapıt, bir şiir, bir
yazı yorumlanarak, örnek verilerek, değişik
düşünceler uyandırılabiliyor yazın
çevrelerinde ve kamu oyunda. Şair, malzeme yapılabiliyor
kullananın ideolojik
bakış açısına. Ahmet Haşim’in 20. Nisan.1902
yılında Mecmua-yı Edebiyye’nin
24. sayısında yayımlanan “Allahü
Ekber” şiiri, “Müslüman
Saati”
ve“Cami ve Hava” gibi yazıları (Haşim Ahmet (1999), Üç Eser(Bize Göre,
Gurabahane-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi),s.80 ve 102, MEB yay.,
İstanbul) örneğin; ilk bakışta onun dinyansız(laik),
daha doğrusu
dünyevi(secular) bir yazar olmadığını
düşündürebilir kuşkusuz. Ahmet
Haşim dindar bir şair miydi, gizemli olana karşı tutumu, bakış
açısı neydi? Bu
konuyu farklı yaklaşımlarla ele almak istiyorum bu denememde. Bununla
birlikte,
“deneme” dediğim için, bir tezi
kanıtlamak zorunluluğunu da duymuyorum Ahmet
Haşim adına. Tartışarak, örnekler ve alıntılarla birlikte
aşağı yukarı net bir
“resim” ortaya çıkartabilmek amacım. Bir
varsayımdan hareketle kimi nesnel
sonuçlara ulaşma çabası da denilebilir... Ama o
kadar. Daha fazla değil.
Ahmet Haşim, kıskanç, alıngan bir şair
olmakla birlikte yalnızca Abdülhak Şinasi
Hisar ve Ahmet Hamdi Tanpınar’la mucizevi denilebilecek uzun
süreli bir dostluk
sürdürebilmiştir. Tanpınar, Haşim’i en iyi
yorumlayanlardan birisidir. Ahmet
Haşim’in çelişkilerinin bir kaynağı da, bir
türlü üstesinden gelemediği dinsel
boşluktur. Tanrıdan ‘insanların ilahı’
diye söz eden Haşim; şişmanların
sayısını azaltmak için, sporu ‘yeni bir namaz
halinde herkese şamil’ tutmayı
önerecek kadar ileriye gider. Dine karşı ‘alaysı’
bir bakış açısı
sezeriz onda.Buna belki “istihza”
desek daha doğru olacaktır. ‘Nazım;
dinî lisandır’ tümcesinin
ruhbilimsel anlamı da bu duyarsızlığını ortaya
kor. ‘Şi’r-i Kamer’
serisi ve ‘Hilal-i Semen’
şiiri, dini boşluğu
ne ile doldurmaya çalıştığını gösteren
örneklerdir. Doğu ile sanıldığı gibi
doğrudan ilişkisi yoktur Haşim’in, fakat, ikinci devresinde
bir şark halısını
şiire sokmuştur, bu ‘seccade’dir.
Ancak, Sedat Umran’ın “şiirlerinde
islami bir duyarlılığı işleyen şairlerimiz Haşim’e uzak
kalmışlardır”
görüşüne katılmamak olanaksızdır(
Umran, Sedat(1998), Ahmet Haşim, Yedi
İklim Dergisi, Sayı: Haziran-99, sayfa: 40.).
Rémy de Gourmont dahil tüm
sembolistlerin kuşkuculuğu, Schopenhauer’in “âlem
benim tasavvurumdur” sözüne
dayanır. Schopenhauer, bu sözü bağlamında
Kant’ın fenomenler dünyasını insanın tasarım ve
düşünceleriyle özdeşleştirir.
Ona göre, özne olmadan nesne de olmaz. Dünya
ile ilgili her şeyin varolması
insanın varlığına bağlıdır. Schopenhauer, asıl iradeyi temel alarak
Kant’tan
ayrılır. Ona göre, irade tüm evreni olduğu gibi,
insanı ve düşüncesini de oluşturan
şeydir. Var olan herşeyin ilkesi irade kendisini zorunluluk olarak
gösterir.
Diğer bir anlatımla doğada her şey belirlenmiştir. İrade insanda
eğilimler ve
yönelimle olarak ortaya çıkar. İnsan bu
yönelimler ve eğilimlerin etkisiyle
hazza, mutluluğa ve yarara yönelik eylemlerde bulunur. Bunlar
iradenin bencil
yansımalarıdır. İnsan evrende iradenin her şeyi belirlemesine karşı
çıkarak
özgürleşir, ancak, iradeyi yadsımakla elde edeceği
mutluluk olumsuz
mutluluktur. Çünkü iradenin belirlediği
evren kötü ve saçmadır. Hangi
tanrı
böylesine saçma, kötü, aptal bir
evreni yaratmak düşüncesine sahip olabilir?
İnsan dünyada kendisinin öleceğini ve
dünyanın saçmalıktan ibaret olduğunu
bilen tek canlıdır. Bu durumda akıl değil yalnızca yanılsamanın
sürdürülmesi
bize yardımcı olabilir( Minois, Georges(1998), Histoire de
L’Athéism, s.507,
Fayard, Paris).
Bu felsefi kuram bağlamında
sembolistler oluşmuş
görüşleri yadsıyarak kendi zihinlerinin yarattığı
ve ancak kendileri için doğru olduğunu bildikleri değerlere,
imge dünyalarına
inanırlar. Ahmet Haşim’in şiirlerinde ve yazılarında ortaya
çıkan imgesel
dünyayı da bu bağlamda yorumlamak, bir yanılsama(illusion)
ve imgesel
kaçış yeri olarak anlamak gerekir. Doğaldır ki bu
“tasavvur” dünyasında tanrıya
yer olmayacaktır. Şair kendi imge dünyasının tanrısıdır.
Çünkü o, dünyasını,
saçma ve kötülüklerin olduğu bu
dünyadan farklı olarak sembollerle kurmuştur.
Yakup Kadri’ye göre
Haşim’in dinsiz olduğu söylenemez;
çünkü dinsizlik,
kendi içimizde yaptığımız uzun veya kısa savaşım sonucunda
ulaşılan bir
aşamadır. Haşim, ne ilk gençlik yıllarında ne de son
anlarında kendisiyle böyle
bir savaşıma girişmemiştir. Açıkçası onun
için din diye bir sorun yoktur. Bir
çeşit animist olan Haşim, Yakup Kadri’ye
göre, bütün sinirleriyle,
bütün ruhuyla
bu dünyanın çocuğudur. O, uzun hastalık
dönemlerinde de hiçbir zaman mistisizme
yönelmemiştir. Ancak, Haşim’in şiirinin aslında
mistisizmin kıyılarında
dolaştığı söylenebilir; ama belki de içinde
yaşadığı dönemin laikliğe,
dünyeviliğe prim veren genel havası, onu böyle bir
geçişten alıkoymuştur.
Bununla birlikte, bu türden sanatçıların sıradan
insanlardan farklı bir duruş
benimseyerek toplum içinde benimsenmiş değerleri ve
inançları yadsıyarak dikkat
çekmek, özgün ve ilginç olmak
istekleri olduğu da düşünülerek,
Haşim’in,
yalnızlıkla geçen özel yaşamında, dini
inançlarının olabileceği, tanrıya
yakınlık duymuş olabileceği de yöntemli bir kuşkuyla akla
gelmelidir. ‘Allahü
Ekber’ şiirinde asıl, ezan
sesinin gizemli biçimde sabah erkenden suskun, metafizik bir
doğa dekoruna
yayılışı, imgesel olarak yeniden ürettiği bu dünyayı
gerçek dünyadan ayırmasına
ses olarak simgesel katkı yapmasıdır Haşim’i etkileyen. Ezan
sesinin dinsel
çağrı oluşu ve tanrıyı anımsatan anlamı değil; o an imgesel
olarak yeniden
üretilen dış dünyanın şair tarafından
gerçekdışılaştırılışının ezan sesinin
gizemliliğiyle tamamlanmasıdır. Bu şiirin son
dörtlüğü -yeni
Türkçeyle-
şöyledir: “O sırada doğruluk yolunun
ışığı, tanrısal ses / Ruhumu coşkunluk
ve dolgunlukla bağlar. / Bütün dünya
güzellikleri gözümden uzaklaşır, /
Şükredici secdelerle bu dünyadan
ayrılırım!..”(Haşim, Ahmet(1983), Bütün
Şiirleri(Asım Bezirci derlemesi), s.16-17, Can Yay.,İst.).
Bununla birlikte Haşim’in, her şeye
karşın “Müslüman Saati”
yazısının içinden çıkıp geldiğini unutmamak
gerekir. Burada biraz sembolist
dünya görüşüne değinebiliriz: Hegel
estetiğinden kaynaklandığı biçimde maddi
alemdeki bütün
görünüşlerin ve biçimlerin anlamı
kuşatan sözcükler gibi
düşünlerin de birer sembolü olduğuna
inanmıştı Mallarmé. O, fikirlerin değil,
işaret ve sembollerin değiştiğine inanıyordu. Şiir, uyum ve sembol
kullanılarak
sonsuz düşünleri ifade etmeliydi. Şiir,
içsel coşkunun ürünü olmalıydı.
Haşim’in Göl Saatleri’ndeki
şiirleri, bu genel görüşler bağlamında
düşünüldüğünde, izlenimci (empresyonist)
bir görüşle doğaya baktığı ve
soyut güzellikler derlediği, dış dünyaya ait
biçimlerin maddiliklerinden
sıyrılıp düşünleri (idée’leri)
yansıtan saydam görüntüler haline geldiği
şiirlerdir.
Ahmet Haşim, Şeyh Galip’in
sembolizminden de etkilenmiştir.
Ama o, gerçekte doğayı sevmez ve onun sonsuz devinimini
sıkıcı bulur. Ona göre,
insan anlığı doğayı beğenmediği için sanatı, mimariyi ve
müziği yaratmıştır.
Renkleri ve biçimleri imge(hayal)
havuzundan geçirerek yeni bir dünya
yaratılır ve bu dünya şiirlerinde fon olarak kullanılır.
Haşim, Şeyh Galib’i
gayb, yani yokluk aleminin sınırlarında terk eder (Göl
Saatleri Mukaddimesi).
Renkli ama donuk, metafizik bir Ay manzarası, kimsesiz bir gezegenin
durgun
halidir sanki onu mutlu eden.
Ahmet Haşim, kozmopolitliğin en önemli
merkezlerinden olan Beyoğlu’nun
amansız düşmanıydı. Harp sonralarının ortaya attığı
öğretilerden en çok
anlamadığı öğreti ise Marx’ın enternasyonalizmiydi.
Güya kendisi dünyanın en
büyük ütopisti değilmiş gibi, Marksizmi
ahmakça bir ütopya olarak
nitelendiriyor ve oradan gelen her hareketi adeta
içgüdüsel bir biçimde geri
itiyordu. Daha doğrusu Haşim, bilim ve dizge(system)
durumunu alan her
şeyden nefret ederdi. Onun tanrısı bu evreni kaprisli ve fantezili bir
anında
rastgele yaratıvermişti. Onun için bu rastlantısal yapıtta
belirli bir anlam
aramak, birtakım düzenli ve değişmez yasaların
keşfine çıkmak yahut da
sadece gerçek denilen bir şeyin peşinden koşmak
derin bir budalalıktı. Durum bu olduğuna göre, Haşim, evreni
açıklamak yerine,
Epikürosçu bir tavırla yaşamın zevkinin
çıkartılması taraftarıydı. Nitekim,
kendisi böyle yaşamış; hastalıklarını hep göz ardı
ederek, adeta sağlıklı insan
yaşantısı sürdürmüştür. Evreni bu
ölçüde basit yorumlayan Haşim’in
toplum
hakkında da anarşik görüşlere sahip olduğu
düşünülmüştür.
Y.K.Karaosmanoğlu
şöyle der: “Lakin Haşim vahdaniler
kendisine
bu ahıretin cennet
tarafını teklif etseler bile oraya gitmeyecek, Stiks’in
kenarında bekleyen
meş’um kayıkçıdan Pan’ın adresini
soracaktır... Ahmet Haşim şehvani bir
tebessümle yavaşça onun yanına
çömelecektir.”
Yaşamında bir kez de olsa “tanrı
var mı yok mu?” sorusu, bir kuşku
halinde dahi, aklından geçmemiştir. O
bütün sinirleri ve bütün ruhuyla bu
dünyanın, yalnız bu dünyanın çocuğu idi.
Haşim, önce madde, sonra düşünce diyen
materyalistlerle birlikte
görünürdü.
Çünkü, onun hareket noktası maddeydi.
Madde ilk veri, bilinç ikinci veriydi. Ancak, o, bu
görüşten hareket edip
metafizik, donuk, devinimsiz soyut bir dünyada karar
kılıyordu. Haşim’in
düşüncelerinin bu tersine işleyişinde çok
defa mantıklı ve akılcı bir yürüyüş
tarzı vardı. Haşim, katı ve acımasız
bir kişiliğe sahipti, yoksulları sevmezdi. Halkla ilgili
görüşleri hep üstten
bakan, ayaktakımını adam yerine koymayan türdendi. Yine
Karaosmanoğlu’nun
anlatımıyla: “ Kalbi mermerdendi. İşte, onun,
hemşehrisi Fuzûli gibi büyük
bir şair olamamasını burada aramak lâzım
gelir”(Karaosmanoğlu, Yakup,
Kadri (2000), Ahmet Haşim, s.32-43, İletişim, İst.).
Kanımca Yakup Kadri’nin bu
görüşü bütünüyle
abartılıdır. Ahmet
Haşim, eğitimi, görgüsü, Avrupa
kültürüne yakınlığı nedeniyle genelde doğu
kültürünü
küçümsemiş, ona değer vermemiştir. Ancak, ‘Müslüman
Saati’
yazısında örneğin, doğu zaman anlayışı ve
kültürünün yanındadır.
Haşim’in dine
karşı yaklaşımında da çağdaş olmak
düşüncesinin etkisi vardır.
Çünkü, İslâm
dini bütünüyle toplumsal yaşamın ve geri
kalmışlığın içindedir, belki de geri
kalmışlığın, kültürsüz, incelikten yoksun,
kaba saba insanların böyle oluşunun
başlıca nedenidir. Haşim’in bu insanlarla hiçbir
ilişkisi olmadığı gibi dinle
de ilişkisi olmamış, Voltaire’in “Déizm”ini
düşündüren bir tanrı
anlayışında karar kılmıştır. Haşim, dini inanışı ilkel insan yapısıyla
bütünleştirmiş, inancın birleştirdiği sıradan insan
kitlesini küçümsemiş,
kendini onlarla birlikte düşünememiştir. Ahmet
Haşim’in çok sevdiği annesinin
çocuk yaşındayken ölümü
Şair’in tanrıya ve dini duygulara yaklaşımını olumsuz
etkilemiştir. Keza hastalığı, çocukluğundan beri
“Arap Haşim” olarak
nitelendirilmesi ve Türk olarak görülmek
istenilmemesinin de onun dine
bakışında yadsıyıcı etkisi olabilir.
Ahmet Haşim’in evrenini en iyi anlatan
şiiri, 1909 yılında “Şiir ve
Hakikat”te yayımlanan “O
Belde” dir. Bu şiirde dinsel olan hiçbir
dize ya da sözcük yoktur. Şiirin konumuzla ilintili
bazı dizeleri şunlardır: “O
belde? / Durur menâtık-ı düşize-yi
tahayyülde... O belde / Hangi kıt’a-yı
muhayyelde...Bir yalan yer midir veyâ mevcûd /
Fakat bulunmayacak bir melâz-ı
hulyâmı mı ... Uzak / Ve mai gölgeli bir beldeden
cüdâ kalarak / Bu nefyü
hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz.” Ahmet Haşim, yaşarken,
imgeler ve sembollerle süslü, ama tanrısı
olmayan “O Belde” den ayrı
kalarak, dünyadaki sürgünlük ve
ayrılığa
sonsuza dek tutuklu olmanın acısını duymuş;
ölümü “O Belde”
ye ulaşmak
için geçilmesi zorunlu bir aşama, bir
“intikal olarak” görmediğinden
mistisizmin ve tanrının uzağında durmuştur.
Ahmet Haşim
1844 yılında
Bağdat'ta doğmuştur. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur. 12
yaşlarındayken annesinin ölümü üzerine babasıyla İstanbul'a gelmiştir (1891).
Bir yıl kadra Nümune-i Terakki Mektebi'nde okumuş sonra Mekteb-i Sultani'ye
(Galatasaray) geçmiştir (1897). Galatasaray'ı bitirdikten (1906) sonra Reji
İdaresi'ne girmiş, aynı zamanda Hukuk Mektebi'ne kaydolmuştur. Haşim, İzmir
Sultanisi'nde Fransızca öğretmenliği yapmış (1098-1910), Maliye Nezareti'nde,
Düyun-u Umumiye'de çalışmıştır. Birinci Dünya Savaşı boyunca yedeksubay olarak
orduda bulunmuş, savaşın bitiminde İstanbul'a yerleşmiş, İaşe Müfettişliği'nde
bulunmuş ve Osmanlı Bankası'nda çalışmıştır.
Ahmet Haşim,
Cumhuriytein ilânından sonra Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik, Mülkiye
Mektebi'nde de Fransızca dersleri vermiştir. Uzun süre Akşam gazetesinde
fıkralar yazmıştır. 1932 yılında böbrek rahatsızlığı nedeniyle Frankfurt'a
giderek tedavi görmüş, 4 Haziran 1933 tarihinde ölmüştür.
Yazın
Yaşamı
Haşim şiirle
ilgilenmeye Galatasaray'da okurken başlamıştır. Okuldaki öğretmenleri arasında
Tevfik Fikret ve Ahmet Hikmet vardır. Abdülhak Şinasi Hisar, Galatasaray'da
Haşim'in Ahmet Samim, Orhan Şemsettin, Hamdullah Suphi, Emin Bülend, İzzet
Melih, Ahmet Bedî gibi edebiyatsever gençlerle bir grup oluşturduğunu
yazmaktadır. Ahmet Haşim, Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret etkileri taşıyan ilk
şiirlerini 1900-1912 yılları arasında Mecmua-i Edebiye (burada çıkan ilk şiiri
"Hayali Aşkım"dır (1900) Aşiyan, Musavver Muhit dergilerinde yayımlamıştır.
Yetiştiği yıllarda Fecr-i Ati topluluğuna katılmış, Servet-i Fünun, Resimli
Kitap, Rebap gibi dergilerde yazmıştır. Daha sonra Dergâh dergisinde toplanan
sanatçılar arasına katılmıştır. Dergâh'da yayımlanan ilk şiiri "Bir Günün
Sonunda Arzu"dur (1921). Aynı yıl ilk kitabını çıkarmıştır: Göl
Saatleri.
Haşim'in gençlik
döneminin önemli bir şiiri olan "Şiir-i Kamer" i değerlendirirken Hisar şunları
yazmaktadır: "Haşim'in bütün hayatı boyunca devam eden kafiye yanlışları da bu
tarihte başlar. 'Şiir-i Kamer' o zamanki dilimizde kullanılan eski farîsî ve
arabî kelimelerle doludur. Edebiyat-ı Cedide şairlerimizin yazdıklarından daha
eski bir zamana uyarak, daha eski bir edâya dalar ve daha şahsî bir hususiyetle
çağıldar".
Tanpınar, Haşim'in
gerek şair gerekse estet olarak genç kuşak üzerinde geniş etkisi olduğunu
belirtmekte ve şöyle demektedir: "Biz, bugünkü nesil, fikir ve sanat hayatına,
Haşim'in yıldızı altında girdik. Tefekkür ve tahassüsüsmüzde 'Piyale' ve 'Şi'r-i
Kamer' şairinin büyük tesirleri oldu. İlk yazılarımızı onun etrafında
yazdık."
Yapıtları:
Şiir: Göl Saatleri
(1921), Piyâle (1926)
Öteki yapıtları: Bize Göre (1928),
Gurebâhâne-i Laklakan (1928), Frankfurt Seyahat- namesi (1933)
Kaynaklar:
Özgeçmiş: http://www.kulturturizm.gov.tr - Fotoğraf: http://tr.wikipedia.org
|